Ortadoğu kazanının fokurdadığı ve kızışan ateşinin bir yerle sınırlı kalmayıp ha bire sınırdan sınıra atladığı tarihi bir dönemdeyiz. Tarihi dönemlerin tarihi sorumlulukları vardır. Bu sorumluluk zaviyesinden herkes üzerinde bulunduğu hali gözden geçirmek durumundadır. Böyle zorlu bir dönemdeki duruşumuz, durumumuz Kur`an`ın “Orda dur!” dediği yer midir? Yoksa bu kritik dönemdeki duruşumuzla, durumumuzla cehennemin kapılarından herhangi bir kapısının önünde mi duruyoruz. Evet, bugün fert, cemaat ve devletler bazında konumu, hali-vakti,  cinsiyeti ne olursa olsun herkesin durumunu, duruşunu gözden geçirmesi gereken bir gündür.

Şu anki bazı durumlarımızın tespitine geçmeden önce tarihin yine böyle zorlu bir döneminde vuku bulmuş bir vakayı aktarayım. İnşallah hem durum ve konumumuzun tespitinde hem de mevcut halimizin olası yanlışlık ve eğikliğini düzeltmede, bu vaka bize yol gösterici olacaktır.

Rivayet edilir ki Ebu Hayseme hazretlerinin çok güzel bir hanımı vardır. Gölgelerin serinliğiyle insanları çektiği, meyvelerin olgunlaşıp güzelleştiği bir dönemde hanımı Ebu Hayseme için bahçede bol gölgeli bir ağacın altına çilte serer üstüne de minder yastık koyar. Ebu Hayseme hazretleri mindere oturur, yastığa yaslanır. Güzel eşi de ona tatlı meyveler ve pınardan soğuk su getirir. Bütün bunlar olurken Resulullah ve çilekeş ashabı ise Tebuk Gazvesi yolunda aç bitap yol olmaktadır. Yol uzun, mevsim yaz; düşman, o günün süper gücü Bizans`tır. Ebu Hayseme kendi kendine şöyle söylenir: “Güzel bir eş, yeşil bir bahçe; sonra tatlı meyveler, soğuk su ve serin bir gölge… Oysa Resulullah Tebuk yolunda kızgın güneş altında susuz, yorgun ve bitap… Vallahi bu halim hayırlı bir hal değildir”

Ebu Hayseme hazretleri durumunu tespit edip yanlışını gördükten sonra hemen ayaklanır, devesini hazırlar, Resulullah`ın ardından bir ok gibi kızgın çöle atılır. Resulullah çok uzaklardan belli belirsiz bir süvarinin arkadan geldiğini görünce: “Haydi, Ebu Hayseme ol! Haydi, Ebu Hayseme ol” diyerek meçhul süvari ile ilgili temennisini dile getirir.

Evet, işte tarihin zorlu bir dönemiyle çakışan bugünümüz ve Ebu Hayseme‘nin durumuna benzeşen bu günkü durumlarımız. Tabi hepsinden daha önemlisi de bu dağdağalı dönemde Peygamber Efendimizin bizimle ilgili temennisi: “Haydi, Ebu Hayseme ol! Haydi, Ebu Hayseme ol!” hal böyle olunca en sathi nazar dahi şunu kolaylıkla görecektir ki, böyle dönemlerde canının derdine düşen, eşinin cazibesine giden, klimanın serinliğine, refah ve konforun girdabında dönenlerin hali hiç de hayırlı bir hal değildir.

Yazma ve söyleme düzleminde çok rahat olan bu fedakârlığın hayata aktarma boyutunun hiç de kolay olmadığı ortadadır. Zira bunun içinde her türlü korku, mahrumiyet ve meşakkat istiflenmiştir. Peki, yapılması gereken nedir? Kur`an-ı Kerim; korksan da mahrum kalsan da acının en acısını çeksen de devene atlayıp Ebu Hayseme gibi kutlu Nebi`nin ardında çöllere düşeceksin, demektedir. Zira bu dem, Kur`an`ın yeminle söylediği, “Sizi biraz korku, biraz açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz” dediği demdir. Senin daha önceki bütün ibadetlerin hayır ve hasenatın böyle bir deme hazırlanmak içindi. Böyle bir demle karşılaşırsan Ebu Hayseme hazretleri gibi Allah`ın rızasını nefsin arzularına tercih edip bu sınavda yüz akıyla çıkman içindi. Bu yüzden, şeytanın kişiyi “asude bir iklimdeki huşu dolu ibadetler” yollu ayak oyunlarıyla kandırma girişimlerine karşı uyanık olmak gerekir. Bilinmelidir ki buradaki “ibadet” cihattan kaçma yolundaki bir iyi niyet taşıdır sadece.

Zaten asude iklimlerdeki ibadetler, “Allah Allah” zikirleri, dağdağalı zamanlardaki metanet için değil midir? Ve işte dem o demdir!

Evet, fedakârlık işi; sözü kolay, icabı zor bir iştir. Hatta bu konunun nice uzman hitap ve yazarı, sözünde ve konusunda usta oldukları bu işte sınıfta kalmışlardır. Rabbimden kendim ve sizler için istikamet diliyorum. Diğer taraftan Allah denince saydığımız bütün bu sıkıntıların kendilerine kolaylaştığı yüksek nefisler de yok değil. Sıkıntılar “lillah” (Allah için) iksiriyle başkalaşıp vecih değiştirerek onlar nazarında sevimleşiyor. Tabi bu çok üst derecedeki bir seviyedir ve açıktır ki kahir-i ekserimiz bu seviyenin yakınından bile geçmeyecektir. Konumuz da aslında, bu büyük çoğunluğu oluşturan bizleriz.

Yani Allah yolunda gelen bir açıdan acı acı inleyen bilir… İşte bizler bütün bu acılara rağmen Yüce Rabbimize giden yolu yürümek zorundayız. Bu zor zamanda rabbimiz Allah`tır dediğimiz için zalimlerce inletiliyor ve belanın envaını yaşıyorsak da Rabbimizin yolunu sürdürmek durumundayız. Bu yolu Allah korusun bırakmayı düşünmek bile bu inlemelerden çok daha zor gelmelidir. Rabbimizi tercihimizden dolayı figanımız arş-ı alaya çıkıyor olabilir ama bu ah-u figan, o yolu bırakmakla kıyaslanmayacak kadar hafif bir acı olarak gelmelidir.

Peki, varsayalım ki nefsimizin ağır çekimine kapıldık ve bu acıları yaşamama adına zalimlere teslim bayrağı çektik. Bu durumda acep kâr mı etmiş oluruz? Şimdi yine Ebu Hayseme hazretlerine tekrar dönelim ve varsayalım ki cihada gitmeyip güzel eşini, yeşil bahçeyi soğuk pınarı cihada tercih etti. Şimdi, ne kendisinden ne eşinden ne bağ ve pınarından en ufak bir eser kalmayan Ebu Hayseme, Rabbinin huzuruna çıkarken kar etmiş biri mi olarak çıkacaktı? Bir taraftan cennet pırıl pırıl parlayıp bahtiyar sahiplerini beklerken ve cehennem harıl harıl yanıp arkadan ve önden yalamak için odunlarını isterken Ebu Hayseme neyin pişmanlığını yaşayacaktı acaba? Fakat asıl mesele şudur: Bizler bin dört yüz küsur yıl kadar geri çekilip devri saadette yaşanmış bir olaya baktığımızda şahısların davranışlarındaki doğruluk ve yanlışlıklara rahatlıkla karar verebiliyoruz. Mesela diyoruz ki Ebu Hayseme hazretleri kâr etti, eğer cihada gitmeyip o saydığımız dünyalıklardan yana tercihini koysaydı acayip zarar edecekti. Ama maalesef mesele günümüze geldiğinde özellikle de mesele bizzat bizim etrafımızda döndüğünde mütereddit kalıyoruz. Bin bir bahane, şahit ve delil getirip davayı uzatıyoruz; bir türlü kendi hakkımızdaki “yanlışsın, zarardasın” kararını veremiyoruz. Oysaki kararımıza emsal olacak Ebu Hayseme`nin davası ortadadır. O; yârı – malı, bağ ü bostanı geride bırakarak cihad yoluna çıkmakla kâr etmişse ben gayrısını yaparsam “bu halim hayırlı bir hal değildir,” vesselam.

Değerli okuyucu, bugün Müslümanlar yine Tebuk yolunda… Ve senin halin evet, senin halin nedir? Ben ve sen Kur`an`ın “İşte orda dur!” dediği yerde mi durmuşuz yoksa cehennemin herhangi bir kapısının önünde midir duruşumuz!?

Cehennem yolu iyi niyet taşlarıyla döşelidir.

Said Burak / Kandıra - İzmit