6 OCAK
GÜNÜN AYETİ
“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyama durarak gönülden itaat (ibadet) eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünürler." (Zümer suresi 9. ayetin meali)
GÜNÜN HADİSİ
"Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir:
Allah'ın kendisine ihsan ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse ve
Allah'ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse" (Buhar, Müslim)
GÜNÜN SÖZÜ
“İlim büsbütün çekilmeden ilme sarılın! İlim, ancak ilmi yayanların eksilmesiyle ortadan kalkar. Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda şehid olarak öldürülen kimseler, âlimlerin ahiretteki mertebelerini gördükleri zaman, hemen Allah'tan kendilerini tekrar diriltip âlim yapmasını isterler. Hiç kimse anasından âlim olarak doğmaz. İlim ancak çalışıp öğrenmekle elde edilen bir nimettir” (İbni Mesud)
TARİHTE BUGÜN
0: Hz. İsa doğdu. (1)
1838 : Samuel Morse telgrafı kamuya tanıttı.
1921: Yunan birliklerinin Eskişehir ve Afyon doğrultusundaki taarruzuyla I. İnönü Muharebesi başladı.
1924: Yazar Hafız İbrahim Efendi İstiklal Mahkemesi tarafından bir sene hapse mahkûm edildi. Hafız İbrahim Efendi “İslamiyet`te Ahlak ve Kadınlarda Tesettür” adlı broşürde irtica propagandası yapmakla suçlanıyordu.
1926: İstanbul`un nüfusunun 1.022.495 olduğu açıklandı.
1929: Yugoslavya Kralı I. Aleksandar parlamentoyu feshetti ve ülkede askeri diktatörlük kurdu.
1945: Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı yapan George W. Bush`un babası George Bush, Barbara Pierce ile New York'ta evlendi. Bu evlilikten bir yıl sonra 1946 yılında George W. Bush doğdu ki, ümmet onu Afganistan ve Irak başta olmak üzere İslam Beldelerine Haçlı Saldırıları başlatan katil biri olarak anmıştır.
1950: Birleşik Krallık Çin Halk Cumhuriyeti'nin komünist hükümetini tanıdı.
1954: İsmail Ezheri Sudan'ın ilk başbakanı oldu.
1963: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı kısa adıyla TPAO Siirt'te zengin bir petrol damarı buldu.
1967: Vietnam savaşı başladı. (3)
1968: İmar ve İskân Bakanı Haldun Menteşeoğlu konut sorununu dile getirdi ve "İstanbul 8 milyona çıkarsa ne yaparız?" dedi.
1984: Türk Parasını Koruma Kanunu'nda yapılan değişiklik ile 'döviz taşımak' suç olmaktan çıkarıldı ve alım-satımı serbest bırakıldı.
…
Devletin dövize ihtiyacı var lakin “Türk Parasını Koruma Kanunu” ülkeye döviz sokup çıkarmayı hatta taşımayı dahi yasaklıyordu.
Askeri Yönetim olduğu yıllarda dışarıdan dış yardım almayan Türkiye`de o dönem döviz sıkıntısına çözüm bulmak için farklı uygulamalar getirildiyse de bunlar büyük yolsuzluklara kapı araladı.
Dönemin Başbakanı Turgut Özal, İhracat yapmak için gereken dövizi bulamadığından ve Askeri Yönetime de durumu izah edemediğinden zımni izinlerle kimi uygulamalara müsaade ediyordu. Ancak bu “Türk Parasını Koruma Kanunu” gereğince suç sayılıyordu. Ne gariptir ki, bir ülkenin başbakanı ülkenin önünü açacak icraatlara izin veriliyor ancak bunlar suç kapsamına giriyordu. Bu nedenle Sıkıyönetim tarafından başlatılan kimi soruşturmalarda Başbakan Özal`ın da adı geçmiş, bazı yolsuzluklara karıştığı tespit edilmişti. Daha sonra kapanan bu dosyaların aslı buydu işte. Bir ülkenin başbakanı “Türk Parasını Koruma Kanunu”nu çiğnemek zorunda kalarak ülkeye döviz sokmaya farklı yollardan müsaade etmişti. Bu icraat “Türk Parasını Koruma Kanunu”nu çiğnemek demek olduğundan ülkeye yasa dışı yollardan döviz sokmak olarak bir diğer tabirle suç olarak değerlendirilmekteydi. Bu sorun ancak 6 Ocak 1984`de “Türk Parasını Koruma Kanunu”nda yapılan değişiklikle giderildi ve döviz taşıma suç olmaktan çıkarılıp alım satımı serbest bırakıldı.
1984: Adalet Bakanlığı'nın yaptığı açıklamaya göre cezaevlerinde 74.946 tutuklu ve hükümlü var. (4)
1984: Tunus'ta ekmek fiyatlarının %125 oranında artması üzerine ayaklanma başladı. 75 kişi öldü. Sıkıyönetim ilan edildi.
1992: İbrahim Kızmaz Hoca Nusaybin`de şehid edildi. (5)
1994: Er, erbaş ve yedek subayların terhisleri, Genelkurmay tarafından 3 ay ertelendi. Sürdürülen operasyonlarda yetişmiş askeri personele ihtiyaç duyulduğu belirtildi.
1997: Ali Kalkancı gözaltına alındı.
Refah Partisi`nin giderek oylarını artırdığını ve bunun hiçbir şekilde önüne geçilemediğini gören darbeciler, halkın nabzını tutup İslami kesimleri kötülediler. Ama Müslüman halk bunlara teveccüh etmeyince özellikle ahlaksız iftiralar yayma yoluna gittiler. Ancak İslami kesimler içinde bilinen şahsiyetlerin ahlaksız açıklarını bulamayan darbeciler 28 Şubat`a zemin hazırlamak için figüranlar bulup piyasaya sürdüler. Sahte Şeyhlerin ve yalancı alimlerin üretildiği bu dönemde o figüranlardan biri Ali Kalkancı oldu. Ahlaksız ilişkilere giren Kalkancı ve benzerlerinin durumu medya üzerinden sıklıkla işlendi. Gün yoktu ki bir irtica haberi ve bir irticacının sözde kirli ilişkileri ortaya çıkmasındı. Kendisinin seyit olduğunu söyleyen Ali Kalkancı sözde gördüğü bir rüya üzerine evini tekke yaparak şeyhliğini ilan etti. İlkokul mezunu olan Kalkancı, herhangi bir dini eğitimi olmadığı halde Fatih'te tarikat kurup yönetmeye başladı. Bıraktığı sakalı, cübbesi ve sözde İslami görünümüyle ortaya çıkıp darbecilere bol bol malzeme verdi. 28 Şubat'ın ardından ortadan kaybolan Kalkancı, sakal kesip, dergâhını kapattıktan sonra da işadamı kimliğiyle öne çıktı. Sonradan uyuşturucudan yakalanıp cezaevine girdi. Aslında İslamla hiçbir bağları olmayan ve 28 şubatçılar tarafından üretilen o ve onun gibi figüranlar Allah`ın huzurunda İslamı kirletmeye çalışmaktan hesap verecekleri gibi Müslüman halkın vicdanında ve tarih önünde de hak ettikleri cezayı bulacaklardır.
1997: MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür, Susurluk Komisyonuna verdiği ifade ‘devlet yararına her tip insanı kullanabildiklerini` söyledi.
Mehmet Eymür 2011 Aralık ayında tekrar sorguya çağrılıp ifade verdi. Bu ifadesinde Devlet adına işlenen cinayetlere dair açıklamalarda bulunan Eymür, faili meçhul cinayetlerden bazılarının adreslerini açık bir şekilde gösterdi. Bundan önemlisi Eymür, Devletin kirli ve pis işlere bulaşmış bazı insanları gayri meşru işlerde kullandığını bir kez daha vurguladı.
1998: Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na Ahmet Necdet Sezer seçildi. (5)
2012 : Hizbullah Cemaati, Huseynisevda.Net Sitesinde Yayınladığı Basın Açıklaması İle Uludere Katliamını Kınadı.
Açıklamada Sorunun Asıl Kaynağının, Rejimin Sahip Olduğu Zihniyet Ve Bu Zihniyetin Eseri Olan Yanlış Politikalar Olduğuna Vurgu Yapıldı.
Açıklamada Ayrıca Her Ne Kılıf Bulunmaya Çalışılırsa Çalışılsın Bu, Devlet Eliyle İşlenen Bir Katliamdır. Sözüm Ona Sorunun Sahibi Olarak Kendisini Lanse Eden Temsilciler Ve Soruna Çözüm Bulmaya Çalıştıklarını İddia Edenlerin Sahip Oldukları Zihniyet Devam Ettikçe, Bu Katliam İlk Olmadığı Gibi Son Da Olmayacaktır. Yapılan Bu Büyük Katliamı Ve Kör Zihniyetlerinden Vazgeçmeyen Bu Anlayış Sahiplerini Kınıyoruz." İfadelerine Yer Verildi.
2012 : Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral İlker Başbuğ, İnternet Andıcı Soruşturması Kapsamında Silahlı Örgüt Yöneticiliği Ve Darbeye Teşebbüs Suçlamasıyla Tutuklandı.
Tutuklama Kararının Ardından Beşiktaş'taki İstanbul Adliyesinden Geniş Güvenlik Önlemleri Altında Çıkarılarak, Yenibosna'daki Adli Tıp Kurumunda Sağlık Kontrolünden Geçirilen Emekli Orgeneral Başbuğ, Daha Sonra Sivil Araçla, Konvoy Eşliğinde Silivri Cezaevine Götürüldü.
MERCEK
6 OCAK
(1) Hz. İsa Ve Milad
6 Ocak 0: Hz. İsa doğdu.
Doğum ve ölüm tarihleri ile ilgili olarak kimi tarihçiler ve araştırmacılar farklı görüşler belirtseler de 6 Ocak kabul gören görüşlerden biridir. İsa (as)`ın doğumu milad kabul edilmiştir. Buna göre
Milat, İsa'nın doğduğu gündür. Hz. İsa'nın doğum tarihine dair net bir bilgi olmamakla birlikte, Gregoryen Takvimi'ne (Miladi Takvim) göre oluşturulmuş zaman çizelgesinde "0" noktası yani “1 Ocak 0” tarihi olarak kabul edilir. Bu tarihten önceki tarihler Milattan Önce (MÖ), bu tarihten sonraki tarihler Milattan Sonra (MS) olarak tanımlanırlar. Ayrıca İsa'dan Önce (İÖ) ve İsa'dan Sonra (İS) terimleri de aynı anlamda kullanılır.
Tarihi metinlerde 0 yılından sonraki tarihlerin MÖ tarihler ile karıştırılmaması için MS tabiri özellikle ilk birkaç yüzyıl için veya özellikle belirtilmesi gereken durumlarda kullanılır. Günümüze yakın tarihler için MS tabiri kullanmaya gerek yoktur.
Hz. İsa, Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir.
Batılı tarihçilere göre Hz. İsa (a.s) Romalıların elinde bulunan Yahudiye'de Romalılardan Tiberius iktidarı döneminde otuz yaşlarına doğru peygamberliğini İnsanlara bildirdi. Önce Celile'de sonra Kudüs'te insanları hak dine davet etti. Yahudilerin dinini ikmal onların dine kattıkları hurafeleri düzeltmek için gönderilen Hz. İsa (a.s) kendisine indirilen İncil`de bunu şöyle anlatır: "Ben yok etmeğe değil, tamamlamaya geldim."
Hz. İsa (a.s), Yahudilerin tahrif ettiği Eski Ahid'i onların anlayışından kurtarmaya, Hz. Musa (a.s)'in getirdiği akideyi yerleştirmeye ve Yahudilere daha önce bildirilen zahmetli bazı ilahi kanunları hafifletmeye çalıştı.
Memleketi Celile'de Genaseret gölü kıyısında ilk vaaz ve tebliğlerini bildiren Hz. İsa daha sonra Kudüs'e gitti. Yahudiler Hz. İsa'yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus'a şikâyet ettiler. Havarilerin içinde Yahuda isimli birisi Hz. İsa'ya ihanet etti ve Hıristiyanların inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur'an-i Kerîm'de ise hadise şöyle anlatılmaktadır: "Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı" (Nisa suresi 156. ayetin meali)
Hz. İsa'ya ihanet eden Yahuda, Allah`ın kudretiyle Hz. İsa`ya benzetilmiş Romalılar da onu İsa (a.s.) zannederek asmıştır. Tüm halkın önünde Hz. İsa`nın yüzü giydirilmiş olan Yahuda asılınca Hıristiyanlar bugün bile Hz. İsa`nın çarmıha gerilerek öldürüldüğünü düşünürler. Oysa her şeyi bilen Azze ve Celle`nin Kur`an`da verdiği habere kulak verseler hakikati öğrenmiş olacaklardı.
Rivayetlere göre, İsa (a.s), orta boylu, kırmızıya çalar beyaz benizli, dağınık, düz saçlı idi. Saçını uzatır, omuzları arasına salardı. Geniş göğüslü, küçük yüzlü çok benli idi: Sırtına yün elbise, ayağına ağaç kabuğundan yapılmış sandal giyer, çoğu zaman da yalınayak yürürdü.
Kendisinin geceleri varıp barınacağı bir evi, ev eşyası ve zevcesi yoktu. Hiç bir şeyi yarın için biriktirip saklamazdı. İsa (a.s) dünyadan yüz çevirir, ahireti özler, Allah'a ibadete koyulurdu. Yeryüzünde nerede Güneş batarsa orada konaklar, namaza dururdu. Gecelerini namaz, gündüzlerini de oruç ile geçirirdi
İsa (a.s) göğe kaldırıldığı zaman, yün bir kaftan, bir çift mest, bir de deri dağarcıktan başka bir şey bırakmamıştı
Kur'an-ı Kerim`in de bildirdiği üzre Hz. İsa (a.s)'ın annesi Hz. Meryem'dir. Meryem (aleyhasselam), yine Kur'an'da ismi geçen dört seçkin aileden biri olan İmran ailesinden idi. Hz. Meryem, Zekeriya (a.s)'ın koruması ve gözetimi altındaydı. Meryem, Beytü'l-Makdis'te, doğu tarafta özel bir bölmeye yerleştirilmişti. Zekeriya (a.s), Meryem'in yanına geldikçe orada, rızkını ve yiyeceğini hazır görürdü. Hz. Meryem, Beytü'l Makdis'te zikirle, ibadetle hayatını geçiriyordu. İşte bu sırada Allah, ona bir beşer suretiyle Cebrail'i gönderdi. Bu durum, Kur'an-ı Kerim'de su şekilde anlatılır:
"(Ey Muhammed!) Kur'ân'daki Meryem kıssasını da an. Hani o, ailesinden ayrılarak (mescidin) doğu tarafında bir yere çekilmişti. Sonra ailesiyle kendisi arasına bir perde koymuştu. Biz ona meleğimiz (Cebrail)i gönderdik de ona tam bir insan şeklinde göründü. Meryem dedi ki; ‘Ben senden Rahman'a sığınırım. Eğer O'ndan korkuyorsan bana dokunma!` O da; ‘Ben, temiz bir oğlan bağışlamak için Rabbinin sana gönderdiği elçiden başkası değilim` dedi. Meryem; ‘Bana bir insan temas etmemişken, ben kötü kadın olmadığım halde nasıl oğlum olabilir?` dedi. Cebrail; ‘Bu böyledir. Çünkü Rabbin, "bu bana kolaydır, onu insanlar için bir mucize ve katımızdan da bir rahmet kılacağız" diyor, dedi. İş olup bitti. Böylece Meryem, İsa'ya gebe kalarak bir köşeye çekildi. Doğum sancıları başladı ve başına gelen bu hadiseden dolayı çok üzülerek, keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim, dedi" (Meryem suresi 16 ve 23. ayetlerin meali)
Cebrail, Hz. Meryem'e babasız doğuracağı çocuğun özelliklerini ve mücadelesini haber vermiş, Meryem'i teselli etmiş ve ayrılıp gitmişti. Hz. Meryem'in kendisini Allah'a ibadete verdiğini ve onun tertemiz bir kadın olduğunu bilenler de bilmeyenler de bu duruma hayret etmiş ve doğumun bu şekilde nasıl olabileceği tartışmasına girmişlerdi. Hz. Meryem ise olayı, çocuğa sormalarını işaret etmişti. Bundan sonrasını Kur`an yine şöyle anlatır;
“Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. Onlar; ‘Biz beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?` dediler. (Allah'ın bir mucizesi olarak İsa şöyle) dedi: ‘Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitab verdi ve beni bir peygamber yaptı. Beni, nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Beni anneme hürmetkâr kıldı. Beni zorba ve isyankâr yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün selam ve emniyet benim üzerimedir.` İşte hakkında (Yahudilerle Hıristiyanların) ihtilaf edip durdukları Meryem oğlu İsa'ya dair Allah'ın sözü budur. (Meryem suresi 29 ve 3. ayetlerin meali)
İsa (a.s)'in babasız olarak mucizevî bir şekilde doğuşu, Allah'ın dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibariyle Adem (a.s) ile İsa (a.s) arasında fark yoktu. Nitekim ayet-i kerimede, durum su şekilde izah edilir:
"Gerçekten İsa'nın babasız dünyaya geliş hâli de Allah katında Adem'in hâli gibidir. Allah, Âdem'i topraktan yarattı, sonra da ona ol dedi, o da hemen oluverdi" (Âli İmran suresi 59. ayetin meali)
İsa (a.s) otuz yaşında iken peygamberlik görevi aldığında, hemen İsrailoğullarına durumu bildirdi. İsa (a.s)'nın çağrısına kulak tıkayan ve ellerindeki Tevrat'ı tahrif edip pek çok değişiklikler yapan İsrailoğulları, Hz. İsa (a.s)'a inanmadılar.
İsrailoğulları, İsa (a.s.)'ı ve Ona tâbi olanları durdurmak için pek çok yol denediler. Sonunda Hz. İsa'yı öldürmeğe karar verdiler. Az önce bahsettiğimiz gibi Allah, onların planlarını etkisiz hâle getirdi. Yahudiler, İsa (a.s.)'a benzeyen birini yakalayıp çarmıha astılar ve "Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" dediler.
Hz. İsa (a.s) göğe çekildiği sıralarda kendisine inananların sayısı çok azdı. Daha sonra bir ara Hz. İsa'nın getirdiği inancı kabul edenler çoğaldı ise de, sonunda Hıristiyanlar da İsrailoğulları gibi yoldan çıktı ve pek çok yanlışlıklara saptılar. Bugün, Hıristiyanların sahip oldukları teslis inancı, İsa (a.s)'nın göğe yükseltilmesinden hemen sonra ortaya çıkmıştır.
Hâkim, Müstedrek`inde Hz. Meryem`in Hz. İsa'nın göğe çekilmesinden sonra altı sene kadar daha yaşamış ve ölmüş olduğunu söyler.
(2) Babrak Karmal
6 Ocak 1929: Komünist Afgan politikacı Babrak Karmal doğdu.
Babrak Karmal 6 Ocak 1929`da doğdu. 3 Aralık 1996`da öldü. Tarih onu karanlık sayfalarına Rus Kızılordusunu ülkesine davet edip de Müslümanları katlettiren Komünist bir lider olarak kaydetmiştir.
Babrak Karmal, 1979—1986 yılları arasında Komünist Afganistan Demokratik Cumhuriyeti dönemi esnasında Afganistan'ın üçüncü başkanıydı. Marksist liderlerin uzman propagandacıları arasında en iyisi olarak gösteriliyordu.
Seçkin bir ordu generalinin oğlu olarak, Kabil`in doğusunda Kamari köyünün varlıklı bir ailesinde doğmuş olmasına rağmen Babrak Karmal, annesinin ölümünden sonra zor hayat koşulları altında yaşadı. Lisede ilgisiz bir öğrenciydi. Daha sonra Kabil Üniversitesi'nde Hukuk okudu. Bir hatip olarak şöhret kazandı. 1951'de üniversitenin öğrenci birliğinde eylemci oldu. Marksist siyasal faaliyetlere karıştığı için beş yıl boyunca hapsedildi.
Hapishanede Ekber Hayber ve Muhammed Sıddık Farhang ile arkadaş oldu. Burada iki arkadaşıyla birlikte Sovyet yanlısı düşüncelerini geliştirdi. Mezun olduktan sonra, Planlama Bakanlığına girdi. Bu arada Türkiye`de yanlış anlatıla gelen bir Babrak Karmal hikâyesi vardır. Bu hikâyeyi güya Babrak Karmal ile aynı sınıfta okuyan bir kardiyolog anlatmıştır. Şöyle ki; “Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1952 ve 1954 yıllarında Babrak Karmal ile beraber okuyorduk. Fakat onun bursu kesilince ortada kaldı. Sağa sola başvurdu, hiçbir maddi destek bulamadı. Bir tek el uzatan olmadı. En son Rus Konsolosluğu'nun burs verdiğini öğrenince oraya başvurdu. Onlar kendisine, ‘Burs veririz ama bir şartımız var.
Ankara'da tıpta değil, Moskova'da uluslararası ilişkilerde okuyacaksın` derler. O da çaresizlikten kabul edip, dedikleri fakülteye gider. İstedikleri tipte kendisini yetiştirdikten sonra, onu geriye ülkesi Afganistan'a gönderirler... Gün gelir merdivenin basamaklarından yüksele yüksele, 1979'da zirveye ulaşır. Zamanı geldiğine inandıkları anda düğmeye basarlar ve onun beklenilen davetiyle Afganistan'a girerler.
Oysaki az önce de dediğimiz gibi Babrak Karmal, 1951'de üniversitenin öğrenci birliğinde eylemci olup da Marksist siyasal faaliyetlere karıştığı için beş yıl boyunca hapsedilmiştir.
Babrak Karmal, 1 Ocak 1965'te yapılan kongreyle yirmi sekiz kurucu üyeden biri olarak Afganistan Demokratik Halk Partisi'ni Kabil'de kurdu. Komünist Partinin genel sekreterliğine getirildi. 1965'ten 1973'e kadar bu partide hizmet etti. 1967'de Demokratik Afganistan Partisi Perçem ve Halk adında iki bölüme ayrıldı. Karmal önce Perçem hizbinin lideri oldu. Hizipleri 1977'de birleştirdi ve Nisan 1978'de, Afganistan'ın kontrolünü ele geçirdi. Karmal, önce başbakan vekili oldu ama rakip Halk hizbinin yükselişinden sonra Prag'a büyükelçi olarak atandı.
ADHP yani Afganistan Demokratik halk Partisi, sosyalist fikirlerle ülkeyi yenileştirmeyi deniyordu fakat büyük rahatsızlık vardı. Aralık 1979'da Sovyetler, Afganistan'ı istila etti ve Sovyetlere ait komandolar, lider Hafızullah Amin'i öldürdü. Sovyetler, Demokratik Afganistan cumhuriyetinin başkanı olması için Karmal'ı getirdi. Babrak Karmal, ADHP'in Perçem hizbinin sürgüne gönderilen lideri, Afganistan hükümetinin yeni başkanı olarak Sovyetler tarafından yerleştirildi. Bir başka deyişle 2001 işgalinde Amerikan`ın başa geçirdiği Karzai gibi Babrak Karmal da Sovyet versiyonu olarak Rusya tarafından başa getirildi. Lakin Mehmet Akif`in dediği gibi
“Tarih tekerrür ediyor diyorlar
Hiç ibret alınsa
Tekerrür eder miydi tarih” kabilince tarihten ibret almayan zalimlerin seleflerinin akıbetine uğrayacağı muhakkaktır.
Karmal Haziran 1981'de başbakanlık görevini Sultan Ali Keşmand'a devretmekle birlikte partinin genel sekreterliğini ve Devrim Konseyi başkanlığını sürdürdü. Bu arada sosyalist rejime ve 1985'te sayıları 115 bine ulaşan Sovyet askerlerine karşı silahlı direniş yükselirken, ADHP içindeki Halk ve Bayrak kanatları arasındaki iktidar mücadelesi de sürdü.
Babrak Karmal, Sovyetlere ait destekle güç sağlamak için görevlendirildi fakat başarılı olamadı.
4 Mayıs 1986'da partinin genel sekreterliğinden uzaklaştırıldı. Daha önemsiz bir görev olan Devrim Konseyi başkanlığına getirildi. Ne var ki, kısa bir zaman sonra bu görevinden de istifa etmek zorunda bırakıldı. Yerine Dr. Muhammed Necibullah getirildi.
Babrak Karmal, Moskova için Afganistan'ı terk etti.1989'da kısa bir süre için Kabil'e döndü. 1996'da Moskova'da öldü. Cenazesi önce Özbekistan'a, daha sonra Afganistan'a defnedildi.
(3) Vietnam Savaşı
6 Ocak 1967: Vietnam savaşı başladı.
Tarihte bazı olaylar vardır ki, bir süreç içinde gelişmiş ve sona ermiştir. Savaşlar buna en güzel örnektir. Tarihte vuku bulan bir savaş için ‘şu tarihte oldu` diye tam bir tarih veremezsiniz. Bu açıdan tarihçiler bir sürece bağlı olaylar içinde en önemli kesiti alıp o olaya milat yaparlar. Hal böyle olunca aynı olay üzerine farklı tarihler verilebilir. Vietnam savaşı da birazdan anlatacağımız üzere bir süreç içinde vuku bulmuş, bir günde başlamamıştır. Bundan dolayı da biz de biraz geri giderek Vietnam Savaşını sizler için derlemeye çalıştık;
2. Dünya Savaşından sonra Vietnam, Kuzey ve Güney olarak ikiye bölünmüştü. SSCB ve Çin Komünist Kuzey Vietnam`ın, ABD de Güney Vietnam`ın müttefikiydiler.
Vietnam Savaşı ise, SSCB ve Çin`in Kuzey, Amerika`nın da Güney Vietnam`ın yanında yer almasıyla vuku buldu. Bu savaşın tarihi arka planı ise şöyle gelişti:
Çinhindi; İngiliz ve Fransız sömürgesiydi. III. Napolyon döneminde Fransızlar Annam, Kamboç, Koşen ve öteki bazı bölgeleri ellerine geçirmişler bu arada Hindistan ve Birmanya yoluyla Çinhindi'ne giren İngilizlerle Mekong'da çatışmışlar ve sonunda bu akarsuyu sınır yapmışlardır.
II. Dünya Savaşı'nda Çinhindi, Japonya'nın eline geçti. Japonlar 1945 yılında yenileceklerini anlayınca buradaki milliyetçi duyguları körüklemiş ve bölge halkını silahlandırmıştır. Çinhindi`nde üç bağımsız devletin, Vietnam, Laos ve Kamboçya`nın kurulduğunu ilan ederek Vietnam'ı İmparator Bao Dai'nin yönetimine bırakmıştır.
1945 yılında Fransız Çinhindi'ne gelen ilk birlikler İngiltere'ninkilerdi. Bunlar Saygon'a geldiklerinde durumu karışık buldular. Çünkü milliyetçi gruplar savaş sonu düzensizliğinden yararlanarak denetim kurmak için çaba gösterirken,1946 yılının sonuna gelindiğinde "Hür Fransa"ya bağlı birlikler de bölgedeki Fransızların hayatını korumak için mücadeleye başlamışlardı.
Vietnam`daki komünistler, ülkeyi sömüren Fransız Kolonilere karşı 1940`lı yıllardan itibaren mücadeleye başladılar. Ho Şi Min önderliğindeki komünistler, işgalci Fransızları 1954 yılında yendiler. Bu çatışmalardan sonra ulusal ve uluslararası antlaşmalar sonucunda Vietnam, komünist ve ulusalcı Kuzey ile Amerikancı Güney olarak ikiye ayrıldı. Ülke bütünlüğünü sağlayacak bir seçim planlandı fakat gerçekleşmedi. Bu gelişmelerden beş yıl sonra 1959`da komünistler Güney`in de komünistleşmesi için mücadele etmeye karar verdiler Güney Vietnam`a karşı gerilla mücadelesi vermeye başladılar.
Kore Savaşı'ndan sonra Soğuk Savaş'ın ikinci sıcak çatışması olan Vietnam Savaşına ABD birlikleri 1963 veya 1964 yılından 1973 yılına kadar dâhil olmuş ve resmi açıklamalarına göre 60 bin kadar askeri ölmüştür.
Johnson ve Nixon`a kadar ki ABD başkanları Vietnam savaşına bir fiil katılmamışlar, silah ve para yardımı yapmakla yetinmişlerdi. 1964 yılında gerilla botlarının bir Amerikan savaş gemisine ateş açması hikâyesini kamuoyuna anlatan ABD, Vietnam savaşına girdi.
Amerikan botuna ateş açılması olayına kadar savaşa sadece arka plandan destek veren ABD, bu hikâyesi ile sadece Kuzey Vietnam`ı bombalama hakkını kazanmış olmadı bunun yanı sıra ABD başkanlarının sahip oldukları olağanüstü askeri önlemler alma haklarına olanak sağlayan meşhur “Tonkin Körfezi Kararnamesi” de imzalanmış oldu. ABD`nin Vietnam`daki oyunu bu kadar değildi. Müttefiki olduğu Güney Vietnam Devlet Başkan Diem`in bir askeri darbe sırasında anlaşılamaz ölümü de bir ABD oyunudur. Nitekim Müttefiki Güney Vietnam Devlet Başkan Diem`i CIA`in öldürdüğü bilahare ispatlanmıştır.
Bugün hiç de yabancısı olmadığımız gerekçelerle ABD yaklaşık 19 bin km uzaklıktaki Vietnam`a 100 binlerce asker gönderdi. ABD için çok büyük maddi külfetlere, can kayıplarına ve onlarca başarısız girişime sahne oldu Vietnam. ABD hiçbir askeri başarı edinemedi, öldürdüğü 4 milyon kadar sivil ve 1 milyondan fazla Komünist gerilla dışında.
ABD, Vietnam da denemeye başladığı napalm bombası ile milyonlarca sivili katletti, milyonlarcasını da hayatları boyunca taşıyacakları napalm yanıkları ile bıraktı.
Bu savaşta sadece ABD değil, karşı tarafı oluşturan Kuzey Vietnam ve Rusya da çok zulümlere imza attı. Bu açıdan Vietnam savaşı çok çetin geçtiği kadar iki tarafın da birbirine acımadığı bir savaş olarak akıllara kazınmıştır. Vietkonglar akla gelebilecek her türlü işkenceyi ele geçirdikleri Amerikan askerlerine yapmaktan geri kalmamış, keza Amerikan askerleri de yakaladıkları Vietkonglar'ı diri diri helikopterle alçaktan atmışlardır ki, ölümleri geç ve can çekişerek olsun diye. Toplu halde yapılan işkenceler, insanları canlı canlı yakmalar, biyolojik saldırılar, napalm bombaları, köy baskınları, toplu cinayetler ve yağmalar sıradan hale gelmiştir.
Vietnam`ın dağlık orta bölgelerinde bir kasaba olan Buon Ma Thuot'nın ele geçirilişiyle savaşın kaderi değişmiş ve Kuzey Vietnam güçleri iyice güçlenmiş ve moral kazanmış ve nihayet iki ay sonra, 30 Nisan 1975 tarihinde Güney'in başkenti olan o zamanki adıyla Saygon'a girmiştir.
'Vietnam Savaşı' uzun ve kanlı bir savaş oldu. Hanoi hükümeti, 21 yıl süren çatışmalarda Kuzey ve Güney'de toplam dört milyon sivil ile bir milyondan fazla komünist savaşçının hayatını kaybettiğini söylüyor. ABD'nin verilerine göre ise, 220 ile 320 bin Güney Vietnamlı asker ile 60.000 Amerikan asker öldü ya da kayboldu.
Vietnam, 1,5 milyon yurttaşını ve zehirlenerek kullanılamaz hale gelen topraklarının 3'te 1'ini yitirmesine rağmen savaştan galip çıktı. Amerikalılar ise bölgede 58 bin ölü bırakırken, savaş sonrası Vietnam'dan dönen askerlerinin bir o kadarı da intihar ederek yaşamlarına düşman kurşunlarıyla değil de kendi elleri ile son verdiler. Amerika ayrıca savaş boyunca, yarısına yakınının Vietnam uçaksavarları tarafından düşürüldüğü 2,196 hava aracını da yitirdi. Vietnam Savaşı'nın Çin-Sovyet ilişkilerinin düzelmesini sağlayacağı varsayılıyordu, fakat algı farklılıkları ilişkilerin daha da bozulmasına sebep olmuştur.
(4) Cezaevleri, Suçlar, Suçlular
6 Ocak 1984: Adalet Bakanlığı'nın yaptığı açıklamaya göre cezaevlerinde 74.946 tutuklu ve hükümlü var.
Bir ülkede suç ve suçlu sayısı artıyorsa; Bu, o ülkede buna dair uygulanan politikaların yanlış olduğunu ispat eder. Suçun artması ayrı, suçlunun artması ayrı vakalardır. Suçun artması aynı şahısların suç makinesine dönüşüp birden fazla suça bulaşmış olmasıyla mümkündür. Ama günümüz şartlarında sistem suçlu üretmektedir. İşte asıl korkutucu olan da budur. Zira bu durumda korunup emniyete alınması gereken bireyler suça bulaşarak yaşadıkları toplumu huzursuz kılmaktadırlar. İslamın tavandan tabana kadar tüm toplum katmanlarına rengini verdiği dönemlere bakılarak şunu rahatlıkla iddia edebiliriz ki, suç ve suçlu sayısı istatistiksel olarak en minimum seviyededir. Örneğin Hz. Ömer`in 13 yıllık Hilafeti döneminde 3 veya 5 hırsızlık olayından bahsedilir. Yine Hz. Ömer`in dönemiyle kıyas yapmanın abes kaçacağı Osmanlı döneminde dahi 1800`lerin başında bir Fransız Tüccar kalabalık içinde altın kesesini düşürür. Altınları her tarafa saçılır bazıları denize dökülür. Kalabalık altınlara saldırır, bazıları denize atlar. Fransız tüccar gitti altınlar diye dövünürken altınları toplayanlar gelip altınlarını ona teslim ederler. Denizden çıkanlar da üstleri başları ıslak altınlarını geri verirler.
Pek karanlık bir tablo çizmek gibi olmasın ama öyle bir bireyler topluluğundan, bugün değil düşen altınları cebe indirmek, evlerde gizlenmiş altınlara dadanan, bunun için gözünü kırpmadan cinayet işleyen bireyler topluluğu oluşmuşsa suç sadece suçu işleyenlerde midir? Bir problem yanlış formülle çözülmez. 1 asırdan fazladır her konuda olduğu gibi toplum emniyetini sağlayamamak ve suç ile suçlunun önüne geçememek hatta daha dibe vurmak bir asırdır yanlış formüllerle devam ettiğimizin göstergesi değil midir?
1990 45,606
1991 26,851
1992 31,482
1993 34,805
1994 38,931
1995 46,091
1996 50,883
1997 60,606
1998 60,391
1999 67,581
2000 49,512
2001 55,609
2002 59,187
2003 64,296
2004 57,930
2005 55870
2006 70,477
2007 90,837
2008 103,235
2009 111,865
(5) Şehid İbrahim Kızmaz
6 Ocak 1992: İbrahim Kızmaz Hoca Nusaybin`de şehid edildi
Allah`ın bazı kulları vardır ki, insanlar içinde hak ettikleri değeri görmezler. Hatta isimleri bilinmez, adları sanları duyulmaz. Kim bilir Allah u Teala belki dostlarını halk içinde gizleme hikmetine binaen böyle takdir etmiştir. İsmini tarihin ak sayfalarından birinde görünce Şehid İbrahim Kızmaz Hoca`yı sizler de tanıyın istedik.
İbrahim Hoca ismiyle anılan İbrahim Kızmaz 01.01.1956 tarihinde bugün Batman iline bağlı olan Gercüş ilçesine bağlı Akburç köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Gercüş`te okudu. Ergani Öğretmen Lisesini bitirip bilahare Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Ön Lisans Programını bitiren İbrahim KIZMAZ, 1974-1976 yılları arasında Muş Malazgirt`te iki yıl öğretmenlik yaptı. Sonra Mardin Nusaybin`e bağlı Tepeüstü köyüne tayinini isteyen İbrahim Hoca burada yedi yıl öğretmenlik yaptıktan sonra Nusaybin`e gitti. 1992 yılında şehid edilinceye kadar da Nusaybin`de öğretmenliğine devam etti.
İbrahim Kızmaz Hoca, sadece öğretmenliği ile tanınan bir şahsiyet değildi tabii ki. Bundan öte O, İslam davası için titreyen yüreği, bitmek bilmeyen azmi, cesareti ve İslam düşmanları karşısında İslamın manevi sancağını bir an bile elden düşürmemesi ile tanındı, bilindi. İşte size İbrahim Hoca`nın mücadelesinden ufak bir kesiti onu yakından tanıyan ve mücadelesinde ona arkadaş olmuş bazı dostlarının anlatımıyla aktaralım.
“Hoca, köyümüzde İslami bir çalışma yaptı. O dönemlerde PKK yoktu. Kawa, KDP, Alarızgari gibi örgütler vardı. Köyümüzde bu örgütlerle ilişkili insanlar vardı. Bu örgütlerin hepsi Komünist fikirliydi. İslam`a ve İslami değerlere tahammülü olmayan bazı Komünist öğretmenler bu insanları örgütlüyordu. İbrahim Hoca ile aralarında çok tartışma oluyordu. Onların İslama olan saldırılarına karşı çıkan İbrahim Hoca`yı tehdit ediyorlardı. Bir kaç kez Hoca`nın önünü kestiler. Hoca çok cesurdu. Ona bir şey yapamadılar. Hoca, gece gündüz kitap okurdu. Gençlere de çok okumalarını tavsiye ederdi. Köy imamından Arapça öğreniyor, kendisi de imama coğrafya, matematik dersleri veriyordu”
“O dönemde gençleri kazanmak için Komünistler köyde bir futbol takımı kurmuşlardı. Köyün bütün gençleri onların yanına giderdi. Bunun üzerine Hoca da Suriye`den bir top getirtti ve köyün biraz uzağındaki bir sahada oynamaya başladık, tabi biz top oynamayı çok iyi bilmezdik. Kawacılar o zaman Mardin`e turnuvalara giderlerdi, biz takım kurunca maç teklif ettiler. Bütün köyü topladılar ve şöyle seslendiler: "Ey köylüler bugün burada biz koministler ve şeriatçılar bir oyun oynayacağız!" Bunu duyan onların iyi oyuncularından biri: "Ne yani şimdi biz Komünist, onlar da Şeriatçı mı?" dedi ve "hayır ben de şeriatçıyım" diyerek bizim safımıza geçti. Onunla beraber kardeşi de bizim tarafımıza geçti. Oyunumuzu oynadık İbrahim Hoca bir gol attı ve onları 1-0 yendik. Başka bir gün tekrar oynamak istediler bu sefer 2-0 yendik.”
“Hoca`nın öyle güzel bir ahlakı vardı ki düşmanı da olsa yanından geçerken selam verir, hal hatır sorardı. Hatta bir ara Hoca`ya "selamünaleyküm" lakabını takmışlardı. Ben bazen ona kızıyor ve "Nedir bunlara selam veriyorsun, onlar bizi öldürmeye çalışıyor sen gidip selam veriyorsun" diyordum o da bana: "Kardeşim! Bizim davamız bunu istiyor, selam vermemiz, ihtiyaçlarını karşılamamız gerekiyor, belki kalpleri ısınır" şeklinde cevap veriyordu.”
“Öğretmenlik maaşını hep köy yollarında harcadı. Çevremizde gidip de tebliğ yapmadığı köy kalmamıştı. Köyümüze biraz uzak bir köy vardı. Köy ağası medrese okumuş, inançlarına sıkı sıkıya bağlı biriydi. Sol gruplar, inançlarına bağlı Hacı Aliye Hasan ismindeki bu ağanın köyüne defalarca saldırmış, samanlıklarını, otlaklarını ateşe vermişti. Hergün onları taciz ediyorlardı. Ali Ağa, İbrahim Hoca`nın ismini duymuş, aracılar göndererek onunla tanışmak istemişti. İbrahim Hoca`nın mücadelesi ve ismi artık uzak köylere bile ulaşmıştı. Tabi bu davet gelince, her türlü tehlikeyi göze alıp o köye gittik”
Eşi anlatıyor;
“Olayların yoğunluk kazandığı ve Komünistlerin Müslümanlara ölümü reva gördüğü bir zamanda ablam kendisini arayarak tayinini Nusaybin dışına çıkarmasını istedi. Hoca onun bu isteğine karşılık şöyle cevap verdi: “Ben tayinimi öbür dünyaya istedim.” Ablam çok şaşırmıştı; “ Eşin, yavrun var” dedi. Hoca hep “Şehadet isterim, şehadet” derdi, bu sözlerinden dolayı annesi ona kızıyordu, öyle söyleme derdi. O zaman da kızımız bir buçuk yaşındaydı.”
“Hoca çocukları çok severdi. Onlara çeşitli hediyeler alırdı. Sürekli cebinde çocuklar için bir şeyler taşırdı. Mahallenin çocuklarını sevindirirdi. Hatta fakir öğrencilere ayakkabı dahil ihtiyaçlarını alırdı.”
Yıllarca beraber kaldığı bir dostu bakın neler diyor;
“12 Eylül darbesi sonrası evini Nusaybin'e taşıdı. Düşünce Kitapevi'ni açtı. Hem öğretmenlik yapıyor hem de kitab evi ile uğraşıyordu. Aldığı maaşını kitaplara veriyor, bu kitapları da gençlere vererek sol örgütlerin, dinsizlerin kucağına düşmemesi için gayret sarf ediyordu. “Öğretmenlik mesleğimden atılmam pahasına da olsa öğrencilerime İslamı anlatmaktan geri durmayacağım. Atılacağımı bilsem dahi İslam'a hizmetten taviz vermeyeceğim” der ve kararlığından asla vazgeçmezdi. “Rızkı veren Allah'tır birkaç kuruşluk para karşılığında Allah u Teâlâ'yı kendime küstürmem” diyordu”
Bir dönem kendisine Türkiye çapında tanınan büyük bir firma tarafından çok cazip ve bol paralı bir teklif gelir. Bu teklifle İbrahim Hoca`nın bu büyük firmanın başına geçmesi, başkanlığını yapması istenir ama o şöyle der; “'Ben öğrencilerime hem okul hem de Kur'an`ı bitirdikleri için iki diploma veriyorum. Bu dünyaya bir kez geldim. Ömrümü İslam'a hizmet ederek geçirmek istiyorum” Böyle diyerek teklifi kabul etmeyen İbrahim Hoca`ya “Orda da hizmet edebilirsin” denilince; İbrahim Hoca “'Ben okulda yüzlerce öğrenci yetiştiriyorum. Ben dünya makamı değil ahirette makam istiyorum” dedi.
Kız kardeşi anlatıyor;
“Şehid edildiği dönem havalar çok soğuktu. Evinde odun ve kömür de yoktu; ama o “kömürüm de odunum da olmasa, benim derdim bunlar değil, derdim Allah'ın davasıdır” diyordu. Allah yolunda her şeyimi vermeye hazırım dedikten sonra “Evet sıkıntı çekiyoruz, fakat öbür dünyada ferahlık bulacağız” derdi.”
İbrahim Hoca, son olarak Nusaybin ilçesi Edip Mungan İlköğretim Okulunda öğretmendi. O dönemde Doğu ve Güneydoğu`da İslami şahsiyeti olan herkesi hedef alan komünist örgüt onu da bir müddettir hedef tahtasına oturtmuştu. İbrahim Hoca o aralar birkaç gündür okula gitmiyordu. Şehid olduğu 6 Ocak 1992 yılında okul müdüründen rapor almak için okula gitti. Onu gören biri komünist örgüte okula girdiğini haber verdi. İbrahim Hoca için okul önüne gelen 8 kişi pusu atıp beklediler. Nihayet Hoca dışarı çıkınca kurşun yağmuruna tutup şehid ettiler. Vücudundan 18 mermi çıkarılan İbrahim Hoca o çok isteyip durduğu sevgilisine nihayet kavuşmuş, bu vuslatını şehadetle taçlandırmıştı. Allah`ım! Senin dinin için canlarını feda eden Aziz Şehidleri rahmetinle sevindir. Bizi şehidlerin ve salihlerin yolundan ayırma.
(6) Ahmet Necdet Sezer
6 Ocak 1998: Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na Ahmet Necdet Sezer seçildi.
Ahmet Necdet Sezer, 13 Eylül 1941`de Afyonkarahisar`da doğdu. 7 Mart 1983'te Yargıtay üyeliğine seçildi.
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi üyesiyken Yargıtay Genel Kurulu'nca belirlenen üç aday arasından dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren tarafından 27 Eylül 1988'de Anayasa Mahkemesi asil üyeliğine atandı. 6 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi Başkanı seçildi.
Ecevit`in başkanlığında kurulan DSP, MHP ve Anavatan Partisinden oluşan Anasol-M koalisyon hükümeti Demirel`den boşalan Cumhurbaşkanlığına kimin getirileceği hususunda anlaşamayınca 3 parti de Ahmet Necdet Sezer üzerinde ittifak etti. Sezer 3. tur sonunda gereken oy sayısının yani 276`nın üzerine çıkarak Türkiye'nin 10. cumhurbaşkanı seçilmiştir ve cumhurbaşkanlığı görevini 16 Mayıs 2000'de Süleyman Demirel'den devralmıştır.
21 Şubat 2001'deki MGK toplantısında dönemin başbakanı Bülent Ecevit'e anayasa kitapçığını fırlatmasıyla başlayan 2001 Türkiye ekonomik krizinin mimarıdır. 2003 yılında AKP hükümeti seçilene kadar başörtülü milletvekilleri eşlerini resepsiyonlara davet etmesine rağmen 2003 yılından itibaren Çankaya Köşkünün bir kamusal alan olduğunu belirterek Başbakan'ın eşi de dahil hiçbir baş örtülü kadını Çankaya Köşkü'ne davet etmemesi tartışmalara sebep oldu. Veto hakkını en çok kullanan cumhurbaşkanı olan Sezer, görev süresi boyunca toplam 67 yasa, 22 Bakanlar Kurulu Kararı ve 729 müşterek kararnameyi iade etmiştir.
Sezer ayrıca toplam 190 mahkûmu affederek en fazla mahkûmu affeden cumhurbaşkanı olmuştur.
Sezer'in affettiği mahkûmların sayısı ve bağlı bulundukları örgütleri ise şöyledir:
40 DHKP-C,
6 PKK, 28
TKP-ML TİKKO,
28 TİKB,
19 Dev-Sol,
17 MLKP,
15 THKP-C,
3 TDP,
2 TKİP,
2 TEKP Leninist Gerillaları,
1 DHP ve 1 Dev-Yol.
Sezer'in, teröristleri af gerekçesi, açlık grevine bağlı olarak oluşan Wernicke-Korsakof adlı bir tür hafıza kaybı hastalığı olarak belirtilmiştir.
Sezer'in affettiği adi suçlular arasında ise; 7 katil, 3 tecavüzcü, 1 gaspçı, 5 çete mensubu, 4 de uyuşturucu kaçakçısı bulunmaktadır. Dikkat edilirse affetiği suçluların tamamına yakını Komünist örgütlere mensup kişilerdir. Bu kişilerin daha sonra Komünist eylem ve aktivitelere katıldıkları tespit edilmiştir. Bu da özellikle hani tedavisi olmayan hastalıkları vardı? Şeklinde soru işaretlerini haklı kılmıştır.
Bunlarla beraber Müslüman halk onu özellikle Ramazan ayında kameralar karşısına geçip su içmesiyle yâd edecektir. Cumhurun başı olan bir kişi cumhurun inancını bu kadar aşağılayamaz şeklinde ki tepkilere kulak tıkayan Sezer, 16 Mayıs 2007'de görev süresi dolmasına rağmen, Eski Yargıtay Başkanı Sabih Kanadoğlu'nun toplantı yeter sayısı 367 olduğu tezi ve Anayasa Mahkemesinin benzer bir karar alması sonucu parlamento yeni bir cumhurbaşkanı seçememiş ve erken seçime gitmiştir. Seçimlerden sonra Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçildiği 27 Ağustos 2007 tarihine kadar Türkiye'nin onuncu Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.