İNZAR Dergisi`nin Eylül ayında yayınlanan 113`üncü sayısındaki İlke Haber Ajansı Genel Müdürü Mahmur İrtem ile yaptığı röportajı sizinle paylaşıyoruz.
Sayın İrtem, bir ajans müdürü olarak sizce 6-8 Ekim olayları neydi? Bir ayaklanma mıydı, yoksa ayaklanmanın provası mıydı? Ya da bölgede kendileri için engel görülen Müslümanları temizleme operasyonu muydu?
6-8 Ekim olayları kesinlikle bir prova değildi. Başta ABD olmak üzere uluslararası güçlerin desteğiyle yapılan apaçık bir operasyondu. Ancak bu operasyon Türkiye Devletine karşı bir girişim değildi. Zaten bundan dolayı da devlet tüm olan bitene karşı sessiz kaldı ve sadece olayları izlemekle yetindi. Bu girişimin tek hedefi vardı. O da başta Diyarbakır olmak üzere Kürdistan illerindeki dindarları ve dindar halkın örgütlü yapılarını tasfiye etmekti. PKK kurulduğu günden beri bu amacı hep taşımıştır. Nitekim 90`lı yıllarda da benzer katliam girişimleri ve saldırıları olmuştu. Susa ve Başbağlar katliamları sadece birer örnektir.
6-8 Ekim olayları aslında ansızın başlayan bir olay değildir. 2000`li yıllarda Türkiye Kürdistan`ında fincancı katırlarını ürküten asıl olay 12 Şubat 2006 Pazar günü Diyarbakır İstasyon Meydanı`nda Danimarka`daki karikatür hakaretine karşı gerçekleşen Peygambere Saygı Mitingi oldu. Bugüne kadar Müslüman halkın örgütlü yapısının tamamen yok olduğunu düşünüp Kürt Halkına yeni elbiseler biçmeye çalışan emperyalist güçler, Kürt Halkının inancına ve Peygamberine bağlı olduğunu aynel yakîn gördü. Tabii ki mesele sadece bir mitingle sınırlı değildi. STK`lar bünyesinde yapılan İslami faaliyetler meydanın düşündükleri gibi boş olmadığını gösterdi. Bu durumun, 90`lı yıllarda uyguladıkları şeytani plan ve projelerinin suya düşmesine vesile olacağı kanaatini doğurunca ciddi olarak endişelenmeye başladılar.
Hatırlarsanız 4 Ocak 2011 tarihinde CMK`nın 102. Maddesi kapsamında herkes gibi Hizbullah Cemaati mensupları da tahliye edilmişti. Bu tahliyelerden sonra Abdullah Öcalan İmralı`dan avukatları aracılığıyla örgütüne “…Bütün bunlar Diyarbakır'da oluyor… Öz savunma devreye girmeli, onlara Diyarbakır'da yer verilmemeli…” şeklinde talimatlar gönderdiğini kamuoyu bilir. Bu talimatlardan sonra İslami STK`lara yönelik saldırılar yoğunluk kazanmıştı. Hatta bu talimattan beş ay sonra 5 Mayıs 2011 tarihinde Mustazaflar Cemiyeti Yüksekova Şube Başkanı Ubeydullah Durna PKK yandaşları tarafından dernek binasında şehid edildi.
En son ortaya çıkan Wikileaks belgelerinin detaylarına da batığımızda ABD elçilik ve konsoloslukları bu bağlamda araştırmalar yapmış ve raporlar hazırlamışlardır. O tarihten bu yana çok fazla sayıda ABD`li yetkilinin ve konsolosunun PKK`nin legal alandaki yetkilileriyle açık veya gizli görüşmelerinin olduğunu biliyoruz. Aynı şekilde bölgede bağlantılı oldukları başka kurum ve kişilerle de aynı bağlamda görüşüp bilgi aldıkları bilinen bir gerçektir. Bu görüşmeler son zamanlarda iftar çadırlarında iftar programlarına katılacak kadar alenileşmişti. 15 Temmuz 2014 Ramazan ayında ABD Adana Başkonsolosu John Espinoza'nın katılacağı iftar çadırı önünde Diyarbakır halkı sert bir tepki gösterdi. Espinoza`nın tepkilerden dolayı iftara katılamadığını biliyoruz.
Şüphesiz ki bu açık ve gizli görüşmelerin en önemli konu başlığını da Türkiye Kürdistanı`ndan İslam`ın ve Müslümanların nasıl tasfiye edileceği konusu oluşturuyordu.
Her zaman bu girişim için uygun zaman ve fırsatı kollamaya devam ettiler. IŞİD`in Irak Kürdistan`ında Kürtlere yönelmesi ve Suriye Kürdistan`ında da Kobani`ye yönelmesinin ardından gelişen ve bilinçli olarak Kürtlerde tırmandırılan milli duygular, art niyetliler için aradıkları uygun bir ortam oluşturmuştu. Bu fırsatı da kaçırmak istemediler. Önce medya üzerinden IŞİD algısı oluşturdular. Ardından başta HÜDA PAR ve Mustazaflar Cemiyeti olmak üzere bölgedeki tüm İslami yapıları ve şahsiyetleri hedef gösterdiler.
6-8 Ekim katliamı için aylar öncesinden hazırlık yapılmıştı. Kobani olayı başladığı 2014`ün Eylülünde merkez üs olarak seçtikleri Diyarbakır`a çok sayıda silah, mühimmat ve militanın yanı sıra bölgedeki il ve ilçelerden de toplu taşıma araçlarıyla insan taşınmıştı. Hedef tehlikeli ve büyüktü. Ama Diyarbakır halkının inançlı direnişiyle bu ihanetin altında kaldılar.
Bu arada 27 Aralık 2014 tarihinde Cizre`de HÜDA PAR üyelerinin evlerine yönelik uzun namlulu silahlarla düzenlenen ve 10 saate yakın süren saldırıyı da 6-8 Ekim katliamının bir devamı olarak kabul etmek gerek.
Ebrehe Fil ordusuyla Kâbe`yi yıkmaya gelirken Allah Celle Celaluhu da o Kâbe`ye Hazreti Muhammed`i Peygamber olarak göndermeyi murad ediyordu. Herkesin bir hesabı vardır. Ama Allah`ın hesabı tüm hesaplara galebe çalar.
Çözüm süreci içerisinde olunmasına rağmen PKK`yi böyle bir olaya sevk eden neydi? Birileri mi onu mecbur bıraktı, yoksa kendisinin bunun altından kalkabileceğine dair altyapısını mı hazır buldu?
Hiç kimse Kürdistanlı Müslümanlar kadar PKK`nin karakteristik yapısını bilemez ve hiç kimse onlar kadar PKK`yi tanıyamaz. Bir taraftan devlet ile yapılan görüşmeler ve bu görüşmeler çerçevesinde alınan vaatler vardı. Diğer taraftan ise Emperyalist güçler ile yapılan görüşmeler ve alınan vaatler vardı. Başka bir taraftan ise Suriye`deki defacto durum söz konusuydu. Nitekim Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen hafta bir televizyon programında yaptığı açıklamalarda, çözüm sürecinde tüm valiliklere ve güvenlik birimlerine PKK`ye yönelik herhangi bir girişimde bulunulmaması talimatı olduğunu söyledi. PKK Suriye`de devlet olduğunu düşünürken Türkiye`de de Kürt halkının tek temsilcisi olarak kabul görüyordu. Asker ve polis cenazesi olmayınca halka her türlü baskı, haraç, yol kesme, adam kaçırma, adam öldürme, kepenk kapatma, işyeri ve araç yakma, baskı, tehdit vs. PKK için meşru kabul görülüyordu. Siyasi alanda ise geliştirilen “Kürt Siyasi Hareketi” kavramıyla da Kürt Halkına PKK`den başka bir alternatiflerinin olmadığı dayatması yapılıyordu.
Bu süreçte beklenenin aksine PKK sınır dışına çekilmedi. Silahlarını gömmedi. Sadece zaman kazandı. Yeni eğitim kampları açtı, silah depoladı. Binlerce Kürt çocuğunu dağa kaldırdı ve ya Suriye`deki ateşe odun olarak kullandı. Kendince Suriye`de şehir savaşında yeni tecrübeler kazandı. Şehirlerde yeni saldırı ve ayaklanmalar için yeni birimler kurdu. Suriye`de ABD ve emperyalist güçlerin açık desteğini aldı. Elbet bunlar karşılıklıydı. Bunun karşılığında PKK`den istenen bir şey vardı. O da yıllardır nasıl yapılacağı hakkında görüşmeler yapılan ve raporlar hazırlanan Dindar Kürtlerin temizlenmesi konusuydu.
PKK`nin ve siyasi uzantılarının söylemleri ve icraatları Kürt Halkının inancı, örfü, kültürü ve geleneğiyle taban tabana zıttır. Ancak buna rağmen PKK ve siyasi uzantıları inançsızlığı ve gayri meşru her türlü ahlaksızlığı ısrarla Kürt toplumuna dayattı. Toplumu ayakta tutan sabiteleri yıkmaya çalıştı. İslami şiarları Kürt toplumundan kaldırmaya çalıştı. Kürt toplumunun değerlerine pervasızca hakaret etti. Tüm bunlar elbette dayatmadır ve emperyalist projelerdir. PKK ve uzantıları da bunun gönüllü taşeronlarıdır.
Bu şekilde PKK bir an kendisini dev aynasında gördü, yaptıklarının yanına kalacağını ve bu şekilde kendine muhalif tüm yapıları bertaraf edebileceği düşüncesiyle yanlış bir hesap içerisine girdi. Tüm bu etkenler, onu böyle bir eyleme sevk etti diye düşünüyorum.
Bu kalkışmayı akamete uğratan sizce neydi?
Öfkeyle kalkan zararla oturur demişler. PKK gerek çözüm sürecinden, gerekse de dış güçlerden aldığı desteğin etkisiyle güç zehirlenmesi yaşıyordu. Yıllardan beri yaptığı saldırıları halkın huzuru adına sineye çeken Müslüman halkın sabrını yanlış okuma gafletine girdi. Ancak bu saldırı ve vahşet Yasin Börü ve arkadaşlarının olayında zirve yaptı. PKK bununla da yetinmedi İslami görünümlü herkesi ve her kurumu hedef seçti. Onlarca insanı katletti. Ağır silahlarla dindar halkın evlerini taradı. Tüm bu katliamlara karşı devlet ise sadece seyirci kaldı. Halkın buna tahammülü kalmamıştı. Halk ya katliama rıza gösterecekti ya da kendini koruyacaktı. Müslüman Kürd halkının örgütlü yapıları halktan da aldıkları destekle halkı koruma adına direndiler. Halkın canına, malına ve inancına yapılan bu tecavüzü akamete uğratan Müslüman Kürt halkının direnişinden başka bir şey değildir.
Gerçekleştirilen saldırılar esnasında Devletin hem taşra ve hem de merkezi teşkilatının tavrını nasıl buluyorsunuz?
Maalesef biz 6-8 Ekim olaylarında devleti sahada görmedik. Devletin o günkü tavrı ibretlik ve tarihe geçecek nitelikte bir olaydır. Devlet olayların çıkacağını biliyordu. Ancak hiçbir önlem almadı. Olaylardan bir hafta sonrasına kadar da yapılan vahşete rağmen halen PKK`nin bu vahşetini makul ve masum görme çabaları vardı siyasilerde. Ancak halka yaşatılan vahşet, katliam ve talanın boyutları ortaya çıktıktan sonra mızrak çuvala sığmadı. Ondan sonra ağız ve söylem değiştirildi. Ancak fiili olarak bir adım atılmadı. Dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınc`ın ifadesiyle “olaylara 150 bin kişi katıldı” ama ölen insan sayısı kadar bile kimse yargılanmadı. Olayın asıl azmettiricileri daha sonradan Dolmabahçe mutabakatıyla ödüllendirildiler ve newrozlarda halk kahramanı ilan edildiler.
Abdullah Öcalan kardeşi vasıtasıyla bu kalkışma için çağrıda bulunmuştu. PKK`nin siyasi uzantısı HDP MYK`sı yayınlandığı yazılı bildiri ile çağrıda bulunmuştu. Aynı partinin genel başkanı ve Diyarbakır il teşkilatı da bu yönde çağrıda bulunmuşlardı. İslami STK`ları IŞİD diye niteleyerek hedef göstermişlerdi. Olayın azmettiricileri ve failleri tüm delilleriyle bilinmesine ve aramızda dolaşmalarına rağmen ne güvenlik birimlerince ne de yargı birimleri tarafından herhangi ciddi bir girişimde bulunulmadı. O gün devlet, devlet olma vasfını kullanmak istemedi veya kullanamadı.
Yapılan vahşeti analiz edecek olursak PKK ve militanlarının psikoloji ve ideolojisi hakkında nasıl bir kanaati ortaya koydu. Halk bu gerçeği ne kadar gördü.
PKK Makyavelist bir düşünceye sahip cani bir örgüttür. Kendi amacı uğrunda her türlü yalanı, vahşeti, cinayeti, ahlaksızlığı meşru gören bir yapıdır. En büyük ilkesi ilkesizliktir. Değer yargılarını Marx, Machiavelli, Mao ve Stalin gibi sözde düşünür ve diktatörlerden alıyor. Kurulduğu günden beri elinde on binlerce masum ve dindar Kürdün kanı vardır. 6-8 Ekim vahşeti PKK tarihinde bir ilk değildi. PKK`nin tarihinde daha nice kadın, çocuk ve yaşlı insanımızın kanı vardır.
Verilen bir talimat sonucu Yasin Börü ve arkadaşlarına o vahşet uygulandı. Sonrasında Cizre`de küçük çocuklarıyla birlikte hamile kadının kendi evinde yakılmak istenmesi de aynı düşüncenin ürünüdür. IŞİD algısı üzerinden eylem yapanların Kürtlere uyguladığı bu vahşete uygun bir tanım bulamıyorum doğrusu.
Halk büyük ihanetin farkına erken vardı ve olaylara destek vermedi. Kurulan tuzağın farkına vardığında da evlerine çekildi. Ancak ben genel olarak halkın halen bu gerçeğin farkına vardığını sanmıyorum. Olaylar tarafgirlik penceresinden kamuoyuna sunulduğu için gerçeklerin üzerine perde çekiliyor. Gerçeklerin gün ışığına çıkabilmesi için Halkın biraz daha cesur davranması ve özgür iradesini ortaya koyabilmesi gerekmektedir.
Ülke gündemine vakıf olmanız hasebiyle sormak istiyorum. Batıdaki Müslümanların olayları okuması hakkındaki görüşünüz nedir?
Batıdaki Müslümanlar Kürdistan`a maalesef her zaman şaşı bakmışlardır. Halen de şaşı bakmaya devam ediyorlar. Batıdaki Müslümanlar öncelikle ulus kimliğini İslami kimliğin önüne alma hastalığından kurtulmalılar. Kürtlere duyulan ilgi ve yakınlığın kaynağı İslam inancı olmalıdır. ‘Vatan bölünmesin` endişesi ile gösterilen yakınlık ve ilgi, samimiyetten uzak ve yapmacık olur. Ancak 6-8 Ekim olaylarından sonra çok değerli tepkiler ortaya koyan ve Müslümanların acılarını paylaşan kardeşlerimizi de görmezden gelmiyoruz.
Devletin PKK`ye karşı şu an takındığı tavır 6-8 Ekim olaylarından sonra takınılsaydı, haklılık açısından hükümetin eli daha güçlü olmaz mıydı?
Yeniçeri Ocağının ilk kuruluşundaki sloganı “ocak devlet içindir” şeklinde idi. Daha sonra yeniçeri ocağı ipini koparınca “devlet ocak içindir” diye slogan değiştirdi. O dönemde tarih boyunca telafisi mümkün olmayan olaylara ve acılara sebebiyet verdi.
Bizim anlayışımızda “devlet halk içindir” ancak 6-8 Ekim olayları ve sonrasından bugüne kadar yaşadıklarımız gösteriyor ki, “halk devlet içindir”. PKK`ye karşı şu an atılan adım çözüm sürecinde PKK`nin halka reva gördüğü zülüm ve baskılara karşı zamanında atılmalıydı. Ama o adım atılmadı. Halk PKK`nin olmayan insafına terkedildi. Fakat PKK silahını devlete çevirince işte o zaman devlet devletliğini hatırladı. Sert tepki verdi. Haliyle bu durum devletin kendi halkına karşı ikircikli bir tutum içerisinde olduğunu gösteriyor. Bunu gören halk ise kime güvenebileceğini kestiremiyor. Kendini güvene alabilmek için de her yapıya ve olaya şüphe ile yaklaşmaya başlıyor.
Devletin bu konuda attığı adımlar halkın gözünde inandırıcılığını yitiriyor. Bugün devam eden operasyonlarda bile halk devletin samimiyetine inanmış değildir.
Birazda şahsınıza/kurumunuza yönelik soru yöneltmek istiyorum. Ülkede onca haber ajansı olmasına rağmen İLKHA hangi ihtiyaca binaen kuruldu?
İlke Haber Ajansı Türkiye`deki Müslümanların sesinin duyulması açısından gerçekten zaruri bir ihtiyaçtı. 28 Şubat darbesini unutmadık. Bizler bu post modern zulmün en acımasızca mağdur edilenleriyiz. On binlerce mazlum ve suçsuz insanın hayatı, telafisi mümkün olmayacak şekilde karartıldı. Halen bu ülkenin zindanlarında 28 Şubat darbesinin mağdurları vardır.
Hakikatte 28 Şubat askeri darbeden ziyade bir basın darbesiydi. Basın üzerinden algı oluşturulmak suretiyle yapılan bir darbeydi. İslam`a ve Müslümanlara karşı yapılan bir darbeydi. Kızlarımızın örtüleri başlarından çekiştirilerek okulların dışına atıldıklarında yine terörist, cani, yobaz ve gerici hep Müslümanlar oluyordu. Suikastlara kurban giden, işkencelere maruz bırakılan hep dindar halk iken bu acıları ve hukuksuzluğu duyurabilecek bir imkân yoktu. Hep keçimiz çalınıyordu ama yine de keçi hırsızı biz oluyorduk.
Her ne kadar bazı dergi ve gazeteler bu anlamda bir çaba ortaya koyuyorlarsa da bu çok yetersiz kalıyordu. Bu alandaki boşlukta bir katre olabilmek amacıyla İLKHA kuruldu.
Sizi diğer ajanslardan farklı kılan etkenler nedir?
Burada şöyle bir örnek verirsek sanırım konu daha güzel anlaşılır. Çözüm süreci başladığından beri yerel ve ulusal basına PKK ve uzantıları hakkında olumsuz haber yapılmaması telkinlerinde bulunuldu. Hatta 5-6 Aralık 2013 tarihinde Batman`da Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç`ın himayesinde gerçekleşen “Çözüm Süreci ve Yerel Medya” temalı basın buluşmasında yerel medyaya bu telkinde bulunuldu. İngiltere`deki IRA örneği verilerek görüşmeler süresince İngiltere basının görüşmeleri olumsuz etkileyebilecek tek haber yapmadığından dem vuruldu. Ulusal medyaya da aynı şekilde telkin, baskı ve uyarılar yapıldı.
Ama diğer yandan bu suskunluktan cesaret alan PKK halk üzerindeki baskılarının dozunu her geçen gün arttırıyordu. İnsan öldürüyor, kaçırıyor, haraç topluyor, yol kesip araç yakıyordu. Halkın lise ve ortaokul yaşlarındaki kız ve erkek çocuklarının zihinlerini manipüle ederek dağa götürüyordu. Bu şekilde binlerce çocuk dağa götürüldü. Aileler oturma eylemleri yaptılar. Ancak bu olaylar basında yer almıyordu. Ailelerin oturma eylemleri bile ilkin görmezden gelindi.
İLKHA olarak sadece Allah`ı razı etmek adına gerçekleri yazmaya gayret ettik. Kimseye iftira atmadık, gerçekleri de kamuoyundan saklamadık. Biz ilkelerimizi inancımızdan aldık ve işimizi de usulüne uygun yaptık.
Son olarak söylemek isteğiniz bir şey varsa buyurun?
Bilgi çağındayız. Medya ve enformasyon günümüzde çok önemli bir role sahiptir. Emperyalist güçler bunu İslam âlemi üzerinde geçmişten günümüze kadar etkili bir silah olarak kullanagelmişlerdir. Onlar bu işin ne denli önemli olduğunu çok iyi anlamışlar ve ziyadesiyle faydasını görmüşler. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem bize “düşmanın silahıyla silahlanın” tavsiyesinde bulunuyor. Medya alanında Müslümanlar gelişmeliler. Güç birliği yapmalıdırlar. Bu alanda İslam toplumuna kaliteli insanlar kazandırmalıdırlar.
Vakit ayırdığınız için teşekkür ediyorum.
Bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ediyorum. Allah gayretinizi arttırsın.