Resul-i Ekrem efendimiz âlemlere rahmet olarak gönderildiğinden “Rahmet Ve Merhamet Peygamberi” olarak anılmış ve mü’minler bir yana, “düşmanlarına bile merhameti ile” nam salmıştır.
 
Doğar doğmaz kendisinden “Ümmetim Ümmetim” iniltisi işitilen şefkat ve merhamet timsali bir peygamberin ümmeti olduğunu iddia eden bizlerin kendimizi bu noktada gözden geçirmemiz gerekmektedir.
Zira bir yandan bir asırdır dini ve Türk milliyetini iktidarı ve zulümleri için istismardan üşenmeyen devlet güçleri, diğer yandan Kürd halkının hukuku, tarihi, kültürü ve hatta dinini istismar yoluyla ideolojisine vasıta kılmaya çalışan örgüt… Kan akıtmakta ve bundan rant devşirmeye çalışmaktadırlar.
 
Sıcak savaşta birbirlerinden öldürdükleri bir yana, her iki güç odağının da geçmişten günümüze akıttıkları masum Müslüman kanları, mazlum iman ehlini (özellikle de hizmet erbabını) çeşitli savrulmalarla karşı karşıya bırakabilmektedir.
 
Özellikle de “Kandan Kin Ve Düşmanlık Devşiren Fırsatçılara Fazlasıyla Rastlanan Coğrafyamızda” Hazret-i Resul-i Ekrem Efendimizi “Şefkat Ciheti”nden gereği gibi tanımamız ve nurlu-örnek ahlakını kuşanmamız lazımdır. Aksi takdirde yaşadığımız zulüm ve tacizlerin bizleri “süfli hislerimizle” hareket etme yanlışlığına savurma olasılığı söz konusudur.
 
Kısa bir yazının elverdiği ölçüde dilerseniz Arabistan Yarımadası’na bir lahza varalım ve o kutlu rehber’in eşsiz ahlakından nasiplenelim:
 
Taif’teyiz… Bir Yandan Onur Kırıcı Hakaretler… Diğer Yandan Kâinatın Efendisi Kandan Bir Heykel…
İlkin Taife varıyoruz. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Gözlerimizin Nuru Taif`te taşlanmış, yüzü gözü kan içinde bir bağa girip saklanmak zorunda bırakılmıştı. Yanında Zeyd (r.a) vardı. Melek imdadına koşmuş, eğer isterse bir dağı kaldırıp bu âsî kavmin tepesine indirebileceğini söylemişti. Ama o şefkat abidesi insan ellerini kaldırarak “Allah`ın, onların neslinden (kıyamete kadar) yalnızca Allah`a ibadet edip O`na şirk koşmayan birilerini göndereceğini ümit ediyorum.” (Buhari, Bedü`l-Halk; Müslim, Cihad; İbn-i Kesir, el-Bidâye) demiş ve onlara herhangi bir belanın gelmesini istememişti.
 
Görüldüğü gibi kendisine düşmanlık edilen, mübarek canına kastedilen, herhangi bir kimse değil, vahiyle müeyyed Allah Resulü. Buna rağmen Resul-i Ekrem Efendimiz Taif’te kandan kin ve düşmanlık devşirme yoluna gitmemiş, o azgın kimselerin imanını ümit etmiştir.
 
Ve Uhud… Mübarek Dişleri Kırılmış, Yüzü Kan İçerisinde…
Taif’i geride bırakıp bir diğer elim sahneye, Uhud’a varıyoruz. Harp meydanında dişi kırılıp yüzüne miğferinin bir parçası saplandığı ve yüzünden dökülen kan yere düşeceği esnada, hemen ellerini kaldırarak adeta dua ile İlâhî gazabın önüne geçmeye çalışmıştı. Evet, O: “Allah`ım kavmime hidayet et, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar” (Buhari, Enbiya; Müslim, Cihad; Kadı İyaz, Şifâ) diyerek insan duygularının dorukta olduğu bir anda bile eşsiz merhametini göstermiş ve kendisine düşmanlık edenlerin hidayetini Allah’tan dilemiştir.
 
Yürek Paralayan Sahne: Allah’ın Arslanı Parça Parça…
Yine elim Uhud günü… Savaş sona ermiş… Resul-i Ekrem Efendimiz şehidleri dolaşıyor. İslam’ın ilk öğretmeni Hazret-i Musab şehid…
 
Ve de en can alıcı sahne: Efendimiz’in amcası Allah’ın arslanı Hazreti Hamza da şehidler arasında. Karnı yarılmış, ciğeri çıkarılmış, burnu ve kulakları kesilmiş, cesedi parça parça… Öyle ki tanınmaz halde…
Allah’ın ve Resulullah’ın arslanı olan amcasını bu halde gören Resul-i Ekrem Efendimiz o kadar üzüldü, o kadar acı çekti ki mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Belki de kâinat ilk kez onu o kadar üzgün görüyordu.  Gözyaşları arasında Hazret-i Hamza’ya şöyle seslenir:
 
“Ey Hamza! Hiçbir zaman, hiçbir kimse senin gibi böyle bir musibete uğramamış ve uğramayacaktır! Benim için bundan daha büyük bir musibet olamaz! Ey Resûlullah`ın amcası Hamza! Ey Allah`ın ve Resulünün arslanı Hamza! Ey hayırlar işleyen Hamza! Ey Resûlullah`a koruyucu olan Hamza! Allah, sana rahmet etsin! Eğer senden sonra yas tutmak gerekseydi, sevinmeyi bırakıp sana yas tutardım!” (İbni Hişam, İbni Sa`d)
 
Rivayetlere göre Resul-i Ekrem Efendimiz bu cinayet ve hakaretle öylesine sarsıldı ki yetmiş (veya otuz) müşriki katledip aynı şekilde intikam alacağına yemin etti. Ancak, “Eğer ceza verecekseniz size yapılanın misliyle ceza verin. Ama sabredersiniz elbette bu sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl sûresi, 126) mealindeki ayet-i kerime’nin nazil olmasıyla misliyle karşılık verebileceği halde bundan vazgeçmiş ve gerek Hudeybiye’de gerekse de Mekke’nin fethinde merhametini göstermekten üşenmemiştir.
 
Bu ulvi ahlaktır ki Uhud muharebesinde onlarca Müslüman’ın katledilmesine sebep olan Hazret-i Halid’leri iman ehline katmış ve onu “Seyfullah – Allah’ın Kılıcı” rütbesine ulaştırmıştır.
 
Örneğimiz; Nefsimiz Değil, Efendimiz’dir
إِنَّمَا أَنَا لَكُمْ مِثْلُ الْوَالِدِ Ben size bir babanın evlatlarına olduğu gibiyim” (Ebû Davud, Neseî) diyerek bir babanın şefkatiyle kıyaslanmayacak bir şefkatle dost-düşman tüm muhataplarına yaklaşan Resul-i Ekrem Efendimiz’i hiç şüphesiz Âlemlerin Rabbi irşad etmiş ve onu yüce bir ahlakla ahlaklandırmıştır.
Yahudilerden bir grup Hz. Peygamber`e (s.a.s.) gelip, güya selâm veriyormuş edasıyla “Essâmu Aleyküm-Ölüm üzerinize olsun” deyince, yanında bulunan Hz. Âişe dayanamayarak, “Ölüm sizin üzerinize olsun, Allah size lânet etsin, Allah size gazap etsin” diye cevap verince Hz. Peygamber (s.a.v), “Yavaş ol Âişe! Yumuşak hareket et; sert hareketten ve çirkin sözden sakın” buyurmuştur.
Yine; nefsimizden, öfkemizden ve kendimizden değil selef eserlerinden okuyalım: “Peygamber (sav): “Size bir kavmin nezdinde değerli olan birisi geldiği takdirde ona değer veriniz.” diye buyurmuş ancak, Müslüman olacağını ümit ederseniz diye buyurmamıştır. İşte kâfire künyesi ile hitap etmek de ona değer vermenin bir parçasıdır. Peygamber (sav) Safvan b. Umeyye`ye; "İn ey Vehb`in babası" diyerek, ona künyesiyle hitab etmiş. Sa`d`a da: “Ebu Hubab`ın söylediklerini duymuyor musun?” demiş ve bununla da Abdullah b. Übeyy`i kastetmiştir.” (Kurtubî, El Camîu Li Ahkamil Kur’an)
 
Yine O (s.a.v) : “Ben, lânet edici olarak gönderilmedim; ancak rahmet olarak gönderildim” (Müslim, Birr) buyurmuştur. Bununla beraber şu mübarek sözler de kendisine aittir: “Yumuşaklıktan mahrum olan hayırdan mahrum olur.” (Müslim, Birr ve Sıla); “Muhakkak Allah, her hususta yumuşaklıkla muamele edilmesini sever” (Buhari, Edeb); “Şüphesiz Allah Refiktir. Rıfkı (yumuşak huyluluğu) sever.” (Müslim, Birr ve Sıla)
 
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resul-i Ekrem Efendimiz’in mübarek hayatından Yasir ailesinin işkence ve şehadetlerine tanıklığındaki tavrı, Ebu Leheb, Ebu Cehil, Ümmeyye B. Halef ve Abdullah B. Selül gibi tiplere ilişkin tavırları, neredeyse her gün başına küllerini saçan Yahudi komşusuna yönelik tavrı gibi onlarca örnek tavırlarını zikretmek mümkündür.
 
İslam, Firavun’a Bile “Yumuşak Söz Söyleyin” Der
Firavun, yeryüzünde ilahlık taslayan, öldüren ve zulmeden bir tiptir. Bir kemo, bir cemo, bir ismo gibi… Velâkin Kur’an’ın nassıyla o dahi İslam davetinin muhatabıdır. Tıpkı Hasan el-Benna merhumun mektuplar gönderdiği çağdaş Mısır Firavunları ya da Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bediüzzaman’ın ömürlerinin sonuna kadar tavsiyelerde bulunduğu firavuncuklar gibi.
 
“Sen rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl Sûresi, 125) ayetinin tefsirini yapan müfessirler insanların davet açısından üçe ayrıldığını ve bunlardan bir sınıfın da “Mücadeleci, İnatçı Ve Düşman Kimseler” olduğunu belirtmişlerdir.
Devamla “Mücadele yolunun en güzeliyle davet edilmesi istenenler de bunlardır. Zira unutmamak gerekir ki, Allah Hazreti Musa’nın Firavun’a bile yumuşak sözle davette bulunmasını emretmiştir” demektedirler.
İnsanlara karşı iyi muamele ve güzel söz söyleme İslâm`ın prensiplerindendir. Firavun`u hak din`e davet için giden Hz. Musa ve Harun (a.s.)`a Allah; “Firavun’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar.” (Taha, 43,44) emrini vererek kâfire yapılan tebliğin yumuşak ve güzel söz ile yapılması gereğini ifade etmiştir.
 
Merhum Seyyid Kutub’un bu ayeti kerimenin tefsiri babında serdettiği cümleler dikkate şayandır: “Ona yumuşak sözler söyleyiniz… Çünkü yumuşak söz, karşı tarafı kızdırmaz; onun günahla, kötülükle gururlanma damarını kabartmaz. Azgın zorbaların başını döndüren kof bencillik kompleksini depreştirmez. Tersine kalbi uyarır. Uyanan kalp ise öğüt alır, azgınlığın sonundan korkmaya başlar…” (Seyyid Kutub, Fizilal-il Kur’an)
 
Bu çerçevede bir zatın zikrettiği şu hadisenin de hatırlanmasında fayda mülahaza ediyorum:Yeni hidayete ermiş bir genç, kendisini nurdan bir hâle içinde bulunca, gece-gündüz o nur soluklu insanların meclisine devam eder. Ancak bir defasında, sohbette şiddet ve anarşiye başvuranların akıl almaz tecavüzleri dile getirildiğinde heyecan dolu bir genç: `Bunların hepsini kesmek lazım` der. Bu sözü duyan, yeni hidayete ermiş genç birden sararır solar ve çığlık dolu bir tonla bu heyecanlı arkadaşına şöyle der: `Arkadaş, öyle söyleme. Eğer daha birkaç gün önce böyle karar alıp uygulamış olsaydınız, ben bugün sizin aranızda bulunamayacak ve ebedî cehennemi hak etmiş bir zavallı olacaktım. Ama görüyorsunuz ki bugün ben de sizlerden biriyim. O … düşmüş insanlar da benim gördüğüm tatlı muameleye muhtaçtır. Aksi hâlde sadece onların âhiretlerini yıkmış oluruz. Bu da ne bize ne de onlara hiçbir şey kazandırmaz...”
Bu hakikatleri gereği gibi derkeden Bediüzzaman Hazretleri gibi zatların ise kendilerine zulmedenlere karşı insanı hayrette bırakan nebevî bir merhamet ve duruşları vardır.
 
Uzun uzadıya nakledilebilecek o örnek tablolar bir yana ölçü olması bakımından Asrın tabibi Bediüzzaman’ın Kastamonu Lahikasında yer alan şu ifadeleri meramı anlama noktasında dikkate şayandır: “Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli`l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden aşmamak gerektir.” Bu cümlelerin “mefhum-u muhalifi”yle insanın öfkesi ve gazabı gazab-ı rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette gazabın derecesinden aşmamak ve her konuda en güzel örnek olan Resul-i Ekrem Efendimiz’in öfke ve gazabının mertebesinden aşmamak gerektir. “Eğer aşsa ve taşsa” o gazab elbette gazab değildir; “belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir.”
 
Netice itibariyle her şey gayet açık. Her konuda olduğu gibi düşmanlarla muamele konusunda da İslam’ın belirlediği ölçüler bizim olmazsa olmazlarımız olmalı ve ölçüsüzlükten/dengesizlikten Allah’a sığınmalıyız.
Firavun Hazreti Musa’nın, Ebu Cehil ve Ebu Lehebler de ölümlerine kadar Hazreti Resul-i Ekrem Efendimiz’in “Yumuşak Sözle Ve En Güzel Mücadeleyle” hidayete davet ettiği kimseler ise hiç şübhesiz Batman’da, Diyarbekir’de, Ağrı’da, Van’da, Muş’ta, Cizre’de, Mardin’de ve sair yaşadığımız tüm mekanlarda da bırakınız sempatizan ve safdilleri, “en azgın” diye nitelenebilecek örgüt mensupları dahi tebliğimizin muhatabıdırlar ve tebliğin ne şekilde yapılacağını nefisler değil Kur’an ve Resul-i Ekrem Efendimiz ortaya koymuşlardır.
Evet, Üstadımız’ın o eşsiz ifadesiyle “Biz muhabbet fedaileriyiz.” Bizim derdimiz, en azgınından en garibine tüm insanların hidayeti ve imanla kabre girmesidir. Biz onların sadece ahiretlerini değil dünyalarını da cennete çevirmeye talibiz. Herkes bizi böyle tanımalıdır.
 
Necat Özdemir / Bangaheq