Bundan 8-9 sene evvel, içinde bulunduğum ruh halinin de etkisiyle bir distopya yazmaya başlamıştım. Yarıda kalan ve daha sonra bir türlü dönüp de tamamlayamadığım kitap, dünyanın sonunun geldiği zamanlarda geçiyordu. Hatırlıyorum, en zoru hikayeyi yazmak değil, zamanın sonunun geldiği vakitlerde dünyanın içinde bulunduğu hali betimlemekti. Günlerce üzerinde düşünmüştüm. Büyük depremler sonrası paramparça olan kıtalar… Durmak bilmeyen yeniden alevlenmiş yanardağlar… Nükleer saldırılarla yıkılmış, viran olmuş metropoller… Hava kirliliğinden güneşin artık görünmediği karanlık gökyüzü… Sadece kitap için bir tasvir değil, kendim için bir cevap da arıyordum aynı zamanda; zamanın sonu geldiğinde dünya nasıl bir halde olurdu?

Kuşkusuz, zihnim Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Swastika Geceleri, Mülksüzler, Fahrenheit 451, Cesur Yeni Dünya gibi kitaplarla, Equilibrium, Metropolis, V for Vendetta gibi filmlerle doluydu. Ahır zamanda ortaya çıkacak büyük kıyamet alametlerini düşünmeye çalışırken, gözümün önüne Körfez Savaşı döneminde aylarca televizyon ekranlarında dönüp duran petrole bulanmış karabataklar geliyordu. Kendimi, Otomatik Portakal'da Alex'in göz kapakları sabitlenmiş halde acı içinde ekrana bakan yerinde buluyordum.

Cuma günü, Libya'nın Zuwaya sahiline vuran ölmüş çocuk bedenlerini gördüğümde saatlerce düşündüm, dünyanın sonu acaba kıyıya vuran ölü çocukların ölü balıklardan daha önemsiz olduğu zamanlarda mı gelecekti? Zamanın sonunu zihnimde canlandırmaya çalışırken onca karanlık sahne hayal etmiş ancak böyle bir şeyi asla düşünememiştim. Zimbabwe'de avcılar tarafından öldürülen 'Cecile' adlı aslanın dünyayı ayağa kaldırdığı, ama küçük bedenleri kıyıya vurmuş göçmen bebeklerin fotoğraflarını görünce insanların 'Bunları göstermeyin. İçimiz kararıyor' diyerek geçip gittiği zamanlardan geçmek normal değildi şüphesiz. Belki de dünyanın sonu fütüristik bir distopyadan fırlamış bir şekilde değil, güneşli bir havada sahile vuran çocuk cesetleriyle gelecekti ve sıradan insanlar için bu sıradan bir şey olacak, dünyanın sonunun geldiğini son ana kadar kimse fark etmeyecekti. Öyle ya, kıyıya vuran balinaların ya da Caretta Carettaların yumurtalarının, kıyıya vuran çocuk cesetlerinden daha çok duyarlılığı hak ettiği zamanları başka nasıl açıklayabilirdiniz?

Saatlerce düşündüm, en son ne zaman böyle hissetmiştim; en son ne zaman beynim patlayacak gibi olmuş, boğazıma yumruk yemişim gibi bir acıyla kalakalmış, 'bir şey yapmalı' diye düşünüp hiçbir şey yapamamanın çaresizliği içinde vicdan azabının dahi bittiği bir yerde hissetmiştim kendimi, bu çaresizlikten hicap etmiştim, ağlamak bile lüks gelmişti? İsrail'in son Gazze saldırısında ölmüş bebeklerini morglarda yer kalmadığı için dondurma kasalarına koyanları gördüğümde mi böyle kaskatı kesilip 'sözün bittiği yer burasıdır muhakkak' demiştim? Ertesi gün konforlu bir hastanede sakatlanmış ayağımdan ameliyat olacağım diye mızmızlanıp endişelenirken, Suriye'de varil bombaları altında kaldığı için bacağı kopmuş çocuğun narkozsuz gözleri açık vaziyette ameliyat edilirken çekilen fotoğrafı tokat gibi suratıma çarptığında mı böyle kendimden utanmıştım? Sadece Müslüman olduğu için izbe bir kulübede yukarıdan sarkan iplere asılarak işkence edilmiş Arakanlı çocukların görüntülerine baktığımda mı 'hiç tanımadığımız, var olduklarını dahi bilmediğimiz insanlara yapılanların da vebali boynumuzadır aslında' diye düşünmüştüm? Sahi, açlığın, fakirliğin ve sefaletin pençesinde hayatta kalma mücadelesi veren Afrikalı çocukları gördükten sonra nasıl devam edebilmiştim hayatımı yaşamaya?

