Ümmet-i Muhammed (sav) tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşıyor. İstisnasız tüm Müslüman ülkeler bir takım zorluklarla, tehditlerle, tehlikelerle ve korkularla boğuşmaktadırlar.
Kimisi fiili işgal altında (Keşmir, Karabağ, Filistin) kimisi İslâm düşmanlarının taarruzu altında (Mali, Irak, Suriye) yaşam mücadelesi verirken bu beldelerin Müslüman halkları da bir şekilde hayatta kalabilmek ve daha iyi şartlarda yaşayabilmek için didinmektedirler.
İstanbul`un fethine kadar yani 800 yıl İslâm Dünyasının ve Medeniyetinin merkez karargâhı ve taşıyıcısı olan Irak ve Şam (Suriye-Filistin) planlı bir mühendislikle adım adım kaosa sürüklendi ve her gün buralardan yükselen duman görüntüleri ekranlara düşmekte. Ve yine her gün İslâm ülkelerindeki savaşlardan, iç çatışmalardan, ekonomik durgunluktan, yoksulluktan ve açlıktan kaçan onlarca, yüzlerce mültecinin dramı konu olmakta haberlere.
Tüm bunlar herkes tarafından bilinen ve görülen vakıalar olduğu için olayın bir diğer yönüne dikkatleri teşvik etmek istiyoruz.
Kalplerin taşlaşması, vicdanların körelmesi, ruhların sertleşmesi...Olgularına parmak basmak istiyoruz.
Aynı ümmetin farklı bir coğrafyasında, farklı bir dili kullanan, farklı ten sahibi kardeşlerine karşı oluşmaya başlayan vurdumduymazlık, aldırmazlık, önemsememezliğin altında yatan sebepler önemlidir.
Öyle ya yüce Allah, kelime-i şehadet ile çerçevesi çizilen inanç sistemine tabi olanlara hitaben “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahidler olasınız, bu peygamber de üzerinize bir şahid olsun diye...” (2/143)
“Siz insanlar içinde çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz...” (3/110) ümmet olduğumuzu belirtmiş ve
“Şüphesiz iman edenler kardeştirler...” (49/10) ayetinin işaretiyle de tüm inananları kardeş kılmıştır. Halihazırda yeryüzündeki mevcut inanç sistemlerinin hiçbirinde böylesi taltiflere ve manevi yakınlık müjdesine rastlanmaz.
Bu ve benzeri ayetlerle ümmet özel bir topluluk olarak ortaya konmuş ve iç ilişkilerde sevgi-yardımlaşma-paylaşma güven... güzel ahlak temelinde bir yaşam modelinin portresi çizilmiştir.
Hal böyle iken yüce Allah, Yahudilerin her ayrıcalığı sadece kendi ırklarına hasretmelerinde olduğu gibi bir yanılgıya düşülmemesi için;
“Bir kavme olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin..”(Maide/8)
“...Allah ihsan edenleri sever...” (2/195) “Mazlumun dini sorulmaz” (Hadis) hem vahiyle hem de elçisinin ağzından insanlara adil ve vicdanlı davranma konusunda herhangi bir fark gözetilmeyeceği şeklindeki genel prensipleri ilan buyurmuştur.
Aslında Kur`an ve O`nun birebir hayata yansıması olan Rasulullah`ın (sav) siyerine bakıldığında İslâm dininin tam anlamıyla bir “Vicdan” dini olduğu görülür. Vicdan fıtratı temsil eder. İnsanın saf ve pâk yönünü. İnsanı insan kılan, onu iyi ile kötü ayırımından sorumlu tutan nedendir vicdan. Her insana, büyük bir sermaye olarak peşinen bahşedilmiştir. “Vicdansız adam!” denildiğinde aslında o kişinin vicdanını kullanmadığı ya da vicdanını dinlemediği vurgulanmış olur.
Vicdan dinin, inancın konusu olduğu gibi, iman ve amel döngüsü de vicdan olmadan arayışını tamamlayamaz.
Kalbi mühürlenenler veya nefsiyle bir olup artık şeytana direktif verecek, ona akıl öğretecek kadar insani vasıflarını kaybedenler dışında hiçbir insan kendi vicdanından bir şey gizleyemez.
Vicdanın nurani bir bekçi, bir denetör olduğu söylenir. Adalet terazisi devamlı çalışan adil bir hakim olduğu ve kişinin en gizli işlerine şahidlik ettiği... kısaca ondan güzellikle kurtuluşun olmadığı anlatılır. Ancak insanlar vicdanlarından yükselen adil sesi susturmayı onu bastırmayı denerler.
“İnsanlar tuhaftır! Kötü bir şey yapmakta olduklarını hissedecek olurlarsa mutlaka en evvel vicdanlarını susturacak bir sebep bulurlar.”(H.Ziya Uşaklıgil)
Oysa Rasulullah (sav) bir iş yapıldığında herhangi bir tereddüt hâsıl olursa “vicdanınıza danışın, o yanlışı-kötüyü, batılı göstermez...” diye buyurarak vicdanın susturulmamasını bilakîs konuşturulmasını istemiştir.
Yüce Allah, Müslüman ve mümin sıfatlarıyla aziz kıldığı insanları“Ümmet” diyerek tanımlamışken, insanlar soy soplarıyla, etnik kimlikleriyle ya da mezhepleriyle tanınmaya ve tanımlanmaya gayret gösterir oldular. Herkes kendi tarafını kayırırken geri kalan Müslümanları da ötekileştirmekten ve onların dertlerine, acılarına bigâne kalmayı normal göstermeye başladılar.
Hal böyle olunca herkes kendi fırkası ile ilgilenir oldu. Kendi fırkasından olan insanın ayağına diken batsa onu haber yaparak duygudaşlarının duygularını gâleyana getirip birliktelik ruhunu diri tutmaya çalışırlar. Ancak adı Müslüman olup başka bir gruptan başka bir fırkadan olan birisinin başına gökten meteor düşse ya önemsenmez ya sıradanlaştırılır ya alayvari ele alınır ya timsah gözyaşları eşliğinde sunum yapılır.
Oysa Hakk Teâlâ inananları vasfederken“...İman edenler için zelil (yani yumuşak, mütevazi, affedici sevgi ve şefkat dolu) kâfirlere karşı ise azizdirler...” (5/54) diye buyurarak hem imanın yörüngesine işarette bulunmuş hem de “iman ehlini” yine bir topluluk olarak vurgulamıştır.
Her biri birer insanlık abidesi olan ashab-ı güzinin asr-ı saadette ortaya koydukları vahiy ve siyer ışığındaki eşsiz pratik her okunduğunda halen naif gönülleri etkiliyorsa bu onların İslâmı, imanı, ümmet olma bilincini ve zevkini ne denli kâmilane anladıklarını gösterir.
Bu gün Müslümanların ihtiyaç duyduğu en önemli eksiklik belki de kaybedilen “ümmet şuurudur”. Ve şüphesiz bu şuuru her gün baltalayan yeni olaylar, katliamlar sürgünler, hicretler ve acılar yaşanmaktadır.
Cinayet ile katliam arasındaki fark ironik bir yaklaşımla şöyle anlatılır: “eğer bir kişiyi öldürürseniz cinayet işler ve katil olursunuz. Ama yüz kişiyi öldürürseniz bu katliam olmakla birlikte sadece sayısal bir değer kayıtlara geçer.”
Bugün ne yazık ki ümmetin acı katsayısı limitlerini çoktan aşmış ve her gün yeni bir rekora imza atmaktadır. Her yerden her yöreden feryad-u figanlar Arş-ı Ala`ya çıkarken, ümmetin geri kalan azaları ne hazindir ki sesleri işitmemek için kulaklarını tıkamakta, yürek burkan görüntüleri görmemek için gözlerini kapamaktadır. Ölümler sayısallaşmıştır.
Evet hergün ölümlere ve enva-i çeşit acılara tanık olan insanlarda artık duyular hissizleşmeye başlamış. Metamorgoz yemiş hisler tepkisiz yorumsuz kalmaya başlamış. Duyular körelmiş, duyular törpülenmiş, sessizliğe gömülmüş duyular varlık nedenlerini yitirmiş. Acı ile ilgili duyumlar arttıkça duyular ve duygular tahrik olmalı harekete geçmeliyken tam tersine anlamsız bir sakinleşme gösterir olmuş.
Filistinli müslümana karşı uygulanan vahşete, Orta Afrika ve Mali`de işlenen câniliklere, Sincan`daki pervasız zulümlere Burma`da yaşanan trajediye Yemen`de kızışan fitneye, Irak ve Suriye`de kelimeleri aciz bırakan acılara kayıtsız kalmak kendi vicdanını öldürmek değil midir? Oysa vicdan insanın içindeki elçi uyarıcı, terazi, adilane hüküm veren bir yargıç iken onu öldüren içindeki insanı, insanlığı öldürmüş olmaz mı?
Ashabın muhacir-ensar örnekliğini okuduktan sonra, mecbur kaldığı için ülkesini terkedip muhacir olan Afgan, Iraklı Suriyelilere karşı İslâmi görevlerini yerini getiremeyenlerin bir Hristıyan ve emperyal kulüp olan Avrupanın niçin göçmen almadığını ya da göçmenlere kötü davrandığını diline dolaması hem ikiyüzlülük hem de psikolojik yansıtma değil midir?
İslâm Dünyasından elini çekmeyen batı, fitne ateşini harlayıp kazanı habire karıştıran aynı batı, insanlığa konforlu bir yaşamın nasıl olduğunu gösteren ama vaad etmeyen de bu batı. Batının yaktığı bu ateşten kurtulmak için çoluk-çocuk, kadın-yaşlı demeden yüzbinlerce Müslüman dağ-taş, deniz-nehir bilmeden oraya akın edince Müslümanların perişanlığından, acılarından tiksinen yine bu batı. Müslüman halklar yürekleri parçalayan görüntüler eşliğinde yüzen tabutlarda tıklım tıkış Akdeniz`de boğulurken, konteynırlarda havasızlıktan yavaş yavaş can verirken, tel örgülerde kurşunlanırken, aileler uzun yollarda bir daha parçalanırken…. Bu gelenlerin “göçmen mi mülteci mi” olduklarını, tartışan, “ sadece Hristiyan olanları alırım” diyen, “bana genç işgücü lazım ben onları alırım” diye minnet eden aynı batı. Kıtasını korumak adına sahil güvenliğini, katil güvenliğe çeviren bu batı aslında (m)edeniyetinin yani öz`ünün gereğini yapıyor. Ondan farklı bir şey beklemek tarih okuyan her Müslüman için ancak bir saflık olabilir.
Bununla birlikte “Müslümanlar bir vücudun azaları gibidirler”. Hadisi ile müşerref olan inananların bu manzaralar karşısında nötr kalması sessiz ya da pasif durması inancıyla ilgili ciddi sorunlar olduğunu gösterir. Vicdan fıtrattır dedik. Müslümanın vicdanı fıtrat üzerinedir. Inançlı insan fıtratını koruduğu için farklıdır, güzeldir, değerlidir.
Öyleyse vicdanımızda ızdırabın militarize olmasını yani ruhumuzun, gönlümüzün sertleşmesini, başkalarının acılarını kabuk bağlamasını, hissiyatımızın nasırlaşmasına önleyelim.
Acıyı, acıları, acı çekenleri görmekten kaçınmayalım. Tam tersine Akdeniz`de batan/batırılan botları tekneleri yüzümüzü çevirmeden izleyelim. Öyle ki vicdanımıza yağacak olan gözyaşı sağanağı gönlümüzde, Zihnimizde, dilimizde, dizimizde müslümanlar için İslâm dini için Cennet ala rahmet bahçeleri açsın.
Vesselam
Faruk kuzu 2 Nolu F Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu