22 MART

TARİHTE BUGÜN

DÜNYA SU GÜNÜ
1993 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 22 Mart tarihini "Dünya Su Günü" olarak ilan etti.
"Dünya Su Günü", gerek BM üyelerinin, gerekse diğer dünya ülkelerinin giderek büyüyen temiz su sorununa dikkat çekmek, içilebilir su kaynaklarının korunması ve çoğaltılması konusunda somut adımlar atılmasının sağlanmasında teşvik olması amacıyla bu isme bir gün adamak anlamında oluşturularak her üç yılda bir toplanmaktadır.

1683: Merzifonlu Kara Mustafa Paşa idam edildi. Osmanlı'da katledilen 40 kadar Sadrazamdan biri olmasına rağmen tarihçilerin üzerinde en çok konuşup tartıştığı Osmanlı devlet adamıdır. Viyana kuşatmasında başarısız olduğu için düşmanlarının padişahı kışkırtmasıyla idam ettirilmiştir. Bilindiği gibi, Viyana Kuşatmasının başarısız olmasıyla Osmanlının Avrupa`daki "Fetih Dönemi" de kapanmış oldu.

1913: Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen doğdu. Atatürk, Bursa gezisi sırasında onu alıp Ankara'ya götürmüş ve Amerikan Kolejlerine yollamıştı. "Dünyanın İlk Kadın" ve "İlk Kadın Savaş Pilotu" olan Gökçen, Dersim Ayaklanmalarına karşı yapılan askeri harekata katılmış, Dersim'i bombalamıştır. Bazı kaynaklar Dersim'de kimyasal bombalar kullandığını söylerken resmi olarak bu kabul edilmemektedir. Son yıllarda bazı Ermeniler ortaya çıkarak Gökçen'in teyzeleri olduğunu söylemişlerdir.  Sabiha Gökçen, özellikle Dersim'de sivilleri bombalamasından dolayı eleştirilen bir isim olup doğduğu gün 22 Mart 2001'de ölmüştür.

1919: Osmanlı devletinin eski Stockholm büyükelçisi Şerif Paşa Kürtlerin temsilcisi sıfatıyla Paris Barış Konferansına “Kürtlerin iddialarına ilişkin” bir muhtıra sundu.

1933: Dachau (Dahho) Toplama Kampı kuruldu. Dachau Toplama Kampı Naziler tarafından kurulan ilk düzenli toplama kampıdır. Alman Komünistler, Sosyal Demokratlar, İşçi Sendikaları, Nazi Rejiminin siyasi muhalifleri, Nazileri kabul etmeyen papazlar, Romanlar, Çingeneler, Eşcinseller, asosyaller, aynı suçu ikinci defa tekrar işleyenler ve Yahudiler bu kampa toplandı.  1933–1945 yılları arasında, Dachau'da hapsedilen esirlerin sayısı 188.000'i geçiyordu. Ocak 1940–Mayıs 1945 tarihleri arasında kampta ve yan kamplarda ölenlerin sayısı en az 28.000'di. Bu rakama 1933 ve 1939 sonuna kadar telef olanları ve kaydı yapılmamış esirleri de eklemek gerekir. Dachau'da hayatını kaybeden esirlerin toplam sayısı hiçbir zaman bilinemeyecektir. Bu toplama kampı Yahudilerin en büyük propagandalarından olmuştur. Kamplarda Yahudilerin dışında onlarca ayrı grup ve ırktan olanlar varken Yahudiler tıpkı diğer katliamlarda ölenler sadece kendileriymiş gibi propaganda yapmaktadırlar.

1945 - Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Irak ve Yemen, Kahire'de Arap Birliği'ni kurdular. Merkezi Kahire'de olan Arap Birliği'nin bugün 22 üyesi mevcuttur. Örgüt, Arap ülkeleri arasında ekonomik, kültürel, siyasi ve sosyal ilişkileri düzenlemek amacındadır. Türkiye'nin daimi gözlemci statüsünde olduğu birlik bugüne kadar aktif ve dirayetli bir dünya politikası geliştirememiştir. Başta Filistin'de dökülen kan olmak üzere değil müslümanların, Arapların da hiç bir yarasına merhem olamamıştır. Bu konularda attığı en büyük adım kağıt üstünde bir kınama olmuştur. Politikalarının Amerika'ya göreceli olduğu bilinen Birlik, Arap halklarını kontrol altında tutmak için kullanılıyor.

1963: Eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Kayseri Cezaevi'nden geçici olarak tahliye edildi. Yassıada duruşmalarında Anayasayı ihlal suçundan idama mahkum edilen, ancak cezası yaş haddinden müebbete çevrilen eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, adli tıbbın verdiği rahatsızlığına ilişkin rapor üzerine, 22 Mart'ta Kayseri Cezaevi'nden tahliye edildi ve bir gün sonra Ankara'da büyük bir kalabalık tarafından karşılandı. Bayar'ın serbest bırakılması asker ve laik çevrelerde tepkilere yol açınca, cezasının ertelenmesine ilişkin karar, 28 Mart'ta kaldırıldı. Tekrar gözaltına alınması üzerine Bayar, 30 Mart'ta başladığı açlık grevini 3 Nisan'da bıraktı.

1992: İsrail'de sözde seçimler yapıldı. İşçi Partisi lideri İzak Rabin işgal devletinin başbakanı oldu. 1974 ve 1977 yılları arasında da işgal devletinde sözde başbakanlık yapan Rabin, Filistin topraklarında doğmuş ilk Yahudi başbakanıdır. Arafat'ın İslami Filistin Davasını baltaladığı ve İsrail işgalini meşrulaştırıp Yahudilerin pençelerini Filistin'in daha bir bağrına sokan Oslo Anlaşmasını Yahudi İşgal Devleti adına imzalayanlardan biri İzak Rabin idi. Bu anlaşma, Yahudiler içinde bir ihanet olarak kabul edildiğinden İzak Rabin, 4 Kasım 1995'de Yigal Amir adında bir İsrailli tarafından öldürüldü. Yahudilerin dediğine göre bir Yahudinin bir Yahudiye düzenlediği ilk siyasi suikast Rabin'in öldürülmesiydi. Yahudiler bunun bir ilk olduğunu söylerken galiba İsrailoğullarının öldürdüğü peygamberleri bilmiyorlar ya da peygamberlerini öldüren bir kavim olarak nam salan Yahudiler, bunu siyasi suikast sınıfına koymuyorlar. Bir günde kendilerine gönderilen 70 Peygamberi öldürdüğü rivayet edilen Yahudilerden birinin, bir başbakanı öldürmesi nedense çokça dikkat çekmişti.

2002: Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin (BMMYK) verilerine göre, dünyada yaklaşık 12 milyon 150 bin mülteci bulunurken, en büyük mülteci grubunu Afganistanlılar oluşturuyor. Birleşmiş Milletler, 'mülteciyi' şöyle tanımlıyor; "Irk, din, uyruk, siyasi görüş ve bir sosyal gruba üyelik nedeniyle zulüm korkusu yaşayan ve ülkesi dışında bulunan kişi.."

Buna göre, dünyada yaklaşık 12 milyon 150 bin mülteci bulunuyor. Yeryüzünde en büyük mülteci grubunu 3 milyon 567 bin 200 kişiyle, uzun yıllardan beri çatışma ve siyasal kargaşalardan büyük zarar gören Afganistanlılar oluştururken, ikinci sırada 567 bin kişiyle Burundililer, üçüncü sırada da 497 bin 400 kişiyle Iraklılar bulunuyor.
Bu ülkeleri sırasıyla 485 bin 500 kişiyle Sudanlılar, 454 bin 700 kişiyle Bosna-Hersekliler, 441 bin 600 kişiyle Somalililer, 421 bin 200 kişiyle Angolalılar, 401 bin 800 kişiyle Sierra Leoneliler, 377 bin 100 kişiyle Eritreliler ve 369 bin 100 kişiyle de Vietnamlılar izliyor.
Afganistanlı mültecilerin çoğu Pakistan'da, Burundili mültecilerin çoğu Tanzanya'da, Iraklı mültecilerin çoğu ise İran'da yaşıyor. Mültecileri misafir eden başlıca ülkeleri ise 2 milyon kişiyle Pakistan, 1 milyon 900 bin kişiyle İran ve 900 bin kişiyle Almanya oluşturuyor.

2001: Koalisyon Hükümetinin başta F Tipi cezaevleri olmak üzere oturtmaya çalıştığı yüksek güvenlikli cezaevlerine karşı tepkiler, açlık grevleri, ölüm oruçları, mahkum isyanları ve ailelerin gösterileri sürerken Türkiye'de bir kısım medya; "F Tipi cezaevlerinde 5 yıldızlı mönü" şeklinde yalan yanlış haberler yaptı. Bu haberlere göre mahkumların yedikleri önünde yemedikleri arkasındaymış. Ülkenin sorunlarına tartışılmaz gücüyle çareler arayıp dile getirmekle yükümlü bir medyanın bu şekilde çarpıtıcı ve deve kuşunun kafasını kuma gömen haberler yapması, "O 5 yıldızlı mönüden yemek size de nasip olsun inşallah" duasını yaptırdı..

2004: Hamas'ın ruhani lideri Şeyh Ahmed Yasin, İsrail tarafından şehid edildi. Katil Yahudilerin az önce peygamberlerini dahi katleden bir kavim olduklarına vurgu yapmıştık. Allah'ın, Kur'an'da lanetlediği bir kavmin müntesipleri olan nasipsizler, tekerlekli sandalyesinde bir sabah namazı dönerken helikopterlerle füze atmak suretiyle bu değerli öncüyü ve güzide şahsiyeti katletmekten çekinmediler. Daha ayını doldurmamış bebelerden, 80 yaşındaki ihtiyarlara kadar hiç bir hayata masumluk hakkı tanımayan İsrailli katiller sürüsü Şeyh Ahmed Yasin'e de kıymakta beis görmemiş, dünya kamuoyuna "Terörist bir lideri etkisiz hale getirdik" demekten utanmamıştır.

2009: İsrail ordusunda eğitimini tamamlayan birliklere dağıtılan tişörtler, Yahudinin İslam ümmetine ve Allah'a olan düşmanlığını bir kez daha gösterdi. Alçakça resim ve karikatürler eşliğinde yazılan sloganlar her birliğe özel olarak tasarlanıyor ve acemi eğitimini tamamlayan askerlere dağıtılıyor. Affınıza sığınarak, meramı hasıl edebilmek için sadece bir kaç örnek vermek istiyoruz. Bu örnekleri verirken de hoşgörünüzü umuyoruz:

Golan Tugayı'na dağıtılan tişörtlerde; "Etrafta bakire kalmazsa, terör saldırıları da biter" sloganı, Filistinli bir kadına tecavüz eden İsrailli askerin resmiyle veriliyor.

Lavi Taburu'na dağıtılan tişörtlerde; "Geldik, gördük, yok ettik" sloganı, yıkılıp harap edilmiş bir cami resmiyle beraber veriliyor.

Haruv Taburu' na dağıtılan tişörtlerde; "Kafasına sıkmadan gevşeme" ve "Her Arap anası, oğlunun kaderinin benim ellerimde olduğunu bilsin" sloganları, İsrail ordusu tarafından sözde önceden yasaklanmıştı.

İstihkamcılara dağıtılan tişörtlerde; "Yalnız Tanrı affeder" sloganı, İsrail askeri tarafından havaya uçurulan bir cami resmi ile veriliyor.

Bir başka Yahudi Birliğe ait olan tişörtlerde; "Doğum kontrolü yapsaydı daha iyi olurdu" sloganı, Filistinli bir annenin vurularak öldürülen bebeğinin yanında ağlaması resmiyle veriliyor.

Bir başkasında hamile ve çarşaflı bir kadının karnından vurularak öldürüldüğü resmin altına "Bir taşla iki kuş" sloganı ile veriliyor. Bu durum, Yahudilerin müslümanlara olan kin ve nefretlerinin bir kısmı. Kur'ani tabirle; Onların içlerinde sakladıkları o tarifsiz kinin küçük bir dışa vurumu.. Yine Kur'ani tabirle bunun cevabı şöyle olmalı değil midir; "Mut! Bigeyzikum!" Yani; "Kininizle birlikte geberin!"

2009: ABD'nin önde gelen dergilerinden Newsweek (Niwswiyk) dergisi tarafından yayınlanan bir makalede, Ergenekon davasına dikkat çekildi ve “İşaretler, AKP'nin, eski Derin Devlet'in yerine kendisine ait yeni bir Derin Devlet'i yerleştirdiğini gösteriyor” iddiasında bulunuldu. Söz konusu derginin haklı olduğu bir nokta varsa; O da Ergenekonla ortaya çıkan asker ağırlıklı, laik patentli derin devletin çökertildiği ve yerine başka bir derin devletin inşa edildiğidir.

Bu yeni derin devlet Ak Partiye mi aittir, F Partiye mi orasını zaman netleştirecektir. Ama değişmeyecek bir şey vardır; Bu ülkenin samimi müslümanları yeni derin devletin de hedefi olacak, ahlaksız entrikalar devam edecek, hukuksuzluk diz boyunu geçecek.

Derin Devletin koltuğunu kim kapmış, ihaleyi kim almış bir noktadan sonra çok da önemli değil. Ama süreç şunu da gösteriyor ki, yeni derin koltuğun sahibi Ak Parti'den başka oluşumlardır. Bunlar her Ak parti sümeninin altından çıkıyor olduklarından yaptıkları da Ak Partiye mal oluyor.

2010: ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, (Hileriy Kılintın) Obama yönetiminin İsrail'in geleceği ve güvenliğine bağlılığının "sarsılmayacağını" söyledi. Hillary Clinton ayrıca, Gazze Şeridi'nin kontrolünü elinde bulunduran Hamas'tan şiddetten vazgeçmesi ve İsrail'i tanıması yönündeki taleplerini sürdürdüklerini belirtti. Amerika ve diğer Batılı ülkelerin İsrail ne yaparsa yapsın, desteği bitmiyor.

Yer yer artık üstü örtülemez derecede ortaya çıkan Yahudi zulümlerine rağmen Batılı Devletler, İsrail'den vazgeçmiyor. Aynı şekilde Filistin başta olmak üzere müslümanlar ağızlarıyla kuş tutsalar dahi İsrail her seferinde haklı oluyor. Bu duruma neden olan değişik sebepler vardır.

Bunlardan biri, Hıristiyan Dünyası için Yahudiler her zaman müslümanlardan yeğdir. "Küfür tek millettir" hadisi bunu doğruluyor. Ayrıca Hıristiyan Dünyası Yahudiliği kendileri için tehlike kabul etmiyor. Zira tahrif edilmiş Yahudilik, diğer tüm dinlerin aksine davet-tebliği eksenli değil bir ırk dinidir. Hıristiyanlar istese de Yahudiliğe giremezler. Bunun için İsrailoğulları soyundan olmak gerekiyor. Yahudiliğe bu gözle bakan Hıristiyan alemi, İslamı ise yayılmacı olarak tanımladığından buna karşı tedbir almak gerektiğini düşünüyor. Bu tedbirlerden biri İsrail ile sarsılmaz işbirliği oluşturmaktır.

Güçlü Yahudi lobilerinin sıkı iş takibi ve liderleri kuşatan bir siyaset izlemeleri, Batı'nın verdiği desteğin arkasındaki bir başka gerçek... Amerika ve Batılı ülkelerin İsrail'e koşulsuz destek vermelerinin bir sebebi de; İsrail'in Ortadoğu'da onlar için gönüllü bir karakol olması ve Batı'nın istediği politikaları İsrail üzerinden dayatmasıdır. İkinci Dünya Savaşından sonra, Batılı ülkeler ağır tahribatlar almıştı. Yıkımın eşiğine gelmiş olduklarından Ortadoğu'dan çekilmek zorunda kaldılar. Onlar çekilince yerlerine, Ortadoğu'nun göbeğine İsrail karakolunu kurdular. Her taraftan düşmanlarıyla çevrili İsrail de Batı'ya haliyle muhtaçtı. Bu manada Batılıları çıkıp İsrail İşgal Devletine her şeye rağmen destekten bahsetmesi "Küfür tek millettir" siyasetinin devam edeceğini belirtmektir.

MERCEK

22 Mart 1919: Osmanlı devletinin eski Stockholm büyükelçisi Şerif Paşa Kürtlerin temsilcisi sıfatıyla Paris Barış Konferansına “Kürtlerin iddialarına ilişkin” bir muhtıra sundu.

Önceleri sıkı bir ittihatçı olan Şerif Paşa, zamanla İttihat ve Terakki'den ayrılıp İttihatçıların en büyük muhaliflerinden olan Hürriyet ve İtilaf Fıkrasına katıldı. Siyasette bir türlü bir dala konamayan Şerif Paşa, Avrupa'ya kaçarak orada bazı oluşumlar kurduysa da bir türlü dikiş tutturamadı. Batıcı ve kendi değerlerine düşman laik İttihatçıların Kürt versiyonu olarak şekillenmeye başlayan Şerif Paşa Paris Barış Konferansına Kürtlerin temsilcisi iddiasıyla katıldı.

Bunu kabul ettirebilmek için yoğun bir diplomaside bulundu. Şerif Paşa'nın bağımsız bir Kürdistan Devleti kurulması için özellikle İngilizlere çok defa başvurduğu ve İngilizlerin yardımını alıp Kürdistan'ı kurmak için İngiliz politikacıları ikna etmeye çalıştığı tarihe kayıtlarıyla geçmiştir.

Bununla yetinmeyen Şerif Paşa, Paris Barış Konferansında Ermeni temsilcisi Boghos Nubar Paşa ile de anlaşarak Ermenistan ve Kürdistan adında iki ülkenin kurulmasını kararlaştırmışlardır. Hatta Ermenistan ve Kürdistan haritaları bile çıkarılmıştır. Tüm müslüman beldeler İngiliz ve diğer İtilaf Devletlerince işgal edilmişken, Ermeniler Doğu ve Güneydoğu'da yüzlerce yıllık komşuları olan müslümanları kılıçtan geçirirken Şerif Paşa'nın Kürtlerin Temsilcisi iddiasıyla ortaya çıkıp Ermenilerle anlaşması, İngilizleri işgalin sonunda bir Kürdistan Devletine teşvik etmesi başta Kürtlerin en büyük alimlerinden Said-i Nursi olmak üzere dönemin alimleri tarafından İslama ve Kürtlere ihanet olarak nitelendirilmiştir. Hain etiketini boynuna takan Şerif Paşa müslüman Kürtler arasında bir taban yapamamış, planları gerçekleşememiştir.

İşin en garip tarafı aslen Süleymaniyeli bir Kürt olan Şerif Paşa Avrupa'da eğitim görmüş ve anlatılanlara göre en son çocukluk yıllarında Kürt coğrafyasında bulunmuş. Hayatı İstanbul'da ya da görevli veya sürgünde olarak Avrupa'da geçmiştir. Onun Kürt coğrafyasına olan cahilliği Ermenilerle yaptığı anlaşmada çizdiği Kürdistan Haritasında bile kendini gösterir. Kürt toprakları olmayan Artvin, Mersin gibi yerleri dahi Kürdistan Haritası içinde göstermesi, tarihçilerle; "Kürt Coğrafyasına olan cehaletinden kaynaklanıyor" şeklinde yorumlanır. Şerif Paşa, günümüzde Kürtlerin temsilciliğine soyunan ama Kürtlerin dinine ve geleneklerine düşman olan kesimlerle çok benzerlikler göstermektedir.

Kürt Meselesini İslam ümmeti içinde Allah'ın verdiği eşit haklar dahilinde değil de Batı'ya kuyruk sallayarak, Batı'ya maşalık yapmayı göze alarak ve bunu hazmederek, Hıristiyan Dünyasından medet umup Avrupa'nın İslam ümmetine olan karşıtlığını avantaja çevirerek çözmek istemektedirler.

Günümüz Şerif Paşaları da bugün bu topraklar işgal edilse, işgalcilerle el ele vermekten ar duymayacaklardır. Zira sosyalist kırması çevrelerin bugün dahi Şerif Paşa'yı bir Kürt kahramanı olarak göstermeye çalışmaları bunu göstermektedir. Said Nursi'nin ve döneminin tüm alimlerinin hain ilan ettikleri Şerif Paşa, İngilizler İslam coğrafyasını parsellerken İngilizlere "Kürdistan Devleti" diye yalvarmış, "Bana da pastadan bir dilim" davası güderek Kürdistan dediği topraklara gelerek mücadele etmeyi aklından bile geçirmemiştir. Yine Şerif Paşa, bebeklere ve kadınlara varıncaya kadar müslümanları katleden Ermenilerle Kürtlerden icazet almadan anlaşıp müslüman topraklar üzerinde kurulması planlanan Ermeni Devletini Kürtler adına tanımıştır. O belki, ırkçı sosyalistler için bir kahraman olabilir, ama müslümanlar için İttihatçı Türklerin Kürt versiyonu olmaktan başka bir şey değildir. Kürtlerin geleceğini Batı mukallitliğinde gören, Avrupanın medeniyeti alınırsa Kürtler gelişir deyip İslam Ümmetinin bin yıldan fazla kültür birikimine bir kerede sırt çeviren bir kafa yapısı kahraman olmaktan öte müslümanlar için bir fesattır, bir fitnedir.

*************************************************************************************
22 Mart 2004: Hamas'ın ruhani lideri Şeyh Ahmed Yasin, İsrail tarafından şehid edildi. Katil Yahudilerin az önce peygamberlerini dahi katleden bir kavim olduklarına vurgu yapmıştık. Allah'ın, Kur'an'da lanetlediği bir kavmin müntesipleri olan nasipsizler, tekerlekli sandalyesinde bir sabah namazı dönerken helikopterlerle füze atmak suretiyle bu değerli öncüyü ve güzide şahsiyeti katletmekten çekinmediler. Daha ayını doldurmamış bebelerden, 80 yaşındaki ihtiyarlara kadar hiç bir hayata masumluk hakkı tanımayan İsrailli katiller sürüsü Şeyh Ahmed Yasin'e de kıymakta beis görmemiş, dünya kamuoyuna "Terörist bir lideri etkisiz hale getirdik" demekten utanmamıştır. Bizzat İsrail Başbakanı Şaron'un yönettiği suikast saldırısının ardından Hamas, İslami Cihad, El Aksa Şehitleri Tugayı, İsrail'den en kısa süre içinde intikam alacaklarını açıkladı.
Filistin'de işgale karşı iki ayrı intifadanın öncülüğünü yapan, vücudunun felçli olmasına rağmen Allah yolunda mücadeleden, direnişten geri kalmayan büyük insan, büyük lider, HAMAS'ın manevi lideri Şeyh Ahmed Yasin, evinin yakınındaki camide sabah namazını kılmasının ardından işgalci Siyonistlerin helikopterleri tarafından fırlatılan füzelere hedef olarak şehit oldu. Saldırıda ikisi Ahmed Yasin'in yardımcısı olmak üzere dört kişi daha hayatını kaybetti.

Şeyh Ahmed Yasin'in hayatını dört kelimeyle özetlemek mümkündür: İbadet, hicret, cihad ve şehadet. Bu dört kelime aynı zamanda nebevi çizgiyi, peygamberlerin bize gösterdiği kutsal yolu özetlemektedir. O, insanın bu dünyaya Allah'a kulluk görevini yerine getirmek üzere gönderildiğine bütün kalbiyle inanmış ve işte bu inancın kazandırdığı teslimiyet duygusuyla Allah'a teslim olmuş, ona kulluk görevini özenle yerine getirmek için çalışan biriydi. Allah'a olan bu teslimiyeti onu, dünyevi hesaplarla zalimlere teslim olmaktan alıkoydu. Dolayısıyla kulluk teslimiyetiyle, bu vasfın kendisine kazandırdığı kula kul olmama onurunu bir araya getirmeyi başardı. Böylece hak bildiği yoldan asla sapmadı, zalimler karşısında zerre kadar taviz vermedi. Tertemiz vatanı işgalci Siyonistler tarafından işgal edilince 11 yaşında ailesiyle birlikte hicret etmek suretiyle birçok peygamberin hayatına girmiş olan hicret olayını yaşadı. İçinde bulunduğu şartların kendisine diğer kulluk görevlerine ek olarak cihad yükümlülüğünü de yüklediğini bildi ve bedensel özürlü olmasını bu konuda mazeret olarak gösterme yoluna gitmeksizin, bir kaçamak yolu aramaksızın cihad ve direniş hususunda başkalarına örnek olmak için hep gayret sarf etti. Sonunda Allah'a kulluk bilinci içinde cihad ve direnişe adadığı 67 yıllık ömrünü, bir seher vaktinde, cemaatle kıldığı sabah namazının ardından kucakladığı şehadetle tamamladı.

Ahmed Yasin 1937 yılında Filistin'in Askalan şehrinin el-Cevra köyünde dünyaya geldi. Üç yaşında iken babası vefat etti. Bundan sonra annesinin ve kardeşlerinin himayesinde büyüdü. 1948 yılında Yahudilerin Filistin'in büyük bir bölümünü işgal etmelerinin yol açtığı felaket üzerine ailesi Gazze şehrine göç etti.

Ahmed Yasin, 1952 yılında Gazze şehrindeki İmam Şafii Okulu'nda ilköğrenimini tamamladı. Sonra er-Rihal Ortaokulu'nda ortaöğrenimini tamamladı. Lise öğrenimini de 1958 yılında Filistin Lisesi'nde tamamladı.

1952 yazında bir yüzme faaliyeti esnasında kafasının üstüne düştü ve boyun kemiği kırıldı. Bu yüzden bütün vücudu felç oldu. Liseyi bitirdikten sonra bazı ilim adamlarından özel dersler aldı. Bunun yanı sıra kendi özel çalışmalarıyla da kendini çok iyi yetiştirdi. Çevresinde zeki ve kültürlü biri olarak tanınırdı. Özel öğrenimini tamamladıktan sonra öğretmen olarak görev aldı.

Direniş İçin Halkı Bilinçlendirmesi

1967 yılında Filistin'in tamamının Siyonist işgalcilerin eline geçmesi üzerine insanlar vatanlarını işgalden kurtarma mücadelelerinde kendilerine önderlik edecek birilerini aramaya başladılar. İşgalci Yahudilerden gelen tehlike konusunda insanların şuurlandırılmasında Şeyh Ahmed Yasin'in büyük rolü oldu. Gazze'de İslâm Merkezi'ni kurmasından sonra iyice tanındı ve Filistin'in her tarafında adı duyulmaya başladı. Bu durum işgal yönetimini son derece rahatsız etti. Bu yüzden onu defalarca polis merkezine çağırdı.

1984'te Ahmed Yasin ve yardımcılarından pek çok kimse tutuklandı. Yürütülen soruşturma sonunda Ahmed Yasin, İsrail devletini yıkarak yerine İslâmi bir devlet kurmak için çalıştığı gerekçesiyle 13 yıl hapse mahkûm edildi. Ancak on bir ay sonra Filistinlilerle işgalciler arasında bir esir değişiminde serbest bırakıldı. 1985'te gerçekleştirilen bu esir değişiminden sonra Şeyh Ahmed Yasin yine Filistinli kitlelerin Siyonist işgalcilere karşı sürdürdükleri cihadlarında başlarına geçti. Felçli olmasına rağmen cihadın en aktif, cephenin en tehlikeli yerinde oldu hep.
HAMAS'ın Ortaya Çıkışı ve İntifada

Ahmed Yasin 8 Aralık 1987'de başlayan intifadanın öncüsü durumundaki İslâmi Direniş Hareketi, kısa adıyla HAMAS'ın kurucusudur. HAMAS'ın kökeni Müslüman Kardeşler cemaatine dayanır ve Ahmed Yasin de bu cemaatin Filistin kanadının bir mensubuydu. Ancak 1987'ye gelindiğinde işgale karşı fiili mücadeleyi organize edecek ve müstakil bir direniş örgütüne ihtiyaç olduğu görüldü. Bu konuda Müslüman Kardeşlerin genel idaresiyle de istişare edilerek Filistin'e özel olarak böyle bir teşkilat kurulması kararlaştırıldı. İşte bu karar neticesinde Şeyh Yasin'in öncülüğünde Filistin İslâmî Direniş Hareketi HAMAS ortaya çıktı. Bu itibarla HAMAS, Müslüman Kardeşlerden bir kopma değildir.

HAMAS ilk olarak ismini 8 Aralık 1987'de patlak veren intifadayla duyurdu. Sonra da bu intifadayı yönlendirmesiyle kısa sürede bütün dünyada tanındı.

Ahmed Yasin, bütün hayatı boyunca bu teşkilatın manevi lideri olarak bilindi ve intifadanın devamında bir motor görevi gördü.

Yeniden Zindan

Siyonistler, 18 Mayıs 1989'da Şeyh Ahmed Yasin'i yeniden tutukladılar. Onunla birlikte İslâmi Direniş Hareketi mensubu pek çok kimseyi de tutukladılar. Bu tutuklama, intifadayı durdurmayı amaçlayan sonuç getirmeyecek bir uygulamaydı. Ancak Siyonistler umduklarını bulamadılar. Çünkü bu olay üzerine intifada daha da şiddetlendi.

Mahkemeye Çıkarılışı ve Onurlu Tavrı

Uzun oyalamalardan sonra Şeyh Yasin 3 Ocak 1990'da mahkeme önüne çıkarıldı ve 15 suçlamadan yargılandı. Düşünün 1989'da tutuklanıyor ve ilk mahkemesine yaklaşık iki yıl sonra 1990 Ocağında çıkarılıyor. Bu onu yıldırmak, bezdirmek için Yahudi taktiğinden başka bir şey değildi. Zira sözüm ona o yenilmez Yahudiler, felçli bir müslüman lider karşısında acze düşmüşlerdi. Tüm baskı ve oyalamadan sonra iki yılın ardından çıkarıldığı ilk mahkemede Ahmed Yasin'in mahkeme mensuplarına söylediği söz şu olmuştu: "Bu mahkeme kanuni olarak beni yargılama hak ve yetkisine sahip değildir. Çünkü bu mahkeme işgalciler tarafından kurulmuştur. Dolayısıyla tamamen gayrimeşru ve kanundışıdır."

Bu ilk duruşmadan sonra yargıç yeniden duruşmayı belirsiz bir tarihe erteledi. Daha sonra Siyonist yönetim Şeyh Ahmed Yasin'in 6 Ekim 1991'de mahkeme önüne çıkarılacağını açıkladı. HAMAS bu sırada, Şeyh Ahmed Yasin'in yargılanmasını protesto için genel grev ilan etti. 16 Ekim 1991'de de mahkemenin verdiği zulüm hükmü açıklandı. İsrail askeri mahkemesi HAMAS'ın kurucusu Şeyh Ahmed Yasin'i ömür boyu hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme ona ayrıca, öldürme emirleri verdiği ve İsrail'i yıkarak yerine İslâmi bir devlet kurmayı amaçlayan kanun dışı (!) örgüt kurduğu iddiasıyla on beş yıl hapis cezası verdi.

Zindan Onu Yıldıramadı

İsrail yönetimi söz konusu cezaya mahkûm ettikten sonra Ahmed Yasin'le zaman zaman pazarlıklar yapmak ve ona serbest bırakılması için bazı şartları kabul ettirmek istedi. Bir keresinde İsrail'i tanıdığını ve imzalanan özerklik anlaşmalarına olumlu baktığını açıklaması karşılığında serbest bırakma teklifinde bulundu. Yani Ahmed Yasin sadece bir kağıda imza atacak ve "İsrail'i ve anlaşmalarını tanıyorum" diyecekti. Bunun karşılığında özgürlük verilecekti. Özgürlük sadece, dört duvarın dışında mı olmaktır? Elleri kelepçeli olmamak özgürlük müdür? Ne var ki, kalbin dünyadan ve insanlardan azade kılınmasıyla gerçek özgürlüğün geleceğini bilen ve İsrail zindanlarında felçli ellerinde kelepçe, tutmayan ayaklarında prangalarla tutulan Ahmed Yasin, Yahudilerden ve uşaklarından daha özgür olduğunu bildiğinden bu teklifleri kesinlikle kabul etmedi. Bunun üzerine Yahudiler geri adım attı ve İsrail'i tanıma şartından vazgeçerek sadece özerklik anlaşmalarını kabullenmesini şart koştu. Bunun üzerine Ahmed Yasin: "Bana dışarı çıktığımda karpuz yemememi şart koşsanız bile yine kabul etmem. Çünkü ben işgal rejimini muhatap kabul etmiyorum ki onun şartını kabul edeyim" cevabını verdi. Allah u Ekber! Allah u Ekber! Şu imana bakın hele! İsrailliler "Karpuz yiyeceğine söz ver, seni serbest bırakalım deseler Vallahi ben karpuz bile yemem!" Ahmed Yasin'i anlatmayı burada bıraksak kafidir. Onun bu sözünü aktarıp anlatmaya son versek idraki olanlar için yeterlidir. Ancak biz, onu tanımak adına devam edelim;

Tavizsiz Bir Kararlılık

Ahmed Yasin, sağlık durumunun kötüleşmesine, maruz kaldığı kötü uygulamalara ve bedensel özürlü olması dolayısıyla zindanda çektiği sıkıntılara rağmen işgalciler karşısında hiçbir taviz vermedi. Onun şu sözü davası ve inancında ne kadar kararlı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: "Benim için hapiste 100 yıl kalmak, karşılığında birtakım tavizler vererek çıkmaktan iyidir." Onun işgal rejiminin mahkemesi karşısına çıkarıldığı sıra söylediği sözler de inancındaki kararlılığının bir göstergesiydi.

Örnek Bir Sabırlılık

Şeyh Ahmed Yasin sekiz yıl süren bu dönemdeki zindan hayatı boyunca kararlılığından hiç bir şey kaybetmedi ve Siyonist yönetimi muhatap kabul etmeme konusundaki tutumunu değiştirmedi.

Ne kadar ilginçtir ki Şeyh Yasin, Siyonistlerin taleplerini kabul etmek yerine zindanı tercih ederken aynen Yusuf (a.s.) örneğinde olduğu gibi kendisini zindana atanlar serbest bırakmaya zorlanmışlardır. Amman'da HAMAS'ın Siyasi Birimi başkanı Hâlid Meşal'e suikast girişiminde bulunan MOSSAD ajanlarının Meşal'in koruma görevlileri tarafından yakalanıp polise teslim edilmeleri üzerine İsrail başbakanı Netanyahu, Ürdün kralı Hüseyin'le pazarlık etmeye ve Ahmed Yasin'i serbest bırakmaya zorlanmıştır.

Şeyh Ahmed Yasin sekiz buçuk yıla yakın bir süre zindanda kaldıktan sonra 30 Eylül 1997 Salı akşamı serbest bırakılarak tedavi edilmek üzere Ürdün'ün başkenti Amman'a getirildi. Ancak bu serbest bırakma olayıyla ilgili iki önemli iddia ortaya atıldı. Bunlardan biri, Ahmed Yasin'in serbest bırakılmayıp Ürdün'e sürgün edildiği, diğeri ise 25 Eylül 1997 Perşembe sabahı Ürdün'ün başkenti Amman'da HAMAS Siyasi Birimi başkanı Halid Meşal'e karşı suikast girişiminde bulunan ve ellerinde Kanada pasaportu taşıyan iki MOSSAD ajanına karşılık serbest bırakıldığı iddiasıydı. Bunlardan birincisini gelişmeler yalanladı. İkincisi ise tamamen İsrail ile Ürdün kralı arasında gerçekleşen pazarlıkla ilgiliydi. Bu pazarlıkla HAMAS'ın veya Ahmed Yasin'in hiçbir ilgisi olmamıştı. Aksine pazarlık tamamen onların bilgileri dışında gerçekleşmişti. Ürdün Kralı aslında Hüseyin aslında Mossad ajanlarını bırakmak istiyor, lakin ümmet tarafından alnına kara leke yiyip hainliğinin tescilleneceğini biliyordu. Bu yüzden Netanyahu'ya Ahmed Yasin'in karşılığında Mossad ajanlarını verdi. Böylelikle hem Mossad ajanlarını vermek için mazur bir bahanesi olacak hem de Ahmed Yasin için masaya vurup onu kurtaran adam olacaktı. Bilinmesi gerekir ki; Ne Ahmed Yasin ne de Hamas'ın bu konuda teklifi olmuştur. Bilakis, HAMAS bu olayın hemen ardından yaptığı açıklamada teslim işine şiddetle tepki gösterdiği bir açıklamada aynen şöyle demişti;
"Biz MOSSAD adlı terör örgütüne mensup ajanların yargılanmalarını beklerken onların siyonist yönetime teslimi yönünde gelişmeler olmasına şaşırdık. HAMAS, hareketin Siyasi Birimi'nin başkanı kardeşimiz Halid Meş'al'e karşı suikast girişiminde bulunan MOSSAD ajanlarının Ürdün hükümeti tarafından siyonist işgal yönetimine teslim edilmesini büyük bir üzüntüyle karşılamıştır. Bu hareket siyonist teröre karşı yumuşak tavır gösterilmesi anlamına gelir ki böyle bir tavır da onlara daha çok cesaret kazandıracak dolayısıyla benzer girişimleri tekrarlamaya teşvik edecektir. Bu ise Ürdün'ün istikrar ve güvenine zarar verecektir. Siyonist yönetimin başbakanı Benjamin Netanyahu'nun Ariel Şaron ve İzak Mordohay adlı iki teröristi de yanına alarak dün akşam televizyonda yaptığı açıklama ve işgale karşı direnenler nerede olurlarsa olsunlar kendilerini izleyecekleri yönünde sözler sarfetmesi bizim görüşlerimizi doğrulamaktadır."

Meselenin özü şudur ki, Allah onu zindandan çıkarmayı murad etmiş ve bunu katil işgalciler ile hain bir kral eliyle yapmıştır. O ne azametli bir Rabdir ki, düşmanlarına bile iş gördürmektedir.

"Vatanıma Geri Döneceğim"

Ahmed Yasin sürgün şüphesine karşı çıkarılmadan önce kesin pazarlığını yapmıştı. Onun bu pazarlığı davasındaki kararlılığını ve örnek bir tavır sergilediğini de gösteriyordu. O zaman hasta yatağında, acil tedaviye ihtiyacının olmasına rağmen: "Benim buradan çıkarılmam vatanımdan çıkarılmam anlamına gelmeyecek. Ben bu topraklara dönme hakkımı muhafaza edeceğim" diyerek Filistinlilere: "Bu vatana sahip çıkma konusunda asla gevşeklik göstermeyin. İşgalciler sizin en ufak bir zaafınızı kendi sinsi politikaları için kullanabilirler, buna fırsat vermeyin" mesajı iletti.
Şeyh Yasin tedavi için Amman'a götürülürken yaptığı açıklamada da zindandan çıkarılması öncesindeki pazarlıklarından söz ederek, "Amman'a tedavi için geldiğini ve Allah'ın izniyle sağlığına kavuşması durumunda vatanına geri döneceğini" ifade etti. Açıklamasında ayrıca; "İşgal yönetiminden yurduna geri dönmesine müsaade edileceğine dair yazılı bir belge verilmeden, kendisini Remle'den alıp Amman'a götürmek için gelen Ürdün helikopterinin kalkmasına izin vermediğini dile getirerek istediği zaman vatanına geri dönme hakkının saklı olduğuna dair yanında yazılı belge bulunduğunu" dile getirdi. Böylece sürgünle ilgili iddiaların asılsız olduğu kesinlik kazanmış oldu.

O, zindandan çıkarılmadan önce vatanına dönmesine müsaade edileceğine dair yazılı belge istemesiyle de tam anlamıyla Hz. Yusuf (a.s.) tavrı sergilemişti. Zindandan çıkarılacağı haberinin kendisine ulaşmasına rağmen hiç heyecana kapılmadan ve tam bir kararlılık göstererek hakkında çıkarılacak spekülasyonlara meydana vermemek ve vatanına olan bağlılığını, ona karşı duyarlılığını ortaya koymak için işgalcilerden yeniden vatanına dönmesine müsaade edileceğine dair yazılı belge istedi. Bu tam anlamıyla Hz. Yusuf (a.s.) kararlılığıdır. Hz. Yusuf da "zindan çık" denildiğinde çıkmamış, suçsuzluğunun kral tarafından araştırılıp netleştirilmesini istemişti.

Şeyh Yasin Yeniden Gazze'de

Şeyh Ahmed Yasin, Amman'da bir süre tedavi gördükten sonra vatanı Filistin'e ve ailesinin ikamet ettiği Gazze'ye döndü. Zindan hayatı boyunca çektiği sıkıntılar, eziyetler onu yıldırmamıştı. Çünkü Gazze'ye dönüşünün ardından hemen Filistin direnişindeki manevi lider mevkiine yeniden oturarak mücadelesini kaldığı yerden devam ettirmeye başladı.

Şeyh Ahmed Yasin, bütün dünyada Filistin İslâmi Direniş Hareketi HAMAS'ın kurucusu ve manevi lideri olarak bilinir. Fakat o sadece belli bir oluşumun, örgütün değil, Filistin'de bir neslin yeniden dirilişine, uyanışına ve kimliğine sahip çıkmasına vesile olan kutsal bir direnişin önderidir. Dolayısıyla o Filistin'in, Filistin davasının, Siyonist işgale karşı verilen kutsal bir mücadelenin önderidir. İşgale karşı 1987'de başlatılan birinci intifadaya o öncülük etmiştir. 2000 yılında başlatılan Aksa İntifadası'nın da en önemli manevi önderi ve motoru o, olmuştur. Bundan dolayı Filistin'de "iki intifadanın şeyhi" olarak bilinmektedir.

Şeyh Yasin, HAMAS'ı, Filistinlileri birbirine kırdırma amacına yönelik fitne çabalarından uzak tutmuş, böylece işgale karşı verilen mücadelede safların birliğini korumayı başarabilmiştir. Bu özelliğinden dolayı o sadece bir örgütün, oluşumun değil Siyonist işgale karşı verilen kutsal mücadelenin manevi lideriydi. Sol gruplar ve Hıristiyanlar da dâhil olmak üzere, Siyonist işgalcilerin gasp ettiği hakların geri alınması, Filistin'in yeniden özgürlüğüne kavuşması gerektiğine inanan tüm Filistinliler tarafından karizmatik bir lider, bir dava önderi olarak biliniyordu. Şehadetinden sonra Hıristiyanların bile onun için dua etmeleri, canileri protesto amacıyla gösteri düzenlemeleri zaten bunu apaçık bir şekilde ortaya koymuştur.

işgalci israilin Hedefindeki Ahmed Yasin

Şeyh Yasin'in serbest bırakılmasına rağmen işgal devleti onun çalışmalarından rahatsız oluyordu. Bu yüzden onu sıkı bir takip altına almıştı. Onu öldürmek için çeşitli girişimlerde bulundu. Bir keresinde, bir tanıdığının ziyaretinde bulunduğu sırada gittiği evi tespit ederek F-16 tipi uçaklardan füzeler fırlattı. O saldırıda yardımcısı İsmail Heniye'yle birlikte ziyaret ettiği apartman katının bayağı tahrip olmasına rağmen Şeyh Yasin ve Heniye mucizevî bir şekilde sağ kurtuldular. Bu olay da gösteriyordu ki Şeyh Yasin işgal devletinin takibi altında ve hedefindeydi. Ama elinde oldukça geniş teknik imkânların bulunmasına, Filistinlileri her taraftan kuşatmaya almasına ve aralarına adeta hamam böcekleri gibi ajanlar salmasına rağmen her zaman istediği cinayet planını gerçekleştirme fırsatı bulamıyordu. Bunda alınan tedbirlerin yanı sıra, bazı endişelerin rolü de oluyordu.

Ahmed Yasin, Müslüman Kardeşlerin terbiyesiyle yetişmiş bir önderdi. Bu cemaatin eğitim sisteminde tüm müntesiplere ezberletilen ve özümsetilen temel ilkelerden biri de "Allah yolunda şehit olmak en yüce arzumuzdur" ilkesidir.

Cinayet Devleti İsrail ve Ahmed Yasin'e Suikast
Siyonist işgal devletinin temeli cinayetlerle, saldırılarla, katliamlarla atılmıştır. Bugüne kadar ayakta kalabilmek için de sürekli cinayetler ve katliamlar gerçekleştirmeye ihtiyaç duymuştur. Şeyh Ahmed Yasin, herkesin bildiği gibi tekerlekli sandalyeye mahkûm felçli bir insandı. Ama işgalci Siyonist devlet, onun bu haline rağmen iman gücü ve kararlılığı ile direnişçileri sürekli cesaretlendirdiğini görüyor, bu yüzden varlığına tahammül edemiyordu. Dolayısıyla onu tasfiye etmek için birçok kez plan yaptı. Bazılarında başarılı olamadı, bazılarında da doğacak sonuçtan korktuğu için çekingen davrandı. Ama en sonunda yine canilik, eşkıyalık tarafı ağır bastı ve 22 Mart 2004 tarihinde yine havadan helikopterlerle füzeler fırlatarak Şeyh Yasin'i sabah namazından çıktığı sırada şehit etti.

Şeyh Yasin'in Direnişinden Kesitler

Şeyh Ahmed Yasin 1983'te Gazze'de kurduğu İslam Merkezi'nde yaptığı konuşmalardan dolayı İsrail işgal kuvvetleri tarafından polis merkezine götürülür. Orada komiserle aralarında şöyle bir konuşma geçer:

Komiser: Şeyh Ahmed! Peygamberinizin Hayber'de atalarımıza karşı zafer elde ettiği gibi sizin de bize karşı zafer elde edeceğinizi ileri sürmüyor musunuz? Hadi öyleyse yanında ne varsa ortaya dök ve bizimle savaşmak için silahını çıkar.

A. Yasin: Hayber çok uzak değildir. Günü geldiğinde bizim size ne yapacağımızı görürsünüz.
Komiser: Ne demek istiyorsunuz?

A. Yasin: Demek istiyorum ki, sizin gerçek savaşınız İslâm'la ve Muhammed'in askerleriyle olacaktır.

Bu olaydan kısa bir süre sonra Ahmed Yasin tutuklandı. Daha sonra mahkeme önüne çıkarıldığında yargıçla arasında şöyle bir konuşma geçti:

Yargıç: Sen İsrail devletini yıkarak yerine İslâmi bir devlet kurmak için çalışan İslami bir askeri örgütün başkanlığını yapmakla suçlanıyorsun.

A. Yasin: Onların üzerlerindeki zulmün kaldırılması için kendilerine yardımcı olmam benim vatanıma ve halkıma karşı bir görevimdir.

Yargıç: Sen aynı zamanda kanundışı yollarla silah temin etmekle ve İsrail'e karşı kullanılması durumunda büyük bir felakete sebep olabilecek kadar silah biriktirmekle suçlanıyorsun.

A. Yasin: Her gün bizi öldürmek isteyene, vatanımızı ve kutsal varlıklarımızı işgal edene karşı canlarımızı ve kardeşlerimizi savunmak bizim hakkımızdır.

Bu olaydan sonra, İsrailli yargıca gazeteciler Ahmed Yasin'in felçli ve oturak biri olduğunu hatırlattıklarında yargıç şöyle demişti: "O felçli ve oturak bir adam ama onun felçli ve oturak olmayan aklı ve dili var. Aynı zamanda bir örgüt adamı ve lider konumunda. Etkinlik sahibi biri. İsrail açısından ona güvenilemez."

Ahmed Yasin, 1989'da tutuklanmasından sonra mahkeme önüne ilk çıkarıldığında yargıçla arasında şöyle bir konuşma geçti:

Yargıç: Sen HAMAS hareketini kurmakla, taş atanları idare etmekle, onları İsrail devletine karşı savaşmaya teşvikle ve onlara bazı İsrail askerlerini ve Yahudilerden bu topraklara yerleştirilenleri öldürme emri vermekle suçlanıyorsun.

A. Yasin: Ben HAMAS'ı kurmakla şeref duyarım. Yaptıklarım, işgale karşı direnmem için dinime karşı görevimdir. Bunu yapmak ise Filistin'deki halkımın haklarını korumam için meşru bir hakkımdır.

İsrail mahkemesi 16 Ekim 1991 tarihinde Ahmed Yasin'i "ömür boyu + on beş yıl" hapis cezasına çarptırdığını açıklayınca Şeyh Yasin kahkahayla güldü. Onun bu kahkahasının mahkemenin kararını alaya almak anlamına geldiğini düşünen İsrailli yargıç hiddetlendi. Ama Ahmed Yasin yargıcın tavırlarını hiç ciddiye almadı.

Şeyh Yasin'den Mesajlar

Şeyh Yasin 1999'daki Ramazan mesajında şöyle diyordu:

"Buradan, Filistin toprağından, İsra ve Mirac toprağından, etrafını Yüce Allah'ın mübarek kıldığı Aksa toprağından bu satırları size yazıyorum. Yurdunu kurtarmak ve Siyonist düşmanı dize getirmek için mücadele eden mücahit halkımızın yanında yer aldığınız sürece siz de mücahitsiniz. Kalpleriniz bizim Filistin'deki cihadımızla beraber olduğu, kalemleriniz bizim Filistin'deki davamızı savunduğu sürece siz de mücahitsiniz. Kim bir gaziyi teçhiz ederse o gaza etmiş gibidir. Kim bir gazinin geride kalan ailesine bakarsa o gaza etmiş gibidir. Burada, işgal altındaki topraklarda yaşayan halkınıza maddi, manevi ve siyasi yönden yardımcı olduğunuz sürece siz mücahitsiniz. Filistin'le, Kudüs'le, Aksa'yla ilgili görevinizi yerine getirme ateşiyle yanıp tutuştuğunuz sürece siz mücahitsiniz. Allah'ın sözünü dünyaya tebliğ ettiğiniz, hakkı savunduğunuz, hakkın yanında yer aldığınız sürece siz mücahitsiniz. Şanı yüce olan Allah hak ve doğru olan sözünde şöyle buyuruyor: "Öyleyse inkârcılara boyun eğme ve onlara karşı onunla (Kur'an'la) büyük bir cihad ver." (Furkan suresi 52. ayetin meali)"

Amerikalı bir gazetecinin: "Amerikan kamuoyunda HAMAS'ın eylemleri terör olarak nitelendiriliyor. Sizin bu konudaki yorumunuz nedir?" diye sorması üzerine Ahmed Yasin şu cevabı verdi:

"Bu gülünç bir şey... Çünkü bir şeye tek gözle bakan onu tam ve gerçek olarak göremez. HAMAS herhangi bir terör eylemi gerçekleştirmiyor. O, halkını, toprağını ve kendini savunuyor. İsrailliler Mescidi Aksa'da ve Hz. İbrahim Camisi'nde sivil Filistinlilere yönelik terörist saldırılar gerçekleştirmeden önce HAMAS, sivillere yönelik en ufak bir eylem gerçekleştirmemişti. HAMAS, esas itibariyle bir askeri örgüt değil insani bir örgüt, hizmeti esas alan toplumsal bir harekettir. Fakat bizim toprağımızı zorla elimizden alan, evlatlarımıza saldıran bir yerleşimciye karşı savaşma hakkımız yok mu? Böyle birine karşı savaşmak bizim meşru hakkımız değil mi? İkinci olarak, bizim halkımıza karşı Deir Yasin'de, Kana'da ve sair yerlerde gerçekleştirilen katliamları niye görmüyorsunuz? Bizim insanlarımız BM binalarına sığınıyor, İsrail uçakları gelip onların sığındıkları binaları bombalıyor ve suçsuz insanları topluca katlediyorlar. Neden olaylara sadece tek gözle bakıyorsunuz? Bütün bu katliamları neden görmezlikten geliyorsunuz? Eğer işgale karşı toprağını savunanın yaptığını terör olarak nitelendiriyorlarsa bizzat işgalin kendisini ne olarak niteleyecekler? Amerika'nın topraklarının herhangi bir bölümü işgal edilseydi sizin tutumunuz ne olurdu acaba?"

Gazze İslâm Üniversitesi Öğrenci Meclisi seçimlerinde yaptığı konuşmada şu ifadelere yer verdi:

"Bütün insanlığa haykırıyoruz ki biz Yahudilerle onların Yahudi olmalarından dolayı savaşmıyoruz. Bilakis onlarla bize saldırmaları, topraklarımızı, yurdumuzu ve evlerimizi elimizden almaları, evlatlarımızı, annelerimizi, babalarımızı öldürmeleri, bizi öz yurdumuzdan kovmaları yüzünden savaşıyoruz. Biz "barış"ı sevmiyor değiliz. Bilakis "barış"ı seviyoruz. "Selam" Allah'ın adıdır. Ancak işgal yönetimi "barış"ı istemiyor. İnsanların haklarını gasp ederek onları yurtlarından kovan, haksızlığa uğratan, evlerini yıkan odur. O "barış"a inanmıyor. Biz Yüce Allah'ın yeryüzünde gerçekleştirilmesini istediği gerçek barışı istiyoruz. Filistin halkının hedefi tektir. Düşmanı da birdir. Haklarımızı ve topraklarımızı geri alıncaya kadar da savaşacağız. Bizim sahibimiz (velimiz) Allah'tır. O'ndan başka da sahip (veli) yoktur. Allah bizimledir. Onların beraberinde ise şeytandan başkası yok. Cihadsız bir toplum varlığını sürdüremez. Çünkü cihad İslam'ın istediği barışın yoludur. Cihad etmeyen bir toplum ölüler gibi olur. Şimdi biz niçin çarpışmayacağız? Evlerimizden ve yurtlarımızdan çıkarılmışız. Kendimizi savunma hakkımız olmayacak mı? Bütün semavi şeriatlar da beşeri hukuk sistemleri de bize topraklarımızı savunma hakkı vermektedir"

Şehadet eylemleri ve sivillerin öldürülmesi meselesiyle ilgili bir soruya verdiği cevapta şu ifadelere yer vermişti:

"Burada söz konusu olan İsraillilerin "intihar saldırıları" adını verdikleri istişhadi eylemlerdir. Bu eylemlerde İsrailli sivillerin de hedef alınması söz konusudur. Ben daha önce İsraillilere, sivillere yönelik saldırıları karşılıklı olarak durdurmayı teklif ettim. Eğer İsrail, sivillere yönelik saldırılarını durdurursa biz de aynı şekilde bunu durdurabiliriz. Biz aslında sivillere yönelik saldırılar düzenlemeyi sevmiyoruz. Dinimiz de normal şartlarda bunu hoş karşılamıyor. Ama İsrailliler sürekli sivillere yönelik saldırılar düzenliyorlar. Evleri yıkıyorlar. Çocukları ve kadınları öldürüyorlar. Kadın olsun erkek olsun, tutukluların ailelerini sürekli takip ediyorlar. Onlar bütün bu uygulamalarında sivilleri hedef almaktadırlar. Ben de onlara diyorum ki siz sivillerden uzak durun, biz de sizin sivillerinizden uzak durmaya hazırız. İşgale karşı mücadele konusuna gelince; bu konuda diyoruz ki: Eğer işgal tamamen son bulursa o zaman bu direnişin durması söz konusu olabilir."

Ahmed Yasin Arafat'a yönelik bir açık mektubunda da şu ifadelere yer vermişti:

"Filistin davasının zor bir döneme girdiği, İsrail'in Filistin halkının meşru hakları karşısında iyice katılaştığı, Yahudi yerleşim merkezlerinin genişletilmesi, toprakların gasp edilmesi, evlerin yıkılması, halkın kuşatmaya alınması ve açlığa mahkûm edilmesi suretiyle Filistin halkına ve vatanına karşı İsrail terörünün zirveye tırmandığı günleri yaşamaktayız. Böyle bir dönem Filistin halkının birlik içinde olmasını ve saflarını sağlamlaştırmasını gerektirmektedir. Hal böyleyken değişik iddialardan yola çıkarak bu birliği bozmaya çalışan seslerin yükseldiğini, uyduruk imzalar taşıyan birtakım bildirileri ötede beride dağıtmak suretiyle halkı içerde fitneye ve iç savaşa çağıranların ortaya çıktığını görüyoruz. Biz, İsrail'in belli amaçlarına ulaşmak için perde arkasındaki elleriyle bu işleri yürüttüğünden şüphe etmiyoruz."
İç savaşa çağıranların ortaya çıktığını görüyoruz. Biz, İsrail'in belli amaçlarına ulaşmak için perde arkasındaki elleriyle bu işleri yürüttüğünden şüphe etmiyoruz."