Başbakan Ahmet Davutoğlu, Finlandiya ziyaretinde beraberindeki gazetecilerin sorularını yanıtladı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la arasında bazı konularda görüş farklılığı olduğu yönündeki yorumların kasıtlı olduğunu söyledi. Davutoğlu, “Diyarbakırlılar bizi bağrına bastı diye iki kesim rahatsız oldu. Biri HDP, diğeri de bizim bu kararımızı sınamaya kalkanlar” dedi. Davutoğlu çözüm sürecini ise içeride ve dışarıda iki temel şarta bağladı.
Başbakan sorulan sorular ve yanıtları:
Kamuoyunda terörle mücadele devam ederken, çözüm süreciyle ilgili Cumhurbaşkanı ile sizin açıklamalarınızın birbiriyle çelişkili olduğu yönünde bir algı, hava var. Bu konuya açıklık getirir misiniz?
Birileri böyle bir algı yaratılmasını özellikle istemiş ve göstermeye çalışmış olabilir. Ben bu algının doğru olduğu kanaatinde değilim. Terörle mücadele konusunda benim ifade ettiklerimle Sayın Cumhurbaşkanımızın ifade ettiklerini yan yana koyarsanız, kararlılık bağlamında herhangi bir küçük nüans dahi göremezsiniz. Onun için son grup toplantımda hepinizin farkettiği gibi terörle mücadelenin serencamını anlattım. Çünkü bu algıyı oluşturmak isteyen iki kesim var. Birincisi, AK Parti ile Cumhurbaşkanı arasında görüş ayrılığı varmış gibi davranmak isteyen, istismar etmek isteyen HDP ve diğerleri. Bir de bizim terörle mücadele kararlılığımızdan şüphe uyandırmak isteyen bir kesim de çıktı.
“Terörle mücadelede çok zor 3 gece var”
Bakın arkadaşlar hayatımın en zor kararı 23 Temmuz günü aldığımız karardır. Arkamda Meclis çoğunluğu desteği yokken ve geçici bir hükümet olarak göreve devam ederken, muhalefetle mesafeli iken, bütün hukuki sorumluluk benim omuzlarım üzerindeyken terörle mücadele kararı aldık.
Terörle mücadelede çok zor, önemli 3 gece vardır. Bu üç gecede alınan kararlar her hükümetin alabileceği kararlar değildi ama biz aldık. Üç gece var ki, o üç gece sorumluluktan hiç uyumadım diyebilirim.
Biri 23 Temmuz gecesidir. PKK ve DEAŞ noktalarına operasyon kararı verdiğimiz gece. O gece güvenlik toplantısında aldığımız kararlar hakkında Sayın Cumhurbaşkanımıza kriptolu telefonla bilgi verdim.
İkinci kritik gün, 28 Ağustos günüdür. Anayasal hükümet kurmuşuz. Anayasal hükümetin kurulduğu gün kırsalda yapılan yoğun saldırılar sebebiyle Genelkurmay Başkanımızın haklı talebi söz konusu oldu. "Kırsalda daha kapsamlı yetkilendirmeye ihtiyaç var" diye. 7'nci, 8'nci, 9'uncu Kolordulara doğrudan bu mücadelenin içinde yer almaları için talimat yazısı gönderdim.
Üçüncü gün, 14 Aralık günü. Henüz yeni hükümet kurmuşken Cizre, Silopi ve Sur'da barikatlar, sızmalar artınca operasyon talimatını verdim. Bir de Süleyman Şah operasyonunda sabaha kadar Genelkurmay karargâhındaydım.
“Terörle mücadele kararlılığımı sorgulama cüreti gösteriyorlar”
Bunları niye söylüyorum biliyor musunuz?
Eğer birileri Başbakan olarak benim terörle mücadele kararlılığımı sorgulama cüreti gösterirse veya benim ile Cumhurbaşkanı arasında terörle mücadelede kararlılık konusunda fark var derse onlara bunları hatırlatmak için söylüyorum. Bu konularda hiçbir tereddüt göstermedik, göstermeyiz. Bu tartışmayı başlatanların bir kısmı şahsen benim terörle mücadele konusunda kararlılığımı sorgulama cüreti gösteriyorlar. Bu omuzların üzerindeki yükü ancak taşıyanlar bilir bu bir sene içinde. Bu konuda da hiç kimsenin söyleyecek sözü de yok, hakkı da yok, haddi de yok.
“Diyarbakırlılar bizi bağrına bastı diye iki kesim rahatsız oldu”
Biz 23 Temmuz'da ya da 28 Ağustos'ta aldığımız operasyon kararından sonra seçimi kaybetseydik, bu operasyonun sorumluluğu kime aitti? Birileri sahte kahramanlar dediğim çevreler böyle bir şeye kalkışıyor. Cumhurbaşkanımızla aramızda kararlılık konusunda milim fark yoktur. Her şey istişare edilerek birlikte yürütülüyor.
Çözüm sürecine gelince... Bu yorumlar nereden çıkıyor?
Diyarbakır'da son derece başarılı bir ziyaret gerçekleştirdik. Büyük bir halk desteği ile karşılandık. Diyarbakırlılar bizi bağrına bastı diye iki kesim rahatsız oldu. Biri HDP diğeri de bizim bu kararımızı sınamaya kalkanlar.
Mardin'de yaptığım konuşmada muhatabımız sadece millettir demişim, ifade ettiğim şey çok açık. Ve bunu Sayın Cumhurbaşkanımız da, ben de defalarca söyledik. Eğer silahlar terk edilir, tamamıyla silahlı bir mücadele anlayışı terk edilirse, siyasi alanda Türkiye'de her şey konuşulabilir. Bundan kastım, silahların terk edilip konunun siyasi alana hasredilmesiyle ilgilidir.
“(Silahların) Magmaya kadar gömülmesi diyorum”
Şimdi buradan da muhalefet kendine bir şey çıkarmaya kalktı. İlkesel olarak aynı şeyi söylüyorum, Türkiye demokratik hukuk devletidir. Herkes her şeyi konuşabilir. Ama silahların mutlak anlamda bırakılması; Cumhurbaşkanımız gömülmesi diyor, ben magmaya kadar gömülmesi diyorum, bunlar yapıldıktan sonra, silahlı terör faaliyeti bittikten sonra ancak ondan sonra bunlar tartışılabilir anlamında söylediğim bir sözü, sanki bir görüş ayrılığı varmış gibi yansıtmaya kalkanlar oldu. Bu konularda bizim tutumumuzu da herkes bilir, bakış açımızı da. Ayrıca bu meselelerin konuşulmasından kimsenin rahatsız olmaması lazım. Tabii ki ülke sorunları üzerinde herkes açık yüreklilikle konuşur. Yeter ki şiddet olmasın, terör olmasın.
Akademisyenlerin tutuklanması meselesinde de farklı mı düşündüğünüz konusunda bir algı mı oluşturulmak isteniyor?
Son 50 yılın Cumhurbaşkanı Başbakan ilişkilerine bakın bir de bizim ilişkimize. Bu anlamda ben bütün o geçmiş ilişkileri kast ederek de söylüyorum. Türkiye'nin çarpık Anayasal sisteminden kaynaklanan -İnşallah bir gün düzelteceğiz- Cumhurbaşkanı, Başbakan ilişkileri yetki sorumluluk dağılımı son derece bozuk bir sistematiğe ve çarpık bir sisteme dayandığı için sıkıntılı şeyler yaşanmış. Ama benimle Cumhurbaşkanımız arasında, neredeyse iki yıla yaklaşacağız, bu anlamda devlet işleyişi bakımından herhangi bir aksama gördünüz mü?
Olabilir, usûl farkı, bazen farklı kanaatler hepimiz için geçerlidir. Ama biz iki şeyi esas alırız. Benim açımdan da, Cumhurbaşkanımız açısından da böyle olduğuna eminim. Birincisi devlet ahlakımız. Devlet işleyişi neyi gerektiriyorsa onu yaparız. İkincisi şahsi ahlakımız. Karşılıklı olarak birbirimize duyduğumuz güven, itimat ve bağlılık. Bunların hiçbir şekilde sarsılmasına izin vermeyiz. Ama farklı kanaatler olabilir.
"Tutuklanma meselesinde ilkesel bir şey söylüyorum"
Tutuklanma meselesini de ifade edeyim. Burada benim kast ettiğim tutuklu yargılama konusudur. Ben akademisyenlere özel bir uygulama yapılsın da demedim. İlkesel bir şey söylüyorum. İlkesel olarak insanların suçu sabit olana kadar, eğer delil karatma, kaçma gibi bir gerekçe yoksa tutuksuz yargılanmanın doğru olduğu kanaatindeyim. Çünkü sonunda beraat edebilir o insan. Sonunda beraat edecekse kul hakkı dediğimiz hak kaybını, nitekim Ergenekon`da, Balyoz'da yaşadık, telafisi mümkün olmayabiliyor.
Mesele şu; zanlı ile suçlu arasında bir fark var. Bütün dünyada da, kadim hukukta da, modern hukukta da insanlar nihayet suçu sabit olduktan sonra cezalandırılır. Ben ilkesel bir şeyden bahsediyorum. Bu işlenen bir suçun örtülmesi, bir suçla ilgili müsamahakâr davranış gibi bir anlam değil. Burada da Cumhurbaşkanı ile temelde bir ayrım olduğu kanaatinde değilim.
64. Hükümet kurulduğu günden bu yana siz dördüncü kez sayın Cumhurbaşkanı ile ayrı düştünüz. Sayın Cumhurbaşkanı ile ilişkileriniz nasıl, bu konuları karşılıklı nasıl konuşuyorsunuz?
Dört rakamını nerden çıkardınız bilmiyorum. Biz her şeyi çok açık paylaşırız merak etmeyin. Paylaşıyoruz da. Burada dediğim gibi esasta bir fark olduğunu da düşünmüyorum. Ama benim tutumum ve söylediğim şey açık, yargılama sürerken kim olursa olsun suçu tespit edilene kadar eğer delil karartma, kaçma, suçu örtbas etme gibi bir tehlike varsa ona hâkim karar verir, bu akademisyenlerle ilgili böyle bir gerekçe var mı, onu da bilmiyorum. Hâkimlere müdahale etmek gibi bir hakkımızın olduğu kanaatinde de değilim. Ne sayın Cumhurbaşkanımızın, ne benim böyle bir iddiamız da yok.
Sayın Cumhurbaşkanı'nın vatandaşlıktan çıkarma açıklaması sonrasında hükümet bu konuda bir çalışma yapmaya başladı mı, bu konuda bir talimatınız oldu mu?
Var olan mevzuatta kimlerin vatandaşlıktan çıkarılacağı belli. Devlet aleyhine casusluk yapmak, başka bir ülkede izinsiz şekilde askerlik yapmak vesaire. Şu anki mevzuatımızda terörle ilişkisi dolayısıyla birisinin vatandaşlıktan çıkması mümkün değil. Geçen gün de söylediğim gibi, zaten bir ülkede, eğer birisi eşit durumdaki vatandaşının hayatını hiçe sayan intihar eylemi yapıyorsa, bu ülkeyle manevi bağı kopmuş demektir. Şu anki mevzuatta durum bu iken, terörle mücadele bağlamında bir adım atılması gerekiyorsa, bunun terörle mücadeleye bir faydası olacaksa bunu tartışırız. Ama şu ana kadar böyle bir konu gündemimize gelmedi. Bu meseleyi daha önce konuşmadık, tartışmadık.
Sayın Cumhurbaşkanımız, buna ihtiyaç olduğu kanaatindeyse, terörle mücadelede bir fayda getirecekse, bunun hukuki veçheleri incelenir, diğer hususlara bakılır çalışma yapılır, ama var olan mevzuatta bunun re'sen yapılması, şu anki mevzuat gereği böyle bir durum yok. Üzerinde çalışılması gereken bir konu.
Sayın Cumhurbaşkanı ABD ziyaretinde başta Obama olmak üzere muhataplarına Türkiye'de basının, akademisyenlerin batıya göre daha özgür olduğunu anlattı. Verdiği örneklerde Cumhurbaşkanı'nı öldürmekten, hedef göstermeye kadar manşetler vardı. Batıda insanlar sosyal medyada ya da başka mecralarda saldırıları nedeniyle 4 yıl hapse mahkum olabiliyor. Biz batıya tepkimizi yeterince dile getirebiliyor muyuz?
Olmaz mı? Cumhurbaşkanımızın, bizim her konuşmamızı alın bir eleştiri çağrısı hepsinde var. Bir kere ben düşünce ve basın özgürlüğünde en tutarlı ve en özgürlükçü tavrın benimsenmesi gerektiği kanaatindeyim. Bir ülkede eğer düşünce üzerine sınır getirilirse o ülkenin yaratıcılığı, özgürlüğü zedelenir. Herkesin özgürce düşünce üretilebilmesi ve bilimsel faaliyet yapabilmesi gerekir. Bunu bir kere temel ilke olarak hepimizin hiç tartışmasız benimsemesi gerektiği kanaatindeyim.
İkinci benimsenmesi gereken de her özgürlüğün ahlaki ve hukuki sınırları olduğudur. Birisi hakaret ve tehdit etmiyorsa, şiddeti ve nefreti teşvik etmiyorsa söyleyebildiği her şeyi söyleyebilmeli.
Cumhurbaşkanımıza, bana dönük mesela bugün bir gazetenin manşetinde ağır eleştiri niteliğinde şeyler vardı bu konuda tepki vermiyoruz ama Cumhurbaşkanımızın kendisine, ailesine, bana ve benim çocuklarımla ilgili son derece alakasız haberler yapıldı. Biz halkın önündeyiz ama bu bize saldırı yapılacağı, hakaret edileceği anlamına gelmiyor.
Son dönemde özellikle uluslararası medyada Sayın Cumhurbaşkanımıza karşı o kadar ağır hakaretler oldu ki bunun basın özgürlüğü ile alâkası yok. Nitekim, Almanya'da bir televizyon programında Cumhurbaşkanımıza hakaret edildi, tepki vereceğim ama ‘bir getirin, dinleyim` dedim. Ben Almanca bilirim. Orada sarf edilen sözler var ya, bir insanın başka bir insana zikretmesi mümkün değil. Bu fikir özgülüğü falan değil. Türkiye Cumhuriyeti`nin onurunu, haysiyetini temsil eden Cumhurbaşkanlığı makamındaki Cumhurbaşkanımızdan söz ediyoruz.
"Merkel`e bir hanımefendi olarak sizin dinlemenizi tavsiye etmem dedim"
Sayın Merkel'le görüşmemde söyledim, "Bir hanımefendi olarak sizin dinlemenizi tavsiye etmem ama dinlemek isterseniz bir kenara çekilip dinleyin çünkü başka bir insanın huzurunda bir hanımefendinin dinlemesini uygun görmem. Ama istiyorsanız dinleyin ve bir fikir özgürlüğüyse konuşalım ama değilse buna sizden gereken tepkiyi göstermenizi bekliyorum" dedim. "Ben zaten haberdar oldum" dedi, "Bunun fikir özgürlüğü olduğu kanaatinde değilim" dedi, "Gerekli açıklamayı yapacağım" dedi. Bir gün sonra da hükümet adına açıklama yapıldı. Olumlu tavrı da takdir etmek lazım. Batı'da, ilk defa bu anlamda bir kıstası ortaya koyan bir açıklamaydı. Ben de kendisine grupta teşekkür ettim. Burada batı ve biz diye bir ayrım yapmaksızın ortak ölçüleri kullanmamız lazım. Eğer hakaretse batılısına da hakaret, doğulusuna da hakaret. Ben nasıl batılı cumhurbaşkanı hakkında konuşurken dikkat ediyorsam, sizler basın mensupları olarak dikkat ediyorsanız, onlar da bizim için dikkat edecek.
Paris saldırısı sonrasında Hollande orduyu şehre davet etti, biz bunu yapmaya kalksaydık, Türkiye'de herhalde otoriterlikten, özgürlüğü bozmaya kadar çok ağır eleştirilere tabi tutulurduk. Dışarıdan daha çok içeride. Dışarıda bu daha kolay anlatılıyor. Paralel yapıyla ilgili burada muhataplarıma da anlattım, gelen bazı sorular üzerine. O zaman herkes tehdidin boyutlarını görebiliyor. Yoksa aklı almıyor. Dini görünümlü bir topluluğun böylesine sisteme sızıp, sistemi kontrol altına alarak siyaseti yönlendirme düşüncesi demokratik ülkelere o kadar yabancı ki, anlamakta zorluk çekiyorlar. Ama tekrar tekrar anlatacağız.
En önemli meselelerimizden birinin Güneydoğu'daki çatışmalar ve bunların sonuçları olduğuna şüphe yok. Siz de, hem terörle mücadelenin altını kararlılıkla çiziyorsunuz, hem de siyasi araçların da devrede olabileceğini zaman zaman söylüyorsunuz. Eğer silahsızlanma, silahı bırakma bir çözüm süreci yeniden gündeme gelecek olursa, bunun ön koşulu şiddetin durması, kanın son bulması olmasının dışında sizin için nedir? PYD'nin Suriye'nin kuzeyindeki konumu, PKK PYD ilişkileri, PYD'nin Rusya Amerika ilişkileri... Ülke içindeki sorunlar dışında, dış politik anlamda bir koşul gerektiriyor mu?
Bizim tarafta bu anlamda her şey yapıldı. Fakat özellikle dışardaki faktör, Suriye'deki değişen dengelerin getirdiği aşırı özgüven, Kobani, 6 -7 Ekim olayları, bunları Türkiye'de de bir iç isyan çıkartabilecekleri gibi bir vehme getirdi. Birileri de kulaklarına fısıldadı. Buradan kaynaklanan çözüm sürecini istismar eden bir dönem başladı.
7 Haziran'dan sonra ülkede sanki kaotik bir dönem varmış gibi, bir otorite yokmuş gibi bir algı oluştuğu için iyice bu yoldan saptılar ve silahsızlanmayı bırakın, silahlanmaya çağrı yapan bir tutum sergilediler. Çözüm sürecini askıya alan, buzdolabına kalkmasına sebebiyet veren temel müsebbip HDP ile PKK. Ondan sonra da biz, mademki siz kamu düzenini bozmaya kararlısınız, biz de kamu düzenini ihdas etmeye kararlıyız dedik.
Mutlak bir silahsızlanma gerçekleşmeden bu anlamda bir gelişme olması mümkün değil. Diyarbakır`da yaptığım açıklamada da bunun aksine bir görüş yok. Mutlak anlamda silahsızlanma. Bu bir ön şarttır.
Bu olup Türkiye'ye tehdit olma niteliği kalkarsa, Irak'taki Suriye`deki varlıklarının Türkiye'ye dönük tehdit olma niteliğinin kalkması lazım. Artık bir daha biz oralarda Türkiye'yi her an tehdit potansiyeline sahip bir şeyi doğru görmeyiz. Zaten PYD'ye bu anlamda gerekenler 2013'de söylenmişti. Bundan sonra nasıl bir tavır alacaklarını görmeden şu andan bir şey söylemek istemiyorum. Şu olursa böyle olur, bu olursa şöyle olur değil, önce Türkiye içinde mutlak anlamda silahsızlanma, Türkiye'nin, Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetiminin güvenliğini, sınırları tehdit etmeyen bir çizgi… Bunu bir görmemiz lazım.
"PKK, Erbil`deki yönetimi tehdit ederse, bu tehdidi bize yapılmış bir tehdit olarak kabul ederiz"
Bu ikinci bir ön şart olarak sayılabilir mi?
Tabii...
2013'te Mayıs`ta çekileceğim dedi ama çekilmedi. Her mevcudiyeti bizi tehdit ediyor. Bu anlamda mesela sembolik bir hamle, Diyarbakır'dan ben THY'nin uluslararası uçuşa açılacağını söyledim ve iki yere sefer başlayacak nisan mayıs ayında. Birisi Erbil, birisi Ercan.. Diyarbakır'dan Erbil'e uçuş semboliktir, Ercan'a uçuş semboliktir.
Bizim için dış Türkler dış Kürtler diye bir ayrım yok. Hepsi bizim için akraba topluluklardır. Dış Türkler ve dış Kürtlerin, bütün akraba toplulukların bizim himayemizde olduğunu gösteren bir hamledir. PKK Erbil`deki yönetimi tehdit ederse bu tehdidi bize yapılmış bir tehdit olarak kabul ederiz. PYD Suriye'deki Özgür Suriye Ordusu ve oradaki Türkiye'ye müzahir gruplara tehdit oluşturursa bize tehdit oluşturmuş demektir. Onlara da müsamaha göstermeyiz. Lazkiye`den Süleymaniye'ye kadar giden kuşakta artık her şey Türkiye'nin ulusal güvenliğini ilgilendiriyor.
"HDP, CHP'nin tek parti dönemindeki Türkiye gibi bir Güneydoğu arzuluyor"
HDP, 3-4 kez CHP'ye, AK Parti'ye karşı cephe oluşturma çağrısında bulundu. CHP'nin de, CHP tabanında anlam veremediği bir sessizliği var. CHP niye sessiz?
Bir ideolojik benzerlik. Yani biri Kürt Baas'ı, biri Türk Baas`ı, Esad da Arap Baas`ı. Zihniyetleri aynı. Daha çarpıcı bir şey söyleyeyim. CHP tek parti döneminde nasıl bir Türkiye arzuluyor idiyse, HDP de şu anda Doğu ve Güneydoğu'da aynı şeyi arzuluyor. Yani hiç bir özgürlüğün olmadığı, rekabetin olmadığı, totaliter bir tek biz varız ve başka kimse yok... PKK da şimdi, ya da HDP de, tek tip bir Kürt tasavvur ediyor. Onlardan farklı olan bir Kürt yaşamasa daha iyi olan bir Kürt`tür. Yani yaşaması caiz olmayan bir Kürt`tür.
Bölgedeki AK Partililere saldırıyorlar. İlçe başkanımızı kaçırıyorlar. Dışarıdan gelen bir AK Partili'ye aynı muameleyi yapmıyorlarmış neden? Çünkü Kürt bir AK Partili'yi ihanet etmiş görüyorlar. Çünkü hepsi tornadan çıkacak. Bu Stalinist HDP ile tek partici CHP arasında hiç fark yok. Ben Demirtaş'ın Kılıçdaroğlu'na yaptığı çağrıyı hiç yadırgamadım. Yakışır yani.
“Birileri onlara bir araya gelin diyor”
Zaten 7 Haziran'dan önce (Demirtaş) "Seni Başkan yaptırmayacağım" diye bir konuşma yaptı. O işaret fişeğiydi. 7 Haziran`a da bununla gidildi. 1 Kasım`a giderken bu koalisyonun doğurduğu zaaflar ortaya çıkınca, CHP biraz mesafe koydu. Şimdi tekrar birileri onlara bir araya gelin diyor. Bunların arkasındaki orkestra şefi paralel yapıdır. CHP`ye de aynı telkini yapıyor. PKK ile de irtibatları var. Onun arkasındakini de artık siz tahmin edersiniz.
Paralel yapı hâlâ bu kadar güçlü mü?
Paralel yapının en önemli hususiyeti sızabilme kabiliyetidir. Devlete sızma konusunda ne kadar başarılıysa örgüte veya CHP'ye, diğer siyasi partilere de aynı ölçüde etkide bulunabilme kabiliyetleri var. Değişik yöntemlerle…
İsrail ile yakın zamanda bir görüşme yapılacağı söyleniyordu. Normalleşme sürecinde nasıl bir takvim öngörüyorsunuz?
Bugünlerde bir görüşme daha gerçekleşecek. Bugün, yarın. Biliyorsunuz tazminat ve Gazze'ye ambargoların kaldırılması konusunda epey mesafe alındı. Üçüncü bir şartımız daha vardı. Bu üç şart gerçekleştiği an normalleşme süreci başlayabilir. Belli bir zemini var. Bu zemin üzerinde nihai noktaya gelinmeye çalışılıyor.
Niçin CHP 12 Eylül anayasasının değiştirilmesine bu kadar maksatlı olarak karşı çıkıyor. Burada bir anormalite yok mu? Bu bir vesayet arayışı mı?
Ben CHP'nin siyasi kadrolarının ciddi bir kafa karışıklığı içinde olduğu kanaatindeyim. Net bir vizyonları yok. Aslında siyasi özne olmadıklarını gösteriyorlar. Tüm hamleleri AK Partiye ayarlı. Biz bir konuyu gündeme getiriyorsak onlar da gündeme getiriyor. Gündemden çeksek gündemlerinden çıkıyor.
Korkuları veya temel kaygıları hiç bir zaman kendi başına iktidara gelmeyeceklerini düşündükleri için başkanlık sistemine veya değişikliğe karşı çıkıyorlar. Hâlbuki ben muhalefet olsaydım, bir siyasal sistem değişikliğinin yeni bir imkân oluşturacağını düşünürdüm. Yani şu anda cumhurbaşkanlığı makamı AK partiden seçildi, Başbakan da AK partili, bunun önümüzdeki 4 yıl değişmesi mümkün değil.
Kendisine (Kılıçdaroğlu`na) dedim "Gelin başkanlığa destek verin, değişiklik yaparsak, başkanlık sistemine geçersek, sizin de bir şansınız olacak. En azından 4 yıl hiçbir şansınız yok". Ama burada bir özgüven eksikliği var. CHP'nin problemi milletin kendisine oy vereceğine inanmadıkları için her türlü değişimden rahatsızlar. O özgüven olmayınca yeni bir imkân gibi görmüyor. AK Parti gücünü daha mı tahkim eder diye görüyor.
Ermenistan Azerbaycan konusunda Türkiye'nin atacağı adım var mı? Minsk Grubu'nun yapısının değişmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?
Minsk grubu ile ilgili konuda eskiden beri savunduğumuz bir görüştür. Üç eş başkan fiilen işleri götürdüğü için, diğer grup üyeleri devre dışı. Halbuki baktığınız zaman bu üç ülke de çok ciddi Ermeni lobisinin olduğu ülkeler. Burada dengeli bir durum söz konusu değil. Tabii Türkiye'nin devreye girmesini veya diğer ülkelerin girmesini de Ermenistan ve Rusya istemiyor. Bu anlamda Viyana'da AGİT'in devreye girmesi için Almanya ile girişimde bulunduk. Almanya AGİT`te dönem başkanı. Dolayısıyla Minsk grubunun değişmesi konusundaki kanaatimiz berrak. Minsk`e üye tüm ülkelerin devreye girmesi lazım
Son çatışmalara gelince... Biz böyle bir gerilimde Azerbaycan'ın haklı davasının yanındayız. Bütün imkânlarımızla da Azerbaycan ile kader birliği yapmış bulunuyoruz. Bu konuda hiç kimsenin bir tereddüdü olmamalıdır. Azerbaycan'a yönelmiş her tehdit Türkiye'ye yönelmiştir.
Güney Kafkasya da barış ve istikrarın olması için herkesin sorumlu davranması lazım. Önce Ermenistan tarafından başlatılan bir saldırı. Azerbaycan mukabelede bulunmuştur. Biz ateşkesin bir an önce sağlanmasını isteriz. Bölgede yeteri kadar tansiyon yüksekliği var. Yeni bir gerilim alanı oluşsun istemeyiz. Ama bu da gösteriyor ki, 90'lı yıllarda ortaya çıkan -ki ben o dönemi ateşkesler dönemi olarak adlandırmıştım- ateşkesler dönemi geçici barış getiriyor da, kalıcı istikrar getirmiyor. Bu açık bir şekilde bunu göstermiştir. Bir an önce Karabağ sorununa çözüm bulunması gerekir, Azerbaycan toprak bütünlüğü içerisinde.
Gecikilen her an bir ateşin fitili gibi tehlikeli bir ortam oluşturuyor. Onun için biz bir an önce hem ateşkes hem de müzakerelerin hızlandırılarak soruna çözüm bulunması gerektiğini düşünüyoruz.
Kaynak: Al Jazeera