Allahu Teâlâ`ya layıkıyla hamd, Efendimiz Muhammed`e Onun pak aline fedakâr ashabına ve hak yolda onlara tabi olanlara salat ve selam olsun.
Allah (cc) şöyle buyuruyor;
1. “Bugün sizin dininize son şeklini verdim ve size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak da İslam`ı seçtim.” (Maide 3)
“Biz sana bu kitabı her şeye bir açıklama, bir yol gösterici, rahmet vesilesi ve Müslümanlara müjde olarak indirdik” (Nahl: 89)
Bu iki ayet-i celileden de açıkça beyan edildiği gibi Allahu Teâlâ dinini tamamlamış ve insan neye muhtaç olursa mutlaka Kur'an-ı Kerim`de ona yer verilmiştir. Zira İslam, Allahu Teâlâ`nın son dini ve Kur'an da O`nun son kitabı olduğu için âlemşümuldürler, bütün insanlara hitap etmektedirler. Kur'an-ı Kerim`in şu ayetleri de bu hakikati dile getirmektedirler:
“Fakat o, Allah`ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir.” (Ahzap 40)
“Biz seni bütün insanlara sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe: 28)
Bu ayetlerde açıkça belirtildiği gibi İslam peygamberi Hz. Muhammed (sav) peygamberlerin sonuncusu ve bütün insanlara gönderildiği gibi İslam da son ve cihanşümul bir dindir. Yani bütün insanlar kıyamete kadar İslam`la yönetilmelidir ve onda huzur aramalıdır. Her iki cihanda da mutluluk adresinin tek kılavuzu ve hepsinden de daha önemlisi Allahu Teâlâ`nın rızasını kazanmasının ve O`na karşı kulluk vazifesini ifa etmesinin tek yoludur.
“Allah katında yegâne din İslam`dır.” (Al-i İmran: 19)
“Kim İslam`dan başka bir din arzularsa, onun bu arzusu asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Al-i İmran: 85)
2. Bilindiği gibi İslam dininin iki asıl, iki de fer`i kaynağı vardır. Asıl kaynaklar; kitap (Kur'an) ve sünnettir. Fer`i kaynaklar ise icma ve kıyastır. Zira Allahu Teâlâ bize şöyle ferman etmektedir:
“İndirdiğimiz bu kitap (Kur'an) kutlu bir kitaptır. Ona uyun ve uymamazlıktan sakının ki acınasınız.” (En`am: 155)
“De ki: ‘eğer Allah`ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevip günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.”
“De ki; ‘Allah`a ve elçisine itaat edin` Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kesinlikle kâfirleri sevmez.” (Al-i İmran: 31,32)
Hz. Resulüllah sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurmaktadır: “Aranızda iki şey bırakıyorum. Onlara bağlı kaldığınız müddetçe dalalete düşmezsiniz. Onlar; Allah`ın kitabı ve elçisinin sünnetidir.” (İmam Malik Muvatta, El-Fıkhu`l İslami Zuheyli C.8 s: 6381)
Bu hususta daha birçok ayet ve hadis mevcuttur. İcma için de âlimler şu delilleri zikretmektedirler: “Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra, peygambere karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yolu izlerse, onu yöneldiği yola döndürürüz ve onu cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” “Ümmetim dalalet üzerine icma (ittifak) etmez.” (İbn-i Mace; Mecmeu`z-Zevaid / El-Fıkhu`l-İslami ve Edilletuhu; Zuhayli C5 S: 3646(Arapçası))
“Ümmetimin dalalet üzerine ittifak etmemesini Rabbimden istedim. O da bana verdi.” (İmam Ahmed; Müsned)
Bu hususta daha birçok hadis vardır ve manasıyla tevatürdür.
Kıyasa delil olarak da şu deliller mevcuttur: “İbret alın ey akıl sahipleri”(Haşr: 2) Bunun gibi daha birçok ayet mevcuttur. Bu ayetin kıyasa delil olmasının biraz izahata ihtiyacı vardır. Fakat konumuz uzamasın diye buna girmiyoruz. Öğrenmek isteyenler Abdülkerim Zeydan`ın “El-Veciz fi Usulu`l-Fıkıh” kitabına bakabilir.
“Bir adam Hz. Resulüllah sallallahu aleyhi veselleme gelerek Ona: ‘Benim annem hacca gitmeyi nezretmişti. Ancak hac yapmadan öldü. Onun yerine hacca gideyim mi?` diye sordu. Hz. Resulüllah sallallahu aleyhi vesellem; ‘Annenin üzerine bazı borçlar olsaydı onun yerine öder miydin?` diye karşılık verdi. Adam ‘Evet` dedi. Hz. Resulüllah sallallahu aleyhi vesellem: ‘O zaman Allah`ın borcunu da öde, zira O`nun borcunu ödemek daha önemlidir.` Diye buyurdu”(Teysiru`l –Vusul C.2 S.327) (El-Veciz/Abdülkerim Zeydan S: 221) Bu adı geçen kaynaktan bu hususla ilgili daha birçok hadis ve sahabenin uygulamaları zikredilmektedir. Teferruatını isteyen bakabilir.
3. Şimdi asıl konumuza dönüyoruz.
Bilindiği gibi insan ve bütün kâinat Allahu Teâlâ tarafından yaratılmıştır ve Onun tarafından sevk ve idare edilmektedir. Birçok ayet ve hadisle belirtildiği gibi insanı İslam fıtratı üzerine yaratmıştır. Allahu Teâlâ biricik İslam dinine Hz. Muhammed (S.A.V.) aracılığıyla son şeklini vermiş ve onda bir eksiklik bırakmamıştır. O (sav) de vefat etmiş, nübüvvet son bulmuş ve vahiy sonsuza kadar kesilmiştir.
İşte bu hakikatten dolayı hiçbir kimsenin bu dinle oynamasının, ona en ufak bir şey eklemesinin veya ondan çıkarmasının yetkisi yoktur. Hz. Resulüllah sallallahu aleyhi vesellemden miras olarak insaniyete kalan kitap ve sünnetin nasları olduğu gibi muhafaza edilmelidir. Her insan kıyamete kadar hayatını ona göre ayarlamakla mükelleftir.
Bu kitap ve sünnet nasları sabit olan insan fıtratına uygun olarak ayarlanmıştır. Sürekli değişen ve yenilenen günlük hadise ve olaylara göre düzenlenmemiştir. Onun için naslar sabittirler ve değişmeye ihtiyaçları yoktur. Eğer bu şekilde ayarlanmasaydı değişikliğe ve reforma ihtiyacı olurdu ve dolayısıyla vahiy hitam bulmazdı.
Ayrıca bu şeri naslar kevni kanunlarla da çelişmiyorlar. Zira ikisi de aynı ilmi kaynaktan geldiği için onları bize gönderen ikisinin uyumunu da sağlamıştır. Dolayısıyla şeri kanunları uygulayan, kevni kanunları ihmal etmek veya kevni kanunlara dikkat eden şeri kanunları hiçe saymak zorunda değildir. Müslümanların yaşadığı mağlubiyetler hep birine sarılıp diğerine lakayt kalmasının ikisine de birlikte lakayt kalmasının sonucudur. Tarih bunun inkâr edilemez şahididir.
Bu ilahi nasların bir özelliği de sabit olmakla beraber daima taze ve çağa uygun kalmalarıdır. Çağlarla beraber akıyor, geri kalmıyor, onun günlük olaylarına ışık tutuyor ve insaniyete yol gösteriyor. Yeter ki onun dilinden anlayan müçtehitler ve müceddidler olsun. Zira yeniçağları açan ve onu yöneten insanın fıtratı ve bu fıtrata derc olmuş insan kabiliyetleridir. Yoksa çağ insanı yaratmıyor, öldürmüyor veya onu yönetmiyor. Bunu iddia eden Dehriyyunlar halt ediyorlar. Yani insandaki kabiliyetler hadiselerin neticesi değildir, belki hadiseler insandaki kabiliyetlerin ürünüdürler.
4. Şimdi de sayısız hadiseler için sayılı naslardan nasıl cevap bulabileceğimize bakalım. Bu hakikati şöyle izah edebiliriz.
Hz. Resulüllah sallallahu aleyhi vesellemin vefatından sonra İslam müçtehitleri, İslami ilimlerde uzman zatlar, içtihat edip yeni çıkan olay ve durumlar ile naslarla hükümleri belli olan eski olay ve durumları karşılaştırarak illet-i hüküm denilen ortak noktasını tespit ettikten sonra yeni durumları eskilere kıyas ederek yeni durumun hükmünü tespit etmişlerdir. Eskilerle ortak illeti tespit edilmeyen yeniler mubah kalmaktadır. Müctehidler maslahata göre ona bir hüküm vermektedirler. Zira eşyada ibahat (helallik) ve dinde maslahat esastır.
Bunu da belirtelim ki yeni olay ve durumlara örnek ve ölçü teşkil edecek örnekler asr-ı saadetteki naslarda genelde mevcuttur. Müçtehitlere bunu tespit düşmektedir. Zira Allahu Teâlâ ezelden kıyamete kadar bütün olay ve gelişmelerden haberdardır. Zira her şey O`nun iradesi ve kudretiyle olup bitmektedir. Allahu Teâlâ Hz. Muhammed (S.A.V.)`in risaletiyle peygamberliğe son verdiği için onun risaletini kıyamete kadar olup bitenlere yön verecek ve yasal açıdan bütün ihtiyaçlara cevap olacak şekilde ayarlamıştır. Eğer öyle ayarlanmasaydı risalet ve vahiy son bulmazdı. Yani İslam dininin şarii Allahu Teâlâ olduğu için o, kıyamete kadar vuku bulacak her şeyi bildiğinden yüce İslam dini bunlara cevap verecek şekilde tanzim etmiştir. Dolayısıyla İslam`da hükmü bulunmayan hiçbir olay olmamış ve olmayacaktır da. Bu hükümler âlimler tarafından ya araştırılıp bizzat bulunacak veya kıyas yoluyla tespit edilecektir. Aralarında illet açısından benzerlik olan yeni durumlar eski durumlara kıyas edilecektir.
5. Bu nasların manaya dalaletinde ve uygulamada ümmetçe ittifak sağlandığı için o naslarda artık yeni içtihatlar yapılamaz ve yeni uygulamalar söz konusu yapılamaz. Örneğin; bilerek kendi rızasıyla mürted olanın cezası ölümdür. Bilerek kendi rızasıyla zina yapan evli Müslüman erkek ve bayanın cezası İslami yönetimde recimdir. Müslüman hür kadının bütün bedeni yabancı erkekler için avrettir ve örtülmesi vaciptir. Sadece yüz, el ve ayaklarda ihtilaf vardır. Allahu Teâlâ`nın hükmü dışında başka bir hükmün doğruluğuna inanmak ve Allah (cc)`ın hükmünden üstün olduklarına inanmak küfürdür. Hz. Muhammed (S.A.V.) ile risalet ve nübüvvet hitam/son bulmuştur. Allahu Teâlâ tarafından artık kıyamete kadar ne resul ve ne de nebi gönderilmeyecektir. Hz. Resulüllah sallallahu aleyhi vesellem bütün insaniyete gönderilmiştir. Faiz haramdır. İçki haramdır. Beş vakti malum farz namazlar vaciptir. Ömürde bir defa imkânı olana hac vaciptir. Zekât vaciptir. Ramazan ayının orucu vaciptir. Daha bunun gibi birçok icmai hükümler vardır. Bir asr değil, on dört asırdan fazladır bütün ümmet icma ettiği ve üç kıtada miylonlarca Müslüman inandığı ve kendi hayatında aynen uyguladığı bu gibi hükümler tartışılmaya ve yeni içtihatlara açık değiller. Müsteşrikleşmiş bazı garp meftunları İslam`ın bu tür hükümlerini bile tartışmaya açmak peşindedirler. Tabi bunlar tahrifat peşindedirler ve çokları da bunların oyununa gelmektedir.
6. Şimdi de bakalım İslam`da Tecdit olabilir mi? Ve nasıl olmaktadır?
İslam`da tecdit vardır. Zira Hz. Resulüllah sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Şüphe yok ki Allahu Teâlâ her yüzyılın başında bu ümmetin dini durumlarını onlara yenilemek için birisini gönderecektir." (Ebu Davud, Hâkim ve Beyhaki sahih bir rivayetle nakletmişler/Cami`u`s-Sağir, İmam Suyuti H. No: 1845)
Ancak bu tecdidat/yenilenme nasıl olmaktadır. Bunun gerçek durumunu tespit etmek için İslam tarihinde âlimlerin on dört asır uygulamasına baktığımızda şu iki uygulamaya şahit oluyoruz.
1-Müçtehit âlimler her yeni hadise ve durumları hükmün illetinde emsallerine kıyas etmekle onlara yeni hükümler üretmişler. Yani her bir müçtehit genel manada bir müceddittir. Ancak bunlar bazen hadiste kastedilen müceddittlerden olmayabiliyorlar. Zira hadiste zikredilen müceddidler her yüz yılın başında gelmektedirler. Müçtehitler ise Müslümanların arasında sürekli bulunmalıdır ve her bir “mesafeyi kasır”da en az bir tanesinin bulunması farz-ı kifâyedir. Kısacası her bir müctehid(uzman) âlim İslam toplumunda bir küçük müceddittir. Zira yeni hadiselere hüküm tespit edip beyan etmektedir.
2-Bazı müçtehitler de daha büyük çapta ıslahat ve yenilikler gerçekleştirmişler. Bunlar; “Unutulan ve onlarla amel edilmeyen ayet ve hadisleri insanların gündemine getirmiş ve onlarla amel etmeyi sağlamışlar. Zamanla birbirine karışan sünnet ve bidatları birbirinden ayırmışlar. İlmin yayılmasını sağlamışlar. İlim ehline yardım etmişler. Bid`atçıların tesir ve hâkimiyetini kırıp onları zillete düşürmüşler.(Faydu`l-Kadir Şerhu Camiu`s-Sağir/menavi zikrettiğimiz hadisin şerhinde)
Kitap ve sünnetin nasları asr-ı saadette olduğu gibi kıyamete kadar diri, genç ve yenidirler. Onlar için hiçbir zaman ölüm, ihtiyarlık ve eskilik söz konusu değildir. Ancak onlara ehliyetsiz müçtehitler ve bid`atçı âlimler tarafından giydirilen yorumlar onları ihtiyar ve eski gösteriyor. Bazen de bir zaman ve mekâna has yapılan yorumlar başka bir zaman ve mekâna aktarıldığında da bu durum söz konusu oluyor. Zira insanın içtihat ve fikirleri de insan gibi ihtiyarlayıp eskimektedir. Dolayısıyla beşer fikrinin karıştığı ve onun gölgesinde kaldığı naslar da zamanla gençliğini ve berraklığını kısmi de olsa kaybediyorlar. Ayrıca unutulan naslar da ölmüş durumuna girmektedir. Onların dirilmeleri gündem yapıp onlarla amel etmekle oluyor.
İşte zikrettiğimiz hususlardan dolayı Allahu Teâlâ her yüzyılda İslam dininin ana kaynakları olan kitap ve sünnetin naslarını bu bid`at, yanlış ve zamanı geçmiş yorumlardan kurtarıp eski yenilik ve berraklığına kavuşturan bazı müceddid ve müçtehitler göndermektedir.
İslam tarihinde birçok sıkıntılı dönemler gelmiştir. Allahu Teâlâ her bir sıkıntıda bir veya birkaç müceddid göndermiş, onlarla sıkıntıları kaldırmış ve İslam ümmetine hak ve hakikati göstermiştir. Örneğin Emeviler döneminde siyaset çok kirlendi. İslami yönetim sisteminde müthiş tahribatlar yapıldı. İslam`ın adil yönetimi neredeyse kökten unutuluyordu. Allahu Teâlâ imdada Ömer bin Abdülaziz`i gönderdi. İslami siyaseti Raşit Halifeler dönemindeki gibi yeniledi, üzerine biriken kirleri kaldırdı ve onu eski berraklığına kavuşturdu.
Tabiin ve tabi-i tabiin döneminde hadis ilmiyle iştigal yaygınlaştı, muhaddisler çoğaldı ve ravilere olağanüstü bir ilgi gösterildi. Bu müspet durumdan bazı zındıklar ve sahtekârlar fırsat buldular. Zındıklar dini tahrip ve tahrif etmek ve sahtekârlar da ilgi görmek için birçok hadis ve eser uydurup sahte senetlerle rivayet edip yaydılar.
Allahu Teâlâ bu tahribatın önünün alınması için de Ahmed bin Hambel gibi büyük muhaddisler gönderdi. Onlara gayret, ilim ve kabiliyet verdi. Bu uydurma hadis ve eserleri ayıkladılar. Sahih hadislerden telifler yazdılar ve “Hadis Usulü” adında bir ilim ortaya koyarak sıfır derecede hadisin vaz`ini(uydurmasını) zorlaştırdılar.
Fıkıh sahasında da tabiin ve tabi-i tabiin döneminde bir tecdidata ihtiyaç oldu. Zira bazı zatlar gelişen olay ve durumlar için içtihat ve kıyası bir kenara bırakarak ayet ve hadisin zahirine göre hüküm vermeye başladılar. Bu durumda da birçok hadise ya cevapsız kalıyordu ya da birçok konuda çok zayıf hadislerle hüküm vermek zorunda kalınıyordu. Diğer bir kesim de içtihat ve kıyasa ağırlık vererek birçok hadisi devre dışı bırakıyorlardı. İşte bu ifrat ve tefriti düzeltmek için Allahu Teâlâ İmam Şafii (r.a) gibi dahi müçtehitleri gönderdi. Bu durumu düzelterek “Usulü Fıkıh” ilminin temelini attılar. Onunla ifrat ve tefrit arasında vasat yolu buldular ve suyu tabii mecrasında akıttılar. Bu hususta ilk eser veren İmam Şafii oldu. Er-Risale adındaki eseriyle bu ilmin kurucusu oldu. İmam Ahmed bin Hambel (r.a) buyurmuş ki; “Birinci yüz yıl müceddidi Ömer bin Abdülaziz`dir. İkinci yüz yılın müceddidi ise Şafii`dir.” Menakibu`ş-Şafii/ El-Beyhaki C.1 s:55)
Tecdide (yenilenmeye) ihtiyaç duyulan başka bir saha da akide sahasıydı. Zira ta sahabe ve tabiin zamanında bazı bid`at fırkaları çıkmaya başlamıştı. Özellikle Mutezile fırkası Me`mun (Abbasi halifesi) döneminde çok güçlenmişti. Me`mun onların tesirinde kalarak Kur'an`ın mahlûk olduğunu herkese zorla kabul ettirmeye çalıştı. Hatta birçok âlimi şehit ettiler, Ahmed bin Hambel gibi birçok âlimi de zindanlarda ağır işkencelerden geçirdiler. Mu`tezile akla ağırlık vererek nakli ikinci plana itmişti. Ehl-i Hadis adıyla kendilerini tanıtan bir fırka da akli hüccetlere hiç önem vermiyordu. Hatta bunlar akıldan bahsedenleri bid`atçılıkla suçluyorlardı. Sahabe-i Kiram ve Selef-i Salihinin vasat akidesi bu iki ifrat ve tefrit taifesi arasında sesi kısılmıştı. İşte tam bu sırada Allahu Teâlâ İmam Ebu`l-Hasan Ali bin İsmail el-Eş`ari`yi gönderdi. Ehl-i Sünnet ve`l-Cemaat adı altında sahabe ve Selef-i Salihin`in berrak akidesine müthiş ilim ve zekâsıyla arka çıktı. Aklın ve naklin birbirine zıt olmadığını aksine birbirini tamamlayan iki unsur olduğunu savunarak İslam akidesini bu iki ilahi nurun ışığında vaat etti. Böylece bu hususta da su mecrasını buldu.
İmam Gazali döneminde de felsefe çok revaçta idi. Eğitim merkezlerinin vazgeçilmez derse haline gelmişti. Eflatun, Aristo vb. filozoflara büyük bir ilgi vardı. Bunlar doğru ve hurafeleri hiç ayırmadan olduğu gibi ve öğrencilerin seviye durumuna hiç bakmadan ve değerlendirmeden herkese felsefeyi okutuyorlardı. Tabi bu durum büyük tahribatlara sebep oluyordu. Diğer yandan da bu müthiş tahribatı ve felsefedeki küfre varan batıl ve hurafe mevzuları gören bazı zatlar da bu işe kökten karşı çıkarak felsefecilerle amansız bir mücadeleye giriştiler. Onlar felsefecileri küfürle, felsefeciler de onları cehaletle suçluyorlardı.
İşte tam bu kavganın kızgın anında Allahu Teâlâ İmam Gazali gibi dahi bir zatı bu karmaşık durumu düzeltmek ve bir ab-ı hayat olan İslam öğretilerini tabi mecrasına yöneltmek için gönderdi. İmam Gazali İslami ilimlerde zirveye yükseldikten sonra felsefeye yöneldi ve bunda da zirveye ulaştıktan sonra tashihat ve tecdidata başladı. Akıl nurunun ürünü olan ve mantık adıyla meşhur olan felsefenin doğru ilkelerini, diğer dinlerden felsefeye karışan batıl ve hurafelerden ayırdı. Felsefeyi ne kökten ret ne de tümden kabul etti. Doğruya doğru, yanlışa yanlış dedi ve doğruya sahip çıktı. Ancak felsefenin doğru kısmını da herkese okutulmaması ve öğrencilerin durumuna göre davranmak gerektiğini söyledi. Böylece mantık İslam`ın hizmetine geçti ve İslami ilimlerden biri oldu. Tabi su yine mecrasında akmaya başladı.
Böylece günümüze kadar her yüz yılda Allahu Teâlâ müceddidler göndermiş ve gereken sahalarda tecdidatlar yapmıştır. Zaman ve mekânın ihtiyacına göre İslamiyet`in icmai ve asli yapısını bozmadan müçtehitler yeni içtihatlar yapmışlar. Bid`at ve cehalet bulutlarını ilim ve ferasetleriyle dağıtarak insanların vahyin güneşinden istifadesini sağlamışlar.
Fetvakurulu / Molla Beşir VAROL