Araştırmacı yazar, sosyolog Müfit Yüksel, 1987 yılından bu yana siyaset, Kürt sorunu, din ve Ortadoğu konularında makale ve kitaplar yazıyor. 1993 yılında “Kürdistan`da Değişim Süreci” kitabını “Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin”, “Bektâşîlik: Ve Mehmed Ali Hilmî Dedebaba” başlıklı kitapları takip etti. Yüksel, özellikle Kürt sorunu ve İslâmcılık konularında çok sayıda makale yazdı. Müfit Yüksel halen düzenli olarak Yeni Şafak Gazetesi`nde yazıyor. Müfit Yüksel, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan`ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu döneminde danışmanlığını yaptı. Yüksel ile sık sık gittiği Güneydoğu`da son süreçte yaşananlarla ilgili konuştuk. Özellikle muhafazakâr ve İslâmcı Kürtleri yakından tanıyan Yüksel, AK Parti`nin Kürt sorunu için yeniden girişimde bulunması gerektiği görüşünde. Yüksel`e göre, bölgede PKK`ya yöneliş durdu ve çözülmeler başladı. Uzun süredir Arnavutluk ve Balkanlar üzerine araştırmalar yapan Yüksel`in Arnavutlar ve Kürtler arasında tarihsel benzerlikler kurarak söyledikleri dikkat çekici.

"PKK uzun vadeli düşündü"

Siz 1980`lerden bu yana Kürt Meselesini İslâmcı/Muhafazakâr kimliğinizle yakından takip ediyorsunuz. İslâmcı ve Muhafazakâr kesimlerle yakın ilişkileriniz var. Türkiye`de şu anda Güneydoğu`da çatışmalar yaşanıyor. Çatışmaların yaşandığı yerlerde yaşayanlar evlerini terk ediyor. Size bölgedeki PKK`ya mesafeli muhafazakâr ve dindar insanların hâlet-i ruhiyesini sorsam ne dersiniz?

Şu anda ikilem içerisindeler, kendilerini sahipsiz hissediyorlar. Çatışmalar öncesinde PKK`ya doğru sistematik ve kurumsal bir yönelme vardı. Bazı İslâmi gruplar neredeyse PKK`ya angaje olmuşlardı. Bu durdu. Şu anda PKK`dan bir çözülme yaşanıyor.

Şu an yaşananları konuşacağız ancak İslâmi/Muhafazakar kesimlerin PKK`ya angaje olmasını sağlayan neydi?

Bölgede 1980`li yıllardaki radikal İslâmcı potansiyel 1990`lardan sonra çöktü, ideolojik radikal İslâmcılığın 90`lardan sonra bir geleceği yoktu. Seyyid Kutup, Mevdudi, Hasan El-Benna literatürünü okuyarak gelen, ideolojik bilinci fazla olan siyasal İslâmcılık Soğuk Savaş döneminde zirve yaptı fakat iki kutuplu dünyanın çökmesinden sonra ideolojiler çöktü. İdeolojik ütopyalar çöktü. Bu çöküş daha çok Marksist cephede oldu, ancak genel olarak kökenleri Aydınlanma/Enlightenment düşüncesine giden ideolojik ütopyalar çöktü. Bu çökünce Soğuk Savaş dönemi ideolojik düzlemi üzerinden kendini ifade eden radikal siyasal İslâmcılık da cazibesini kaybetti. Sonra da bölgedeki radikal siyasal İslâmcılar birbirlerine karşıt hale gelip adeta birbirlerini tasfiye ettiler. Geleneksel dini yapılar, zaten zaman içinde büyük oranda darbelere/çöküşe mâruz kalmıştı. Geleneksel dini yapıları temsil eden Şeyh/molla aileleri de önemli oranda erozyona uğradılar.

Bunun farklı sebepleri var. 19. yüzyılda bölgede şekillenen Nakşibendiliğin Hâlidiyye kolu, zaman içerisinde belli ailelerin elinde kaldı. Ancak, modernleşme sürecinde bu ailelerin büyük bir bölümü hiç de iyi sınav veremedi. Bir de radikal/siyasal İslâmcı gruplar bunlarla çelişki/çatışma içine girdi, bunları önemli oranda zayıflattılar. Kürt siyasal hareketleri de 1940`lı yıllardan itibaren sekülerleşme eğilimi gösterdi. Daha sonra 1960`lı yıllardan itibaren Kürt siyasal hareketleri bazında Marksist, sosyalist bir çizgi gelişti. 1970`li yıllara gelindiğinde Marksist/sosyalist akımlar Kürt siyasal hareketleri üzerinde bir hâkimiyet kurdu. 1950`li yıllardan itibaren ise bölgedeki geleneksel İslâmi/dini ailelerin genç kuşakları, Demokrat Parti`den, Adalet Partisi`nden milletvekili oldular bu durumun da yol açtığı problemler oldu. Radikal siyasal İslâmcı gruplar Hariciliği çağrıştıran, tekfirci, çatışmacı, toparlayıcı olmayan, ötekileştirici tonlar taşıdığı için kendini bölgede inşa edemedi. Beslendikleri literatür yerel değildi, yerel dini dinamikleri dışladılar/ötekileştirdiler. O literatürün Kürdistan`da yol alması mümkün değildi. 1990`lı yıllara gelindiğinde bölgede bir PKK bir de devlet kaldı.

Şu anda da durum bu minval üzere. Bölgede PKK karşısında ciddi bir sivil toplum kuruluşu bile bulunmuyor artık, zamanla durum bu hale geldi. 1993 şartlarında PKK toplumsal taban yoğunluğu anlamında bugünden çok uzaktaydı. Bugünkü kadar potansiyeli özellikle gençliği asla bu yoğunlukta değildi. Ülke dışında, Bekaa`da vs. Kırsalda silahlı güce dayanıyordu, sürekli çatışarak kendini ayakta tutuyordu. Eğer 1993`deki Merhum Özal`ın sağladığı ateşkes 8-9 ay devam etseydi. PKK`nın dağ kadrosu büyük oranda çözülürdü/dağılırdı, o dönemde ciddi bir şehir kadrosu, örgütlenmesi de yoktu zaten. Merhum Turgut Özal`dan sonra tekrar çatışma ortamına girildi. Bu da PKK`nın gücüne güç kattı. PKK askeri yöntemlerle bazı alanlarda geriletilse bile PKK o dönem şunu dedi: “Ben 20 sene sabrederim/beklerim, 20 sene sonra bölgede gençlik benim kuşaklarım/gençliğim olacak” dedi. Çünkü PKK kurumsallaşmasını sadece askeri/silahlı anlamda oluşturmadı. Sivil alanda da kurumsallaşmalara gitti. Zamanla, PKK`nın emellerine/amaçlarına hizmet eden en az 20 kadar yayınevi en az bir o kadar kurum, kuruluş oluştu. PKK kendisine müzaheret eden üst akıllara da dayanarak uzun vadeli politikalar belirleyip, projeler uyguladı. Devlet, PKK kadar uzun vadeli politikalar/projeler üretemedi. PKK, o tarihteki kurumsallaşmalarının meyvelerini topluyor bugün. PKK insanlara etnik Kürt damarından girdi. Halkın dinine/imanına, dini geleneklerine ters yönde olsa da, maalesef o etnik damar kanalından gençleri etkiledi. Gençlere o yönde dinamizm vaat etti, gençlik de dinamizmi orada gördü.

"AK Parti ince ayarlı siyaset yapamadı"

2005 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan`ın Diyarbakır`da “Kürt Sorunu”nu telaffuz etmesinin ardından AK Parti`ye ciddi bir yöneliş olmuştu. Daha sonra AK Parti ile Kürtler arasında iniş çıkışlı bir ilişki oldu. Neden oldu bu iniş çıkışlar?

Bölgede geçmiş yıllara dair üç örgütlü yapıdan bahsettim bunlar: Geleneksel dindar yapılar, radikal/siyasal İslâmcı gruplar ve PKK. Bunlar dışında ise kitleler var. Bunlar dışındaki kitlede dindarlar çok geniş yer tutuyor. Bu dindar kitle 70`li yıllardan beri muhafazakâr çevrelere yakın durdular. 70`li yıllarda bazı Kürt gençleri Marksist örgütlerde yer alsa bile bunlar büyük rakamlar değildi. Dindar kitleler, Adalet Partisi`ne, Milli Selâmet Partisi`ne oy verdiler. PKK`nın bugün 19. yüzyılda, 20. yüzyılda Kürt Hareketi`nin liderleri olarak gördüğü kişilerin aileleri hep Merhum Necmettin Erbakan`ın yanındaydı. Mesela Şeyh Said`in oğlu Şeyh Selahaddin, Necmettin Erbakan`ın yanında miting miting dolaşıyordu. Hatta, Bedirhani ailesinin bazı üyeleri, Meşhur Seyyid Taha ailesinden İkinci Seyid Taha`nın oğulları. PKK`nın idolleştirdiği bu isimler hep MSP`nin, daha sonra da Refah Partisi`nin yanında oldu. Söylemek istediğim, “Kürt kartı” Milli Görüş hareketinin elindeydi aslında. Kürt sorununu çözecek irade bunların elindeydi aslında. Ancak bu siyasal yapı belli sebeplerden dolayı Kürt sorununu göremedi, görmezden geldi. 1991 yılındaki seçimlerde Refah Partisi`nin Milliyetçi Çalışma Partisi ile yaptığı ittifak Kürtlerin kitlelerinin son sığınma yeri olan Milli Görüş limanını kapattı. Turgut Özal son yıllarında bunu iyice gördü alan açmaya çalıştı ama ömrü vefa etmedi. Sonra zaten bölge halkı, PKK ile devlet arasında, çekiçle örs arasında kaldı.

2005 yılında dönemin başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan Diyarbakır`daki konuşmasında “Kürt sorunu” dedi. Ondan sonra bölge halkında tekrar yoğun bir teveccüh başladı. Bu yoğun teveccüh 2007 seçimlerine açıkça yansıdı. Hatta bizzat Başbakan Erdoğan o zaman TBMM`ye bağımsız olarak giren Demokratik Toplum Partisi`ne “Sizin 20 Kürt milletvekiliniz, bizim ise 75 Kürt milletvekilimiz var” diyerek nispet de bile bulundu. Bu tutum, Kürt sorununu, Kürt kimliğini sahiplenmek demekti. “Orayı biz temsil ediyoruz” demekti.

2009 yerel seçimlerinde bu kez AK Parti içinde “Ya sev ya terket” benzeri söylemler yükselişe geçti. Kötü aday profili ile de bölgede belediyeler büyük oranda BDP`ye teslim edilmiş oldu. İşte burada büyük bir sıkıntı/yanlışlık var. 2007`de Kürt milletvekili sayısı ile övünülürken 2009`de gelinen bu durum gerçekten açıklanmaya muhtaç. Bu durum sadece “Oylarımız Karadeniz`de, Orta Anadolu`da MHP`ye gider” söylemiyle açıklanamaz. AK Parti burada bir ikilem karşısında kaldı, ince ayarlı siyaset kesinlikle ortaya konulamadı. Türkiye`de uzun vadeli siyaset planlama yapılmadığının bir örneği olarak değerlendirilebilir.

"AK Parti masanın Türk tarafında algısı oluştu"

2013`te AK Parti bir adım attı ve çözüm sürecini başlattı. Sizce bu süreç niye yürümedi?

Çözüm süreci, Kürt sorununa ilişkin tablonun tümünün PKK ile müzâkere edilmesi şekline dönüşüp o yönde gelişti. Bu stratejik olarak büyük bir hataydı. Çünkü Kürt kimliği, tablonun bütünü PKK ile müzâkere edilecek bir şey değil. PKK ile neyi müzâkere edersiniz ? Onun Kandil'de ve kırsalda silahlı militanları var, silahlanmış şehir yapılanması var. PKK ve uzantıları ile silahlı güçlerin tasfiyesini, cezaevlerindeki PKK`lıların, militan veya yandaş, durumunu konuşursunuz, Abdullah Öcalan`ın cezaevi koşulları, ev hapsine alınıp alınmaması durumu gibi konuları müzâkere edersiniz. Bunun dışındaki reformları bütün Kürtler için yapacaksanız, muhatabınız PKK değil, bütün halk olmalı. Kendinizi masanın sadece bir tarafına koyarsanız çözüm olmaz, siz Kürt tarafında da olmalısınız. AK Parti`nin masanın aynı zamanda Kürt haklarını savunan tarafında da olması lazımdı. 2007`deki "Bizde 75 Kürt milletvekili var” söylemine kesinlikle sahip çıkılmalıydı.

2011`den sonra AK Parti, kamuoyundaki algı bağlamında, masada Türk tarafına geçti. PKK ve uzantıları masanın Kürt tarafı gibi algılandı. Dolayısıyla, çözüm sürecinde, Kürt kimliği zemini büyük oranda PKK tarafına kaydı. Sonuçta 7 Haziran seçimlerindeki tablo ortaya çıktı. HDP, bölge dışındaki Kürtlerden bile ciddi/büyük oranda oy alabilecek bir şemsiye haline geldi, dindar ve İslâmcı Kürt gruplarının bazı temsilcilerini de içine aldı. Fakat 7 Haziran sonrasında sonra PKK/Kandil bir harakiri yaptı. PKK`nın Şehir-Gençlik yapılanması olan YDG-H seçimden iki-üç gün sonra bölgedeki tüm sivil toplum kuruluşlarına bildiriler gönderdi. Bu bildiriler sürecin bitirilmesi ve adeta açık savaş ilanıydı. Ben bu bildirilerden bazılarını gördüm. Bildirilerde “Bundan sonra burada sadece biz varız, burada hükümet de, tek otorite de biziz, bizimle muhatap olacaksınız” denildi. Yani bağımsızlık ilânı gibi bir şeydi. Korkunç, ağır şartlar taşıyan bildirilerdi. Halk bunlara “Dağlarda silahla dolaşacaklarına düz ovada siyaset yapsınlar, atık silahlı mücadele dönemi bitti” diyerek oy vermişti. PKK seçim sonuçlarını Sol/Stalinist ideolojik temelin alışkanlığıyla “Devrimci halk ayaklanması”nın fitilinin ateşlenmesi olarak değerlendirdi, böyle bir denemeye girişti. Kasım seçimlerinde halk buna tepki olarak, PKK`nın siyasal uzantısına desteğini geri çekmeye başladı.

Orada şu anda PKK dışında örgütlü bir yapı yok. Bölgede halk/kitleler, buna rağmen, şu anda PKK ve onun şehir yapılanmasına karşı ciddi bir direnç gösteriyor. AK Parti`nin bunu iyi okuması/anlaması gerekiyor. Halkın, her şeye rağmen bu direncini/sağduyusunu AK Parti`nin görmesi lazım. Ben bu itiraza, halkın sağduyusu diyorum. Burada önemli olan nokta bu direniş ancak AK Parti, sabırsız bir tutumla şunu bekliyor. “HDP`ye giden oyların yüzde 95`i bir-iki ay zarfında bana dönsün” diyor. Bir-iki ayda nasıl birden dönecek? Burada problem düğümleniyor. Bölgede, devlet dışında PKK`yı dengeleyecek, geriletecek organize başka bir yapı bırakılmamış. Organize olmayan, tek tek bireylerden oluşan, ve yıllardır örgüt baskısına mâruz kalmış halk kitlelerinden birden bire böyle bir mucize beklemek o halka büyük bir haksızlık.

"AK Parti reformları devam ettirmeli"

Şu anda PKK desteğinde bir çözülme var ama çözülmenin gideceği yer yok diyorsunuz değil mi? Peki ne yapılabilir?

AK Parti yeniden reformları devam ettirmeli. Kimse ile pazarlık yapmadan gerekli reformları bizzat kendisi yapacak. Kürt kimliğini benimseyip “masanın karşı tarafında da biz varız. bu bağlamda sorunu nasıl çözeriz” diye düşünmesi gerekiyor. “Kürt sorunu var” diyerek, bunu da PKK`dan soyutlayarak çözmeye çalışmalı. Bu denilmezse/yapılmazsa PKK marjinalize edilemez. AK Parti`nin çok ciddi olarak reformlar yapması, bu konuda daha fazla adımlar atması lazım. Bu ülke bir imparatorluk bakiyesi ve bir imparatorluk bakiyesinin çekilebileceği son sınırlar üzerinde. Sınırlar tartışılmamalı. Bu anlamda Federasyon çözüm getirmiyor. Ulus devletten ortak devlete doğru bir gidiş olması lazım. Ortak devlet derken herkesi kapsayan/kucaklayan, anadil dahil tüm temel kimlik haklarını garanti altına alan az ve öz bir anayasayı yazmak lazım.

AK Parti`nin buna niyeti var mı sizce?

"AK Parti`nin buna niyeti var mı?" sorusunun ötesinde Türkiye`deki başka aktörlerin, bu konuda devleti etkileyen başka güçlerin niyeti var mı? Buna bakmak lazım. Niyet okuyamıyoruz ama bir sıkıntı olduğu ortada. Ben Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan`ın buna açık olabileceğini düşünüyorum.

Cumhurbaşkanı Erdoğan`dan sık olarak “Kürt sorunu yoktur” cümlesi duyuyoruz. Bu söylediğiniz nasıl olacak?

Ama “Kürtlerin sorunu vardır” da diyor.

Şöyle sorayım o zaman. Erdoğan sorunu “kimlik sorunu” olarak kabulleniyor mu?

Kürt sorunu derken PKK`nın kastettiği gibi bir Kürt sorunu değil de “Kürt halkının sorunları” var diyor sanırım. Bir açık kapı bırakıyor. Bu açık kapının üzerinden gidebilir.

Özetle AK Parti Kürt meselesi için bir reform başlatmalı diyorsunuz değil mi?

Elbette, başlatmalı başka hiçbir şansı yok. Şu anda PKK`dan çözülen halkın AK Parti`ye veya başka partilere yönelebilmesi için AK Parti`nin Kürtleri, Kürt kimliğini sahiplenecek bir çizgi tutturması icap ediyor. Kimlik taleplerine yanıt verecek ve tarihten gelen beraberliği de değerli kılmaya çalışması lazım. PKK asırları aşan bu beraberliği değersizleştirdi. “Bin yıldır beraberiz” diyen bir kısım Türkçü kesimler de bu konuda iyi niyetli/samimi değil. Onlar bir taraftan bunu iyi niyetli olarak söylemezken PKK`da diğer taraftan bu asırları aşan bin yıllık değeri algı operasyonlarıyla değersizleştirdi.

"AK Parti tabanında Kürt denilince tepki oluşmaya başladı"

Yakın zamanda Yeni Şafak Gazetesi`nde yazdığınız bir yazıda “Dindar/İslâmi kimliğe sahip Kürtlere dahi şüpheli bölücü, potansiyel suçlu muamelesi yapılıp sürekli samimiyet testine tabi tutma, hizaya/sigaya çekme gibi bazı sözde muhafazakâr çevre ve şahısların, bir de kendilerini devletin yerine koyan bu tutumu bizi canımızdan bezdirdi” diye yazdınız. İslâmi ve muhafazakâr kesimin Kürtlere bakışından yakınıyordunuz. Neydi sizi canınızdan bezdiren?

Kürt lafı edilince aşırı tepki gösterilmeye başlandı. Geçen sene bile herşeye hoş bakan insanların bir kısmı aniden dönmeye başladı. Bazıları MHP`den de ileri konuma gelmeye başladı. Maalesef bu tutum AK Parti tabanında şu an gelişiyor. Rahatsız edici bir durum. Bu tutum reformların önünde engel teşkil eder. Bu tutumu/gelişmeyi tasfiye etmek, kurutmak lazım. Yoksa böyle bir akımın gelişmesi ileriki aşamalarda ülkede iç savaşa davetiye çıkarır.

Bu tepkiler AK Parti tabanından mı geliyor?

Evet, sosyal medyadan gözlemlediğim kadarıyla, tabandan geliyor, tavandan değil. Bu kesim, bölgede halkın PKK`ya karşı direnişini göremiyor. Orada halk PKK`nın bütün çaba ve çağrılarına rağmen, sokağa çıkmıyor, örgütün hedeflediği devrimci halk savaşını başlatmadı. Orada halk PKK`yı bir anda söküp atamaz, çünkü organize değiller, hepsi tek tek bireylerden oluşuyor. PKK karşısında, sivil örgütlenme anlamında insanların, halk kitlelerinin önlerinin açılması lazım. Devlet bu konuda henüz adım atmış değil.

Bu konuda kullandığınız bir tanım da “İslâmi ötekileştirme” bununla neyi kastediyorsunuz?

Bir takım İslâmcılar, Türkçülük yapmaya başladılar.

Bu son dönemlerde mi olmaya başladı?

Evet. İslâmi kökenli, İslâmi hassasiyeti olan Kürtlere bile şüpheyle, potansiyel PKK`lı gözüyle bakıp sürekli onları PKK`lı olmadıkları yönünde teste tabi tutuyorlar, mucizevi kanıt istiyorlar, buna zorluyorlar. Bu tutum çileden çıkartıcı bir hal almaya başladı.

Sizce bu eğilim AK Parti tabanında güçleniyor mu?

Ben, sosyal medyayı baz alırsak, güçlendiğini görüyorum bu çok rahatsız edici. Bu dil bir Erdoğan da Davutoğlu`nda yok ama tabanda böyle bir dil, sanki gizli bir elle, yaygınlaştırılıyor. Mesela Kürtlere, Ermeni muamelesi, gayrimüslim muamelesi yapmak. Muhafazakâr kesimde Ermeni meselesine ilişkin bir imaj var. Bu imajın yanlışlığı ayrıca sorgulanır. Bu olumsuz imajı aynen Kürtlere de tatbik etme eğilimi var. Bu problemli/hastalıklı bir bakış açısı. Böyle bir zihniyetin gelişmesi çatışma getirir bu çatışma da maalesef çok kanlı olur. Ülkeye, Müslümanlığa yazık olur.

Arnavut-Kürt benzetmesi

Yine aynı yazıda “Müslüman kavimlerin küstürülmesinin, itilmesinin İslâm âlemi için, ümmet için ne kadar pahalıya mal olduğunu tarihten gelen tecrübe ile biliyoruz. Bunun yakın tarihteki en önemli örneği Müslüman Arnavutlar`dır” diyerek Balkan Savaşları sonrasında Arnavutların Osmanlı`dan ayrılmasına gönderme yapıyorsunuz. Neden bu benzetmeyi yaptınız?

İttihatçı irade onları Osmanlı düzlemi içerisinde tutamadı, o iradeyi göstermedi. İttihatçılar, stratejik akıl koyamadı. Maceracılıkla her tarafı kaosa verip, İmparatorluğun eldeki topraklarını darmadağın ettiler.

Benzer bir durum bugün Kürtler için de mi geçerli?

Sanki oraya doğru sürükleniyor. AK Parti tabanında ya da muhafazakâr tabanda şu son dönemde Kürtlere karşı gelişen/yükselen bu tutum oraya doğru yol açar. Bunun kesin olarak engellenmesi lazım. Kürtler PKK ile, örgütle özdeşleştirilerek o tarafa doğru zorla itilmeye çalışılıyor. Yüz yıl önce de, Arnavutların silahlarını zorla toplama gibi, son derece yanlış uygulamalarla Arnavutlar, ayrılıkçı siyasal grupların kucağına itildi. Buraya doğru tehlikeli bir gidiş söz konusu. Bunu mutlaka, her ne pahasına olursa olsun önlememiz lazım. O zamanlarda yine de Arnavutların büyük bir kısmı Osmanlı ile birlikte kalmak için direndi ama o dönemde orada Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar güçlenmişti, muvaffak olunamadı. Bir taraftan Balkan savaşları, diğer taraftan İttihatçıların kötülükleri ve stratejik akıl yoksunluğu felaketlere yol açtı. Bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu`nun, bürokrasi ve askeriye başta olmak üzere, en kuvvetli topluluğu olan, 33 sadrazam çıkarmış Arnavutların, 19. yüzyılda, 20. yüzyıl başında, her ne sebeple olursa olsun küstürülmesinin, özellikle İttihatçı idarenin 1911'de Arnavutların silahlarını zorla, onurlarını kırarak toplamasının neticede itmesinin, Osmanlı`nın merkez hinterlandı olan Rumeli'`nin tamamı ile kaybedilmesinde, ikinci bir Endülüs haline gelmesinde en temel rolü oynadığını bilmekteyiz. İttihatçıların o dönemde yaptıklarını/siyaset-idare tarzlarını tekrarlamamak lazım. İttihatçı/Jön-Türk aklı, stratejik ve hakkaniyetli bir akıl değil. İttihatçıların o dönemde Arnavutlara yaptığını, asla Kürtlere yapmamak, 1912-13 travmalarını yaşatmamak lazım. İslâm aleminin kalbi sayılan geniş bu coğrafyada meskûn, İslâm tarihinin erken dönemlerinde Müslümanlığı toplu olarak kabul etmiş bir kavmin; milliyetçilik/ırkçılık saikasıyla, aşağılama/küçümseme psikolojisiyle ötekileştirilip, ortak paydalardan uzaklaştırılma, ümmet sınırları dışına atılma çabaları, ümmet içine tahrip kalıbı atmaya eşdeğerdir.

"Sizin bu ümmetin içinde ne işiniz var. İslâm Dünyasının hiçbir sorunu sizi ilgilendirmez. Sizinle ortak paydamız yok" tarzında söylemler, coğrafyamıza yapılan en büyük kötülüklerden biridir. Bir taraftan, Kürtler içerisinde kök salmaya çalışan din karşıtı, etnik/Stalinist-ulusalcı örgütlenme ve hareketlerden şikayet edilirken; diğer yandan başta İslâmi kimliğe ve ümmeti gözeten hassasiyetlere sahip Kürtlere yönelik bu tarz dışlanma/ötekileştirilme ameliyesi asla kabul edilemez. Bilinçli/bilinçaltı olarak Kürtleri ümmetten/İslâm`dan dışlayıp kovmaya yönelik söylem ve tutumların coğrafyamızda daimi bir kargaşaya sebep olacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Oysa ki, Anadolu'`nun, Diyarbakır'ın, Dohuk'un, Erbil, Kerkük ve Süleymaniye'nin güvenlik hattı, en batıda Bosna, Priştina ve Tiran'dan geçer. Rumeli ile bağlarını koparmış bir Anadolu, Kürdistan''ı da kaybederse, "Müslüman" vatanı olma özelliğini de tamamen kaybetmiş olur. Bunun bedelini sadece Anadolu ve Kürtler değil, tüm İslâm coğrafyası ödemek durumunda kalır.

Kaynak: Aljazeera