Abdulkadir Turan / Doğruhaber/Analiz
İslam hakkında bilimsel kılıflı araştırma yapan Batılı akademisyenlere şarkiyatçı (müsteşrik), onların yaptığı işe de şarkiyatçılık (Batı dillerinde ise oryantalizm) denmiştir.
Araştırma, ya merak için olur ya da doğruyu bulmak için. Şarkiyatçı ne merakının peşinde koşan ne de doğruyu bulmak isteyen adamdır.
Şarkiyatçılık veya Avrupa`daki adıyla “oryantalizm” en öz anlatımıyla, sömürgeleştirmeyi kolaylaştırmak için;
İslam dünyasının problemlerini keşfetmek,
İslam dünyasında problem zemini aramak ve yeni problemler oluşturmak için İslam ve Müslümanlar hakkında araştırma yapmaktır.
Şarkiyatçı, sömürgeleştirmek için çalışan, sömürgeleştirilmiş yerleri daha fazla elde tutmak için uğraşan, mühimmatı kitap, silahı kalem olan “okumuş sömürgeci”dir. Daha açık bir ifadeyle askeri hizmetler için çalışan ama asker olmayan sömürge görevlisidir.
Şarkiyatçı ister tefsir araştırsın, ister coğrafya veya tarih, onu sömürgeci diye görmeyen her yaklaşım sakattır, gerçeği saklar, İslam dünyasına zarar verir.
Şarkiyatçının niteliği ile ilgili en somut örnek Bernard Lewis`tir. Lewis`in kimliği bize dört dörtlük bir şarkiyatçıyı verir:
Lewis, İngiltereli bir Yahudidir. Tarih eğitimi almış ve tarih alanında akademisyen olmuştur. Kendisine Arap ve İslam tarihini araştırma ve öğretme görevi verilmiştir. II. Dünya Savaşı çıkınca Lewis, İngiliz istihbaratına alınır, görev alanı bir kez daha İslam dünyasıdır. Askerliği bitince istihbarat görevi de görünür zeminde sona ermiştir. Ki zaten sona ermek zorundadır. Çünkü Lewis`in kendi ifadesiyle bir istihbaratçı olarak İslam dünyasındaki arşivlere, örneğin Osmanlı arşivine girmesi mümkün değildir. Resmen istihbaratçı olmayınca ona bu izin “bilime hizmet” adına kolayca verilmiştir.
Lewis mesleğinde uzmanlaşınca artık bir “kültür elçisi”dir, İslam dünyasını bilen saygın (!) bir “alim” ve aydındır. Mısır, Suudi, Türkiye, Şah dönemi İran`da, eski Afganistan`da, hatta Üstad Mevdudi`nin hayatta olduğu Pakistan`da başkasının bilmediğini bilen, el üstünde tutulan adamdır. Ama her zaman israilin yanındadır. II. Körfez Savaşı`nda oğul Bush`un Müslüman kanına susamış yardımcısı Dick Cheney`in sofra arkadaşıdır, I. Körfez Savaşı`nda Baba Bush günlerinde Turgut Özal`ı savaşa müdahil olmaya ikna eden kişidir.
Şarkiyatçılık (oryantalizm) üzerine çalışan Edward Said`in Bernard Lewis ile ilgili dehşete düşüren bir tespiti vardır. Edward Said, Bernard Lewis`in rolünü Menahem Milson`un rolüne benzetir.
Menahem Milson; Yahudi bir profesör ve albay... Kasap Şaron`un danışmanı bir profesör; sadece onun danışmanı da değil, aynı zamanda onun operasyon ortağı... Hatta operasyondan sonra onun işgal edilmiş (eski) Batı Şeria Valisi! Diğer bir ifadeyle insan kasabı yardımcısı... Edward Said`e göre Lewis, bir şarkiyatçı olarak Milson`un insan kasaplığı yardımcılığı gibi bir iş görüyor. Ama bir farkla: İnsan kasabı yardımcısı hem bilgili hem silahlı iken... Lewis bu işi sadece bilgi ve kalemle yürütüyor.
Said, Lewis`le ilgili The New York Review of Books`ta 1982`de yazdığı yazıyı şu sözlerle bitiriyor: “Menahem Milson`la Lewis`in Filistin sorununun geçmişi ve geleceği hakkındaki görüşlerindeki benzerlik korkunçtur. Milson`ın bu fikirleri hayata geçirebilmek için elbette Batı Şeria`sı, Gazze`si, Lübnan`ı ve General Şaron`un tanklarıyla jetleri var. Lewis`in hareket alanı ise bunların üniversitedeki karşılığıdır.”
İki adam: Milson ve Lewis... Biri israil ordusunun bir mensubu... Diğeri İngiliz vatandaşı Yahudi bir akademisyen... Biri cephede, diğeri akademide... Biri subay, diğeri “kültür elçisi”. Ama ikisi de aynı işi yapıyor. Bir gücün iki kanadı... Şarkiyatçılığın ne olduğunu anlamak için herhalde bundan daha somut bir örnek olamaz: Şarkiyatçı, kasap Şaron`un kalemlisidir; insanları daha kolay katletme yöntemini ondan daha iyi bilen ve ona bu yöntemi öğreten sözde bilim adamıdır.
ŞARKIYATÇILAR YENİDEN İŞ BAŞINDA
Şarkiyatçılığın tarihi, İslam`la Endülüs üzerinden karşılaşan papazların Katolikleri İslam`dan uzaklaştırmak ve Müslümanlara karşı savaşa kışkırtmak için İslam hakkında yaptıkları samimiyetsiz araştırmalar ve ustalıklı karalama girişimlerine kadar gider.
“Kilise şarkiyatçılığı” da denen o şarkiyatçılığın iki işi vardı: İslam hakkında sürekli kuşku uyandırmak ve Müslümanlar hakkında akıl almaz yalanlar uydurmak. Birincisi Avrupa Hıristiyanını, İslam`dan uzaklaştıracak. İkincisi o Hıristiyanı İslam`a karşı savaşçı bir güç olarak harekete geçirecekti. Endülüs`teki Müslüman katliamı da Haçlı Seferleri de bu ilk (Katolik-kiliseli) şarkiyatçıların destek ve kışkırtmasıyla yapıldı.
Avrupa`da reform ve Rönesans sürecine girilince, laik şarkiyatçılar türedi. Bu laik şarkiyatçılar yeni laik Avrupa`nın sömürgelerini İslam dünyasına yaymak istiyorlardı. Bunun için kiliseli şarkiyatçılarla aynı işi yaptılar. Ama onların Hıristiyan dünyası ve İslam dünyası ile ilgili daha nesnel tespitleri vardı. Hıristiyan dünyası genelde parçalı, İslam dünyası az çok bir bütündü, istisnalar varsa da en azından dış düşmana karşı birlikte hareket ediyordu.
İslam dünyasının bütünlüğe yakınlığı onlar için en büyük belaydı. İslam dünyasını işgal edebilmenin tek yolu buna son vermekti. Bunun için buldukları iki yol vardı: İlki, İslam dünyasındaki Ermeni, Rum gibi Hıristiyan azınlıkları Batı`ya bağlayarak Müslümanlar aleyhinde harekete geçirmekti. Bunun; karışıklıklar meydana getirse de yerli Hıristiyanların katli ve sürgünü dışında çok işe yaramadığı kısa sürede anlaşıldı. Bunun için ikinci yola geçildi. Bu yol, İslam dünyasını milliyetçilik üzerinden bölmekti. Müsteşrik kafaya göre milliyetçilik; ortak paydanın din olmaktan çıkıp ırka kaymasıyla hem Batı`nın müttefiki yerli Hıristiyanları ırkî bütüncüklere katarak koruyacak ve daha işlevli hale getirecek, hem de İslam dünyasını milliyetçilik çağı sonrası Batı gibi tam anlamıyla bir katliam alanı haline getirecekti. Bu yöntem çok iş gördüyse de hiçbir zaman Batı`nın dilediği sonuçları vermedi. Binlerce yıl kardeşlik şuuru ile manevi olarak kaynaşmış, serbest dolaşma hakkı ve yaygın nüfus dolaşımıyla (göçlerle) nesep olarak (biyolojik bakımdan) da iç içe geçmiş İslam dünyası hiçbir zaman Batılı anlamda milliyetçileşmemiş ve milliyetçileşmeyecekti. Nitekim başlangıçta ilgi gören milliyetçiliğin mahsurları göründükçe, milliyetçiler İslam dünyasının en sevilmez adamları olmuşlardı.
1990`lara gelindiğinde milliyetçiler İslam dünyasında artık Batı hesabına bölenler olarak görülüyor ve destekleri gün geçtikçe alaya alınma ve dışlanmayla yer değişiyordu. Bunun için geçmişte milliyetçi olmaktan gurