Her zamankinden daha içli, daha yanık, daha hüzünlü bir sesle sabah namazını kıldırdı Molla Cüneyt. Rükûlarını, secdelerini uzatıyor; Fatiha’sını huşu içinde okuyor; sanki namazını bitirmek istemiyordu. Bütün duygularını kaplayan bir his, kıldığı bu sabah namazının onun son namazı olduğunu fısıldıyordu ruhuna. Anlam veremediği bir duygu seli içindeydi. Dalgındı, bir vecd hali yaşıyordu.
Otuz-otuz beş yaşlarındaki, nurlu yüzü simsiyah sakallarla kaplı sevimli ve genç imamlarının halinde bir olağanüstülük olduğunu cami cemaati de fark etmişti. Her sabah Molla Cüneyt’in arkasında namaza duran bazı gençler muhabbet dolu, ama şaşkın gözlerle hocalarını süzüyorlardı.
Molla Cüneyt namazdan sonra her sabah yaptığı gibi salavatlar eşliğinde cemaatiyle musafahalaştı. Sonra sakin adımlarla evinin yolunu tuttu. Serin, hoş bir hava vardı. Gökyüzündeki şafak kızıllığı yavaş yavaş siliniyor, hava aydınlanıyordu.
Molla Cüneyt evinin olduğu sokağa girince arkasında hafif bir tıkırtı duydu. Sonra patlayan bir silah sesi… Vınlayarak vücuduna saplanan kurşunlar… Önünden geçtiği bir duvara tutundu Molla Cüneyt. Vücudunu kaplayan sımsıcak kanlara dokundu elleriyle. Aydınlık, rabbani bir gülümseme belirdi yüzünde.
-İnna lillahi ve inna ileyhi raciun! dedi.
Evinden tarafa baktı. Çocuklarını son bir defa görmeyi ne kadar çok istiyordu. Birkaç adım attı. Başı döndü. Haykırarak kendisine doğru koşan insan sesleri duydu. Onlara bakmaya çalıştı. Lakin yapamadı. Duvara tutuna tutuna çöktü. Gözlerini kapattı. Yüzündeki gülümseme gittikçe genişledi, öylece dondu kaldı.
Ertesi gün milliyetçi gazeteler Molla Cüneyt’in şehadetiyle ilgili şu haberi veriyorlardı. Aynı kalemden çıkmış gibi aynı sözcük ve cümlelerle…
“Molla Cüneyt adlı Hizbul-kontra mensubu sabah saatlerinde polis karakolundan çıkarken yurtseverler tarafından infaz edildi!”
Birkaç hafta sonra… Küçük dağ kasabasında gece, siyah bir örtü gibi her şeyi karanlığa gömmüştü. Evi kasaba mezarlığının kenarında bulunan doktorun hanımı nedenini bilmediği bir hisle birden uyandı. Gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı. Eşi ve çocukları uyuyorlardı. Onları uyandırmamaya çalışarak yataktan çıktı.
“Temiz bir hava alayım bari. Sonra tekrar uyurum. Bu mezarlık da insanı korkutuyor. Mezarlığın kenarında ev kiralanmaz ki!” diye düşündü.
Otuz-otuz beş yaşlarındaki, nurlu yüzü simsiyah sakallarla kaplı sevimli ve genç imamlarının halinde bir olağanüstülük olduğunu cami cemaati de fark etmişti. Her sabah Molla Cüneyt’in arkasında namaza duran bazı gençler muhabbet dolu, ama şaşkın gözlerle hocalarını süzüyorlardı.
Molla Cüneyt namazdan sonra her sabah yaptığı gibi salavatlar eşliğinde cemaatiyle musafahalaştı. Sonra sakin adımlarla evinin yolunu tuttu. Serin, hoş bir hava vardı. Gökyüzündeki şafak kızıllığı yavaş yavaş siliniyor, hava aydınlanıyordu.
Molla Cüneyt evinin olduğu sokağa girince arkasında hafif bir tıkırtı duydu. Sonra patlayan bir silah sesi… Vınlayarak vücuduna saplanan kurşunlar… Önünden geçtiği bir duvara tutundu Molla Cüneyt. Vücudunu kaplayan sımsıcak kanlara dokundu elleriyle. Aydınlık, rabbani bir gülümseme belirdi yüzünde.
-İnna lillahi ve inna ileyhi raciun! dedi.
Evinden tarafa baktı. Çocuklarını son bir defa görmeyi ne kadar çok istiyordu. Birkaç adım attı. Başı döndü. Haykırarak kendisine doğru koşan insan sesleri duydu. Onlara bakmaya çalıştı. Lakin yapamadı. Duvara tutuna tutuna çöktü. Gözlerini kapattı. Yüzündeki gülümseme gittikçe genişledi, öylece dondu kaldı.
Ertesi gün milliyetçi gazeteler Molla Cüneyt’in şehadetiyle ilgili şu haberi veriyorlardı. Aynı kalemden çıkmış gibi aynı sözcük ve cümlelerle…
“Molla Cüneyt adlı Hizbul-kontra mensubu sabah saatlerinde polis karakolundan çıkarken yurtseverler tarafından infaz edildi!”
Birkaç hafta sonra… Küçük dağ kasabasında gece, siyah bir örtü gibi her şeyi karanlığa gömmüştü. Evi kasaba mezarlığının kenarında bulunan doktorun hanımı nedenini bilmediği bir hisle birden uyandı. Gözlerini kırpıştırarak etrafına bakındı. Eşi ve çocukları uyuyorlardı. Onları uyandırmamaya çalışarak yataktan çıktı.
“Temiz bir hava alayım bari. Sonra tekrar uyurum. Bu mezarlık da insanı korkutuyor. Mezarlığın kenarında ev kiralanmaz ki!” diye düşündü.
Doktorun hanımı ürkek adımlarla balkona çıktı. Ancak balkona çıkmasıyla çığlık çığlığa içeri kaçması bir oldu. Korkuyla yatağından fırlayan doktor uyku sersemliğinin verdiği panik ve şaşkınlıkla hanımının kollarından tuttu.
- Ne oldu? diye bağırdı.
Genç kadının dili tutulmuştu. Sadece parmağıyla dışarıyı gösterebildi. Doktor dışarı baktı. İşte o zaman dışarının ışık denizi içinde yüzdüğünü fark etti. Ürperti içinde gözlerini ışığa dikti. Korktuğu halde balkona yöneldi.
Kasabanın mezarlığından göğe bir ışık sütunu yükseliyordu. Gözleri kamaştıran, değişik, dünyevi olmayan bir ışıktı bu. Işıktan çok bir nurdu. Doktor dikkatli bakışlarını mezarların arasında gezdirdi. Işığın kaynağını araştırıyordu. Nur sütunu birkaç hafta önce öldürülen Molla Cüneyt’in mezarından göğe yükseliyordu.
Coşkun, ağlamaklı bir fısıltı doktorun titrek dudakları arasından döküldü:
- Bir mucize bu! Gerçek bir mucize…
Bir saat içinde bütün kasaba halkı uyanmıştı. Tekbirler, salâvatlar, gözyaşları içinde edilen dualar bütün kasabayı sarmıştı. Hıçkırıklar içinde yere kapanıp Allah’a secde edenler de vardı. Herkes bunun bir mucize olduğunu biliyordu. Sadece bir mucize değildi olan. Bir uyarı ve bir müjdeydi de aynı zamanda… Uyarıydı Molla Cüneyt’in düşmanlarına; onu mazlumca öldürenlere bir uyarı… Yollarının, davalarının batıl olduğuna dair bir uyarı... Ve bir müjdeydi o azizin dostlarına, dava kardeşlerine; bir müjde… Cennetin yolcusu olduklarına olan ümit ve inançlarını güçlendiren bir müjde...
Kasaba halkındaki coşku ile vecd hali sabaha kadar sürdü. Sabah ezanına doğru ışıktan sütun yavaş yavaş alçaldı, sonra Molla Cüneyt’in mezarı içinde kayboldu.
NOT: Işıktan sütun mucizesini bizzat olaya şahit olan şehidimizin yakınlarının ağzından duydum…
SADULLAH AYDIN / İnzar Dergisi / Kasım 2011