Ahmet Yılmaz / Analiz / Doğruhaber

Medine’de Hicret’ten hemen önce veya hemen sonra Allah’ın Resulü ile 15-25 yaşlarında tanışıp İslam’la şereflenen sahabelerin henüz “yaşlılık” günlerine geçmedikleri günlerde İslam’la şereflendik. İslam ordularının şehirlerimize teşrif tarihleri Hicri 15-19-18’dir.

Urfa, Mardin, Diyarbakır, Bitlis fethedilirken Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Zübeyr, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin gibi İslami ilim ve kültürün aktarılmasında önemli bir yere sahip olan sahabeler henüz 20 yaşını bile bulmamışlardı.

Biz, İslam’la birlikte var olduk; İslam’la birlikte büyüdük. İslam, hayatımızın bütün alanlarında öylesine yer edinmiş ki hayatımızdaki İslamî yönlere kıymak, bizzat hayatımıza kıymak anlamına gelir. O yönler öylesine bizim olmuş ki onları kaldırdığınızda, yok ettiğinizde biz de yok oluruz. Hayatımızın İslami yönlerine kast edenler bilerek veya oyuna gelerek bizzat hayatımıza kast ediyorlar, onu katletmek istiyorlar.

ARAÇLAR DEĞİŞİYOR
Değişen dünya koşulları ve köylerden kasabalara, kasabalardan şehirlere, şehirlerden “büyük şehirlere” göç ile birlikte eski “hayat”, yerini yeni bir “yaşam tarzı”na bırakıyor.

İslam, kıyamete kadar “zamanüstü” olduğu kadar “mekânüstüdür" de. İslam, yeni mekânlarda “hayatımız olarak" valığını koruyacak, ancak yeni mekanlarda araçlar değişecektir.

Eski hayatımızda, köy evlerinin temizlik koşulları gereği çok önemli bir yere sahip olan seccade, şehir evlerinin temizlik koşullarında ve hatta kimi büyük evlerin bir odalarının tamamen ibadete ayrılmasıyla sadece bir eşya olarak düşünülse daha az aranır olacaktır. Ya da devrilmeyi engelleyen genişçe tabanı, taşınmayı kolaylaştıran, süslü-sanatlı kulpu, hizmete hazır gibi duran, başparmakla kolay tutulur, yerden kirli damlaların sıçramasına engel, uzun ve abdestte suyu tasarruflu kullanma sünnetini tatbik ettiren ince imbiğiyle harika bir abdest aracı olan bakır yıbrıklarımız (misin), bugün hangimizin evinde bir hatıra olarak var?

Yeniyi inşa etmek zorunludur. Ancak yeniyi eskinin güzellikleri üzerine inşa etmek, yeninin “yabancı”-”köksüz” olmasını engelleyeceği gibi sonraki nesillerde “süreklilik” duygusunu oluşturması bakımından da çok önemlidir.

KADINLARIN YENİLİK KARŞISINDAKİ TUTUMU
Bir inancın bir toplumun hayatında yer edinmesi, onun sanatında, folklarında, öfkesinde, sevincinde kendisini belli etmesi zorlu ve uzunca, bir süreç gerektirir.

Kadınların bir inançla, bir yenilikle ilgisi ise erkeklerinkinden çok daha farklıdır.
Kadın “annelik” duygusuyla neslini yaşatma noktasında dışarıya karşı çok hassastır. Kadın, yenilikle karşılaştığında,
Onu tamamen reddedip ona karşı savaşma, böylece kendini ve neslini ondan koruma
Onu hemen benimseyip hayatını onun içine aktarark varlığını garantiye alma
Onu kendi hayatına dokundurmadan onun gelip geçeceği döneme kadar (belki nesiller boyu) bekleme
Onun bir bölümünü alıp eski hayatıyla karıştırarak sentezleme yoluyla kendisini yaşatma
gibi önemli durumlarda kadınlar, inançların toplum hayatlarında yer edinmesi, varlığını koruması veya yok olması konusunda toplum yapılarında ayrı bir yere sahipir.

Bir inancın bir toplumun hayatında yer edinme oranı, o inancın o toplumun kadınlarının duasında, bedduasında, ninnisinde, ağıtında, giyiminde, kuşamında kendisini belli etme oranıyla ölçülebilir diyenler çok da haksız değildir.

YÖREMİZ BİR SANAT HAZİNESİDİR

İslam, simgeler alanında kendisini önce mimaride belli eder. Bir şehre giren İslam orduları, Hz. Ömer (ra)’in Kudüs uygulaması üzerine Şam-Emevi Camisi, Diyarbakır-Ulucami, İstanbul-Ayasofya örneklerinde olduğu gibi bir kiliseyi camiye dönüştürerek şehrin fethini simgeleştirmişler; sonraki dönemde de onlara pek çok İslami-mimari eser katılmıştır.

Yöremiz, İslami mimari eserler açısından büyük bir hazinedir. Hep Mardin gündemde tutulur (Mardin haklı bir üne sahiptir) ama bir Urfa, bir Hasankeyf, bir Bitlis, bir Silvan, bir Cizre de ancak Moğol saldırısı öncesi Maveraünnehir’de Buhara ve Semerkant civarında ya da Gürcü yıkımları öncesi Şeddadi Kürtlerinin Kafkasya’sında bulunabilir.

Başta Mervaniler, Zengiler-Artuklular; Eyyübiler-Artuklular ve Osmanlı dönemi Mirleri olmak üzere şehir ve kasabalırımız resmi İslam tarihinden çok eser almış.

Bu zenginlik Selçuklu ve Beyliklerin hakimiyetini görmemiş Batıdaki şehir ve kasabalarla karşılaştırıldığında kendisini daha da gösterir. Osmanlı eserleriyle yetinen Batıdaki kasabalarda bütün tarihi mimari kasabanın merkezini oluşturan bir büyük camiyle onun müştemilatından ibarettir. Oysa bizdeki yukarıda anılan ve benzeri şehirlerde, adeta herşey İslamî eserlerden ibarettir. Her mahalle bir yana, her sokak o zenginliklerden fazlasıyla nasiplenmiş. Üstelik renkli bir tarihi serüvene sahip olmanın avantajıyla biçim biçimdir eserler. Burada Osmanlı’nın kasaba eser sadeliği yok, zenginlik var.

Mimarımızda pek bilinmez ama kadınların, daha doğrusu kadın vakıflarının da büyük payı var. Büyük kahraman Ferruhşah’ın annesi başta olmak üzere Eyyûbi kadınları daha çok Şam ve Kahire’de eser bırakmış. Ama Üstad Bediüzzaman’ın da ilk derslerini aldığı Norşin-Tax Medresesi, Müks Mirlerinin kızı-Spoyert Mirlerinin gelini Miranete Hanım’ın vakfiyesinin ürünüdür. Buna benzer başka eserler de vardır.

TÜRBE MİMARİMİZ GELİŞMEMİŞ

Bununla birlikte yöremizde halk ürünü mimari İslami eser yok denecek kadar azdır. Halkın ekonomik durumu buna uygun değildi. Eserler, hakimiyet işareti olduğundan idareciler kendi katkıları olmadan halkın şehirlerdekiyle aynı büyüklükte mimari eser inşa etmelerine müsade etmezdi. Ama hepsinden daha önemlisi bizde halk nezdinde İslami hayat özellikle mekânda doğallaşmıştı. Tarlaların yerleşim alanlarına uzaklığı ve hayvancılıkla yarı göçebe bir biçim olan köy hayatında tabiat koca bir mescitti. 40-50 yıl öncesinde pek çok dağ köyünde cemaat namazı yaz boyunca dışarıda, kimi köylerde çeşmelere yakın taş namazgâhlarda kılınırdı. Camiler, fazlasıyla mütevaziydi, medreseler de öyle. Hele kerpiç yapılı ova köylerinde, namazlar genellikle ağa konağında kılındığından camiler, mütevazi olmaktan öte acınacak bir yapıdaydı. 1980’li yılların sonunda bile Mardin-Siirt arasındaki bir köyde bir mağaranın cami olarak kullanıldığına ama namazların yağışsız günlerde hep cami önündeki taş namazgâhta (kilim serilerek) kılındığına şahit oldum.

Bizde Nakşibendi geleneğin haklı olarak onaylamamasıyla türbe mimarisi de kırsalda yok. Fıkha sıkıca bağlı olan şeyhler, 90’lı yıllara kadar türbe inşasına izin vermemişler, mazarların üstüne yağmur yağmalı, demişler. (Bu konudaki en çarpıcı örnek, bu gelenekten gelen Barzanilerdir. Molla Mustafa’nın mezarı, resmi bir anıt gibi ziyaretlere konu olmakta, ancak aile büyükleri kubbeyi çok görmedikleri için konsoloslar, elçiler çelenklerini bizim bağ çevrelemekte kullandığımız taşlardan örülü bir metre boyundaki çevre duvarının önüne koymaktadır. Çocukluğumda gördüğüm ve “merkad” denen evliya – şeyh mezarları hep böyleydi, son yıllarda köylerde türbeler görülmeye başlandı.

FEQİ TİPİ EDEBİYATIMIZDA ÖNEMLİ YER TUTAR

Folklorun önemli bir yanını oluşturan halk hikâyelerimizde “feqi” tipi tek başına İslam’a bağlılımızın kanıtı olarak yeterli. Temizliği, sesi, iğneleyici sözleri, hızı, darda kalanlar ondan yardım isteyince “Ben, bu ilmi niye okuyorum ki? Elbette yardım ederim... Velev ki bu uğurda başım da gitse...” anlamındaki cevabı, saygısı, yanlışa karşı tepkisi, veliliği ve daha nice olumlu özelliğiyle “feqi”, hikâyelerimiz de ideal bir insan tipidir, onun kusurunda bile bir güzellik vardır. Hikâyelerimiz feqiyi yüceltmekte, böylece İslamî ilimlere ilgiyi artırmaktadır. Hikâyeciler nazarında bir feqi ile yol arkadaşı olmak uğurdur, feqi masumdur, feqiye yardım etmeyen bir Müslüman düşünülemez. Feqinin canına kast eden ise olsa olsa Yezididir. Yezidiler dışında hiç kimsenin, hiçbir topluluğun adı feqi katliyle anılmamaktadır. Feqi tipi, İslam’ın folklorumuzdaki yerini araştıranlar için verimli bir alan olarak olduğu gibi durmaktadır.

EN ÜSTÜN İSLAMİ SANAT ESERLERİMİZ KADINLARA AİTTİR

Folklorumuzda İslam’ın en somut şekilde yer bulduğu ürünler ise kadınlarımıza ait ürünlerdir. Anneannelerin, babaannelerin duaları... Birer edebi harikadır; imanın bütün safiyetini gösteren birer sanat eseridir. Bir kez duyanın, bir daha duymak için en pahalı iyiliği göze alacağı o dualar, başka bir dile çevrildiğinde akışından, ritminden, ahenginden, kabul olacağına duyulan inancı eksiksiz yansıtmaktan, kulaklarda, kalplerde, doyulmaz ve unutulmaz bir iz bırakmaktan, anne sıcaklığından çok işe Bismillah ile başlayan, her anını salavatla dolduran bir dilin ürünü olabilecek paha biçilmez değerler... Üniversitelerin yeni açılan ilgili bölümleri onları topluyor mu bilmiyorum. Ama radyo ve televizyonların dil engeline takılmadığı bugünlerde onları repertuara eklemek için geç kalan bedbehttır. Beddualar da ebedi değer bakımından öyle... Kadınlarımız, duada ve bedduada mutlak bir mü’minedir. Dua anlarında imanları bir doruktan yansımaktadır. Kervan hikayelerinde sabah namazı vaktinde köylerden geçenlerin; yazın kendileri namazlarını eda ettikten sonra damlarda yatan kocalarını yüksek sesle namaza uyandıran mü’mine kadınlarımız sözlerindeki ibadet aşkı ve namazsızlıktan nefrete dair anlattıkları da bir folklar malzemesi olarak tiyatro ve sinemada henüz yerini hiç bulmuş değildir.

Bir de el sanatları... Kur’an-ı Kerim, cüz kılıfları, seccadeler, kilimler, perdeler, takkeler, namaz çorapları... Maneviyat, bir sanat harikası olarak onlarda mücessem hale gelirdi. Her biri, üzerindeki göz nuruyla imanı, Kur’an aşkını, ibadet aşkını anlatırdı.
Beyaz japon kumaştan ya da sentetik denen delikli beyaz kumaştan dikilen, üzerine doğayla iç içeliğimizi yansıtan güllerin, çiçeklerin nakışlandığı kılıflar... Sanki, Kur’an-ı Kerim’i, onların içinde olmadan evin bir köşesinde durduğunu görmek büyük bir görgüsüzlüktü. Sanki, Kur’an-ı Kerim’le tanıştığımız ilk günden onlar var olmuştu. Öylesine zengin... Kulpları kısa bile olsa, okumaya giden çocuk, altlarından tutup biraz daha yüksekte bulundurarak göğsünde koca bir madalya olarak taşırdı. Çocuklarımız, ondan başka bir madalya taşımamış, ondan daha büyük bir madalya görmemiş... Yoksulluktan, onların “gollu” denen, çiçekli, eski kumaş artıklarından yapılanları bile, Kur’an’a kılıf olup bir çocuğun göğsünde madalyalaşınca öylesine güzel görünürdü ki bugün onlardan bir sergi açılsa dünyanın en değerli sergisi olur.

Seccadeler... Köy ve kasabaların en takvalı ellerinde örülen seccadeler... Bismillah’la atılırdı ilk ilmiği... Sonra her ilmiği bir salavatla atılırdı ya da ilmikler tehlil hatimleriyle hesaplanırdı. (Tehlil hatmi: 70 bin kez Lailaheillallah söylemek)
Mü’mine annelerin çakılı kazıklardan oluşan seccade tezgâhları, seccade bitinceye kadar ibadetgâh olurdu, orada yalnız iyilik konuşulur, yalnız zikir ve ibadet tavsiye edilirdi.

Kimisi, eski fanilaların çözülmesinden elde edilen iplerden, kimisi keçi kılından seccadeler... O basit fanila ipleri özenle yeniden örülüp kök boyaya Batırılıp yere serildiğinde o seccade adeta ibadet halinde olurdu, sanki her ilmiği atılırken söylenmiş zikri ezberlemiş de durmadan tekrarlıyordu. Dokumacı annenin bütün ihlasını, bir levha gibi üstünde taşırdı. Genç bir kız için onlardan birini çeyizine katabilmek zor elde edilir bir mutluluktu, o mü’mine ellerden çıkan ürünler en abide kızlara nasip olurdu sadece; kıymetini bilmeyecek olana verilmezdi asla. Keçi kılından yapılmışlar ise mihrapsız camilerde tek başına mihrap olurdu, seydadan başka kimsenin ayağı basmazdı ona. Evlerde bulunanları da çoğu zaman kilimin üzerine bile serilmezdi, önce tertemiz bir örtü serilir, seccade o örtünün üzerinde yerini alır, zikir ehli anneler için evde küçük bir mescid olurdu.
Camilere vakfedilen abide annaanneler, babaanneler işi dokuma kilimler... Çoğu zaman, tek başına onların parası bir kilim vakfetmeye yetmezdi. Üçü beşi bir araya gelir, biri ikisi ip temîn eder, biri ikisi kök boya, en ustası örer, diğerleri yardım ederdi. O yaşlı mü’minlerin küçük kooperatifleri görülmeye değerdi, o da ancak çocuklara nasip olurdu, “Kolay gelsin” deyip yanlarından geçen babalar, şöyle bir dönüp bakmazdı bile. Sanki onlar, ibadet hâlindeydi ve ibadet halindeki kadınları yaşlı bile olsalar seyretmek uygun olmazdı elbette...

Kilim bitince, topluca değil, en yaşlıcası, ustası onu arkadaşları adına alır, camide çok kimse bulunmasın diye kuşluk vaktinde getirir; hasenat sahiplerinin adını bir bir anar, onlara, onların ölmüşlerine uzunca dua eder, sonra o kilimin üzerinde namaz kılacaklara dua eder, seydanın ve hazır bulunanların şahitliğiyle camiye vakfederdi. O, artık mukaddesti ve hep öyle kalacaktı.
Eğer o iman ürünü kilimler, köy yakmalarda kül olmamışsa ya da haşa, boş kalan köy camilerinden alınıp eskitildikten sonra bugün bir kapının eşiğine şuursuzca kanmamışsa onlardan oluşacak bir sergi, dünyanın en kıymetli ürünlerinin müzeyadesi olur. “İhlasın karşılığı nedir? diye sorulunca bir cevabı da “Yaşlı mü’minlerin camilere vakfettikleri kilimlerdir” olur.
Ve feqi takkeleri... Anne, babaanne, annaanne ellerinden çıkma... O basit iplikler nasıl öyle bir şıklığa dönüşür, nasıl öyle mukaddesleşir, öyle yücelir diye sorulacaksa cevabı, “İhlasla... İhlasla...”
olur.

Feqi kıyafeti, baştan aşağı bir iman ilanıydı, ilim sevdasının bildirimiydi. Feqileri keşke 20-30 yıl öncesinin burnu sümüklü, önlükleri yeni bile olsa bakımsız okul talebeleri ile karşılaştırsaydınız... O zamanlar, ikisine verilen ehemmiyet farkı insanımızın, özellikle kadınlarımızın İslami ilimlere duydukları özlemin ilanıydı. Birinin her ayrıntısında bir güzellik, diğerinin her yanında başından savma vardı. Sevmemişti kadınlarımız yeni eğitimi. Oysa feqi annesi olmaktan büyük onur duyarlardı…