Saatlerce düşündüm, daha önce beni sarsan görüntülerin aklımdan çıkması ne kadar sürmüştü? Ya kıyıya vuran Suriyeli, Bangladeşli, Afrikalıların görüntülerini ne zaman unutacaktım? Avusturya'da bir tavuk kamyonu içinde havasızlıktan boğularak ölmüş 70 Suriyeli göçmenin fotoğraflarına bakarken düşündüm, bu gördüklerim takriben kaç dakika sonra herhangi bir haber gibi geçip gidecekti aklımdan, zihnimden? Bir insanı o kamyonun içine sokacak kadar korkarak kaçtığı şey neydi? Gördüğüm kareleri unutma lüksüm, gördüklerimden psikolojik olarak etkilenme gibi bir konforum varken, onları bu korkunç sona mecbur eden koşulları ne kadar anlayabilirdim? Ne de olsa bir süre sonra yemek masasında karşımdakine 'şu tuzluğu uzatır mısın?' gibi dünyanın en bencil cümlelerini kurmayacak mıydım? Libyalı Cemal'in bu kez ulaştıkları ceset sayısının 117'ye ulaştığını belirttiği mesajı telefonuma düştüğünde düşündüm, yüzlerce cesedin yüzdüğü Akdeniz'i, tekrar derin mavi sular olarak hayal edebilmem uzun sürmeyecekti elbet, ama ne kadar zaman alacaktı? Modernitenin merkezi addedilen Avrupa'nın kapılarında, sadece hayatta kalmak umuduyla dikenli tel örgüleri geçme mücadelesi verenlerden gözlerimi kaçırsam, Schrödinger'in kedisi ölmeyecek miydi?

“Çocuklar ölmesin” lafını geçtim, çocukların ölmesine üzülmenin klişeleştiği zamanlarda yaşadığını hissetmek kadar insana kendini aşağılık hissettiren bir şey var mıydı acaba? Bu düzenin bir parçası olmadığını düşünmek, 'kim sorumluysa Allah belasını versin' deyip yaşamına devam etmek de kolaya kaçmak değil miydi? Bir insani duyarlılık örneği olarak sosyetenin tekneleriyle açıldığı Akdeniz'de hayatını kurtarma umuduyla insan kaçakçılarına tutunmuş, sıkış tıkış botların üzerindeki göçmenleri sıradan birer doğa olayı gibi fotoğraflayarak Instagram'da paylaşması, burjuvanınsa Starbucks'ta Latte'sini içerken, McDonalds'da hamburgerini beklerken bu paylaşımları görüp 'beğenmesi' yeterli değil miydi, küreselleştikçe ve dijitalleştikçe iflası tescillenen medeniyetler çağında yaşayıp bunu fark etmediğimizi idrak etmeye?

Belki Slovakya gibi Avrupalı ülkeler '200 Suriyeli mülteciyi alırız ama Hıristiyan olması şartıyla' gibi açıklamalarda bulunurlarken, iki milyondan fazla insana kapılarını açmış olan bir ülkenin lideri, açık kapı politikasından dolayı aralıksız taşlanırken, dengeler uğruna kötünün yanında değil de her şeye rağmen iyinin yanında durdu diye kendi ülkesinin iç savaşına sürüklenmeye çabalanırken, bir kez daha yazmayı deneyebilirim dünyanın sonunda geçen o hikayeyi. Belki unutmaya direnebilir ve normale dönmemeyi başarabilirsem, kıyıya vuran çocuk cesetleriyle tasvir edebilirim düzenin iflasını ve anlatabilirim iyinin kötü, kötünün iyi, normalin anormal, anormalin normal yerine geçtiği bu küresel rezaleti. Belki...

Şu tuzluğu uzatabilir misin?

Merve Şebnem Oruç / Yeni Şafak