Ziya Gümüş / Tokat
 
Misafirhanedeyiz... Misafirhanemizi bir-iki cümleyle anlatayım. İçerde üç ranza ve kokuşmuş yataklar vardı. Etraf “Gumur” dediğimiz fare pislikleriyle doluydu. Böylece misafirlerin artıklarını temizleyen başka misafirlerin de olduğunu öğrendik. Eski tarihli gazeteler vardı. Anlaşılan uzun zaman misafir uğramamıştı. Üçümüz de yorgunluktan ayakkabılarımızı çıkarma fırsatı bulamadan kendimizi yastıksız yataklara attık. Arabada uyumaktan iyiydi. En azından uzanmıştık. Trabzon cezaevinde tam olarak 26,5 saat kaldık.
 
Bizimle beraber kalan adli mahkumun suçunu sorduk, kavgada arkadaşını bıçaklayarak öldürdüğünü söyledi.

Öğle namazı vaktinde uyanıp abdest aldık, adli mahkumu da uyandırdık. Namaz kılıp kılmadığını sorduk.

“Vallahi namaz kılıyorum. Ancak öyle yorgunum ki namaz kılacak halde değilim” dedi ve uykusuna kaldığı yerden devam etti. Öğle yemeğimiz geldi. Yemeği hazırlayıp adli mahkum yol arkadaşımızı tekrar uyandırdık.

“Vallahi öyle yorgunum ki, yemek yiyecek halde değilim. Ayrıca araba tutuyor yemek yiyemem” deyip uykusuna kaldığı yerden devam etti. O cezaevinde 26,5 saat kaldık. Yol arkadaşımız sadece bir kez tuvalete gitmek için uyandı. Herhalde tahliye haberini de alsaydı, “Vallahi öyle yorgunum ki eve gidemem yarın giderim” derdi.

Trabzon cezaevinin havalandırmalarının üstü tellerle örülmüştü. Anlaşılan burada mahkumlara gökyüzüne bakmayı da çok görmüşlerdi.

Karadeniz’i görmek benim için bu sürgünün getirilerinden biri olacaktı. Yola çıkarken Sultan’ın pencerelerinden gözlerimiz Karadeniz’i aradı. Beraberimdeki kardeş Türkiye’deki bütün denizleri -Van Denizi dahil- gördüğünü Karadeniz’i görmediğini söylemişti. Bu sayede o da ben de Karadeniz’i gördük. Aklıma nerden geldiyse o an yıllar önce sobamızı yakmak için kullandığımız Karadeniz’in kıyıcığında kitabını hatırladım.

O zamanlar küçük olan yavrumuz sayfalarını yırtar sobamızı yakardık. Her sayfayı yırttığında bir bebek kahkahası atardı. “Karadenizin Kıyıcığında” sayfa yırtmak hobisi olmuştu. Böylece geçmişe de dalmış oldum.

Giresun, Ordu’ya kadar R. Tayyib Erdoğan’ın bitirmekle övündüğü Karadeniz sahil yolundan geldik.
Erdoğan’a övünmekte haklıdır diyoruz... Karadeniz sahil yolundan bu kadar yararlandıktan sonra Tokat’a doğru ayrı bir yola sapıyoruz.

Trabzon-Tokat arası yaklaşık 7 saat sürdü. Arabamız bir ilçede kısa bir süre durdu. Manzara değişmeyince bir süre oturdum. Bunu hariç tutarsak 7 saatlik yol boyunca hiç oturmadım Özlem duyduğumuz dışarının tadını böylece “mahkumca” çıkarmaya başladık. Ya kardeşim benden biraz yaşlıcaydı. O uyumaya çalıştı.

Derken Tokat cezaevine vardık. İner inmez namaz kılacağımızı söyledik. Namaz kıldıktan sonra cezaevine kayıt işlemlerimiz yapıldı. İşlemlerimiz esnasında benim ilahiyat mezunu, beraberimdeki kardeşim Fen Edebiyat Fakültesi mezunu olduğunu öğrenen Uzman Çavuş biraz şaşırdı.

“Genelde okumuş insanlar bu tür şeylere bulaşmazlar. Siz nasıl bu işe bulaşmışsınız. şaşırdım”
dedi.

Aslında insanın okudukça bu tür şeylere bulaştığını anlatmaya çalıştık. Sanırım anlattıklarımız aklına yatmadı.
Hiç görmediğimiz bir diyara geldik. Yanımdaki karayolları mesafe cetveline baktım. Gittiğimiz ilçeler ve şehir içi turlar hariç tam olarak 1132 km’yi ringin içinde geçirdik. Buralarda yeni dostlar yeni kardeşlerle tanıştık. İlk kez bizi görenler bizi soru yağmuruna tuttular. Bizimle ilgili bilgi edinmeye çalıştılar. Soruları ve beraberliğimiz müddetince yeni edindiğimizi bir dostumuzun söylediği kayda değerdi. “Türkiye’deki bütün müslümanların size bir özür borcu vardır.”

Yine yeni edindiğimiz ancak ayrılmak zorunda kaldığımız bir dostumuzla yaşadıklarımız da kayda değerdi.
İlk karşılaşmamızda kamuoyunda söylenilenleri bana söyledi. Hakkınızda şöyle şöyle diyorlar. Niye şöyle yaptınız ? böyle yapmadınız? vs. vs. vs. Ubeydullah Durna kardeşimizin şehadetinden sonra basında çıkanları izledikten ve okuduktan sonra bir gün bana;

“Sizin hakkınızda sizinle ilgili zihnimde artık hiç bir şüphe kalmamıştır”
dedi.
Kader bizi birbirimizden geçici bir süre ayırdı. Ancak biz ebediyete kadar olmak üzere bir dostluk bina ettik.
Sevk edilmemiz boyunca başımıza gelenleri yazarken sevk furyasının yaşandığını gazetelerden okuyoruz.
Bir gün gece saat 01:30’da kapımız açıldı. Hepimiz uyandık. Aşağı indik. Yeni bir misafirimiz gelmişti. Kısa bir tanışmadan sonra aç olup olmadığını, banyo yapıp yapmayacağını sorduk.

-"Dört gündür yollardayım. Acilen dinlenmeye ihtiyacım var” dedi. Ve hemen uyudu...
Daha sonra sevk zulümlerinden ve Bitlis’ten nasıl geldiğimi anlattım.

-Senin sevkin benim sevkime oranla bir seyahattir deyip anlatmaya başladı. Gerçekten Ramazan Tahta kardeşimizin anlattıklarından sonra bizimki onun sevki yanında bir seyahatti. İstanbul Metris Cezaevi’nden Tokat T. Tipi’ne dört günde gelmişti.

Sözü ona bırakayım;
“Evimiz İstanbul’dadır. 22 yıldır İstanbul’da ikamet etmekteyim. Tutuklanıp Metris Cezaevine konuldum. Metris cezaevi hükümlü kabul etmediğinden beni göndereceklerdi. Beni uzak bir yere sevk etmeden önce Adalet Bakanlığına dilekçe yazıp aileme yakın Tekirdağ, Kırklareli veya İstanbul’a yakın bir cezaevine sevk istedim. 1 ay sonra sevkin Tokat’a çıktığını haber verdiler. Anlayacağınız umduğumuzu değil, bulduğumuzu yiyecektik.

5 dakika içinde hazırlan gideceksiniz dediler. Ben de daha yeni eve telefon açmıştım. Böyle olunca gidişimden de ailemi haberdar edemeyecektim.

Apar topar eşyalarımı torbalara doldurup “Mahkum kabul” denilen yere getirdiler. Cebimde çok değerli bir tesbihim vardı. Üst aramam esnasında tesbihim saatim ve yüzüğüm yasak olduğu gerekçesiyle benden alındı. Bir asker tesbihime göz koydu, değerli olup olmadığını sordu.

Nihayetinde eşyalarım bana teslim edildiğinde tesbihim yoktu.

12 kişilik araca (ki 12 kişi de çok zor sığıyordu. Taş gibi sert ve daracık koltuklar yapmışlardı.) 13 kişi aldılar. 04.09.2011 tarihinde Metris cezaevinden Tokat T. Tipi’ne doğru yola çıktık. Şoföre yolculuğun ne kadar süreceğini sormuştum. İki gün sürer demişti de şaka sanmıştım. Yolculuğumuz dört gün sürecekti.

İlk olarak Ankara’ya gittik Sincan cezaevine mahkum bıraktık. Ankara’dan Konya’ya doğru gittik. Konya cezaevine de mahkum bıraktık. Konya’dan Adana’ya Adana’dan Hatay’a gittik. Hatay’a gittiğimizde gece yarısıydı. Hatay’dan G.Antep cezaevine ulaştığımızda, yolculuğumuzun 48.saatindeydik. O daracık yerde ve taş gibi sert plastik koltukların üzerinde 48 saat boyunca oturur vaziyette kaldık. Buna oturma deniliyorsa tabi. İskelet yapımız bozulmuş, iskeletimiz Z harfi şeklini almış indiğimizde kendimizi doğrultmakta ve yürümekte zorlanıyorduk. Sanki yıllardır yürüyememiş yürümeyi unutmuştuk. Biraz dinlenmeyi haketmiştik. Misafir olarak G.Antep cezaevine alındık. G.Antep cezaevine girdiğimizde başında bir külah vardı. Başgardiyan yanına gelip başımdaki külahımı çıkarmamı istedi. Sebebini sorduğumda.

-Burası resmi daire onun için.

Eskiden dedelerimiz resmi dairelere girdiklerinde başlarındaki şapkaları koltuklarının altına alırlardı ya...

Hasılı bu yaşta Cezaevinin zindanın resmi daire olduğunu da öğrenmiştik. Geceyi resmi dairede geçirdik.

Ama nasıl bir resmi daire(?) alındığımız misafir odası. Bir cümleyle anlatayım: Her yer fare pislikleriyle doluydu ve bir ahır, oraya göre parfüm dükkanı gibiydi.

Metris’ten yola çıktığımızda cezaevi idaresi bize ekmek arası peynir ve domates vermişti. Yemeğimizi Ankara’da yemiş ve G.Antep cezaevine kadar birşey yememiştik. Bizimle gelen subay aç olduğumuzu hatırlamıştı. Israrları sonucu cezaevi idaresinden bizim için birer kuru ekmek aldı.

G.Antep cezaevinde o kuru ekmek dışında bize yiyecek namına hiçbir şey vermediler. Geceleyin aç olarak girdiğimiz G.Antep Cezaevinden sabah namazı vaktinde aç olarak çıktık.

O zindandan elde ettiğimiz kazancımız katıksız kuru ekmek oldu.

Gaziantep Cezaevinden Ş.Urfa’ya oradan da D.Bakır D. Tipi Cezaevine gittik. D.Bakır D. Tipi’ne de mahkum bıraktık.
Ayrıca Metris cezaevinden yargılanması için D.Bakır Ağır Ceza mahkemesine de mahkum getirmiştik. Onun yargılanması süresince adliyenin önünde o daracık arabada taş gibi koltuklarda yarım gün bekledik.

Bu arada Metris (İstanbul) cezaevinden yola çıkarken benim Tokat yolcusu olduğumu hatırlatmak istiyorum.
Biz sürekli mahkum bırakmıyorduk. Mahkum aldığımız da oluyordu. Mesela G.Antep Cezaevinden bir mahkum aldık. O da Silivri’ye gidecekti. Yola koyulmadan önce bu mahkum, kendi hazırlığını yapmış. Ekmeğinin arasına biber salçası koymuş kendi kumanyasını kendi hazırlamıştı. Bizim onun bu hazırlığından önceden haberimiz yoktu. Yolculuğumuz sırasında ekmeğini çıkardı ve bize de teklif etti.

“Arkadaşlar ekmek yiyecek misiniz?” dedi. Kendisine teşekkür edip bizim de ekmeğimizin olduğunu söyledik. Ekmeği G.Antep cezaevinden almıştık. Ve biz yeni binen ve bize ekmek teklif eden yeni yol arkadaşımızın ekmeğinin arasında biber salçası olduğunu bilmiyorduk.

Biber salçasının bir mahkum için ne olduğunu biliyor musunuz? Hele hele böyle hırpalanmışken.
Bize yapılan teklife teşekkür etmiştik.

Yeni mahkum bir iki kez ekmeği ısırırken ekmeğin arasındaki kızıllık gözükmeye başladı. Yapabildiğimiz sadece göz ucuyla bakmak olmuştu. Adamın biri misafirliğe gitmiş. Ev sahibi bir tatlıya ne kadar davet etmişse Allah razı olsun demiş.
Kısa bir süre sonra yüksek sesle “Ha ha ha ha (Bir şey düşünüyormuş edasıyla)” demiş. Ev sahibi de endişelenerek “Hayırdır ne oldu” demiş. Misafir:

“Aha willah dilê min çu yê” “Aha vallah canım çekti” demiş.” Bu adam gibi de diyemedik. Ancak benzer bir yerden giriş yaptık. Başka bir yol arkadaşımız her ısırık sonrası daha da kırmızılaşan ekmeğin mahiyetini merak etti.

-O ekmeğin arasında ne var kardaş.
Büyük bir iştahla yiyen yeni yol arkadaşımız.
-Biber salçası dedi.
Bizimkisi darılmıştı.
-Bavêmino (babacığım). Sen bize ekmek yiyen var mı? diye sordun. Ekmeğimin arasında biber salçası var” demedin ki.
Bu espri yorgunluğumuza iyi gelmişti. Hep beraber iyi güldük. Silivri Cezaevine gidecek olan arkadışımız Silivri cezaevi idaresi alabilir düşüncesiyle iki kutu biber salçası da beraberinde getirmişti.

Eşyaları arasından bir kutuyu çıkarıp bizimle paylaştı. Eğer iki buçuk gün aç kalmamış iseniz yaklaşık iki bin km. bir kutunun içinde elleriniz bağlı ayaklarınız uyuşuk arabanızın kliması çalıştığında donmamış, kapatıldığında boğulmamış iseniz o yediğimiz sizin için bir anlam ifade etmeyecektir.

Namaz mı? Bilmiyorum. Şeriat kitapları halimizden bahseder mi?

Bizi tuvalete götürmüyorlardı. Nasıl götürsünler ki? Ellerindeki sevk kağıdımızın üzerinde “Tehlikelidir kaçabilir” deniliyordu. Hâlbuki bizi koydukları halden ve yaptıklarından sonra ne bir tehlikemiz ne de kaçacak halimiz kalmıştı.

ALLAH SİZE DE TÜRKİYE TURU YAŞATSIN

Bazı arkadaşlarımız ihtiyaçlarını pet su şişelerinde giderdiler de sıkıntılarını az da olsa gidermişlerdi. Yediğimiz biber salçası bize pahalıya mâl olmuştu. Sindirim sistemimizi bozmuş bizim açımızdan tehlike büyümüştü. Çektiğimiz sıkıntılar yetmiyormuş gibi askerin de maskarası olmuştuk.

“Biber salçasına dadanacaksınız he... öyle yerseniz olacağı buydu...” demeye başladılar.
En azından sıkıntımızı dile getirelim bari deyip askerî Subayı çağırdık.

“Bize bu çektirdiğiniz nedir? Yolumuz 8-10 saatlik “(Tokat – Metris) üç gündür” yollardayız.” dedik.
Cevabı akla ziyan

-İyi ya size bedavadan Türkiye turu yaptırıyoruz. Daha ne istersiniz.

Şimdi ben Allah sana böyle bedava Türkiye turları nasip etsin demeyeyim de ne diyeyim...
İstanbul’dan gelirken beraberimizde gelen bir mahkumun eşyalarını araçta yer olmadığı gerekçesiyle almamışlardı. Kargo ile sana göndersinler demişlerdi.

Arabamız yol boyunca birçok tarlada durdu. Niğde’de patates tarlasında, başka yerlerde domates, biber bahçelerinde. D. Bakır’da da bir bostanda durdular. Durdukları her yerde de birkaç kasayı araca aldılar böylece yola çıkarken arabada yer olmamasının hikmetini de anlamış olduk.

D.Bakır’dan Siirt’e oradan da Bitlis’e gittik. Bir geceyi Bitlis cezaevinde geçirdik, bizi bir depoya götürüp yataklarımızı bize taşıttılar. Belki de ikinci örneklerini bir daha göremeyceğimiz yataklarla karşılaştık. Belki de o yataklarda ilk bulunan pamuklar vardı. Döşek gibi değil yığılmış eşek leşleri gibiydi. Benim gücüm yerindeydi. Biraz zorlansam da ben taşıyabildim. Benim yol arkadaşlarım yorgunluk sınırlarını bile aşmışlardı. Onlar yatakları taşıyamadılar sürükleyerek getirdiler. Bu konuyu en iyi Bitlis mahkumu anlar.

Sizi daha da sıkmayayım yolculuğumuzu bitirelim. Bitlis’ten Ağrı’ya Ağrı’dan Erzurum’a oradan Erzincan’a, Sivas’a...
Ve Tokat’a vardık.

04.09.2011 tarihinde İstanbul Metris cezaevinden yola çıktık.

08.09.2011 tarihinde Tokat cezaevine vardık. Ve bütün bunlar kayıtlıdır. Belki bazılarınız bir rüya anlattığımı sanacaktır. Bu aynen vakidir ve belgeleri de mevcuttur. Gittiğimiz yerler kayıtlıdır.

Dört günlük eziyeti bir sayfaya sığdırdım.

Ramazan Tahta kardeşimiz bunları anlatmıştı. Gerçekten bizim çektiklerimiz onunkinin yanında bir hiçti. Yanımızdaki karayollarının il mesafelerini gösteren cetvele baktık ve takip ettiği güzergâhı km. cinsinden hesapladık. Tam olarak 2992 (yazıyla iki bin dokuzyüz doksan iki ) km. yol katetmişti. Şehir içlerinde atılan turlar, saptıkları şase yollar da hesaba katıldığında 3 bin km’yi çok aşmıştı.

Benim merak ettiğim Asya’ya doğru üç bin km’den fazla yol kateden Ramazan kardeşimizin şayet Kapıkule’den Avrupa’ya açılmış olsaydı nereye ulaşacağıydı..?

Sevk zulmünde uğradığımız zulmü sizinle paylaştık. Bizim durumumuzda sesleri çıkmayan, sesleri işitilmeyen ancak yandıklarında derilerinin yanık kokuları çıkan çok sayıda mahkum vardır. Allah yar ve yardımcınız olsun. Allah’a emanet olun.

-BİTTİ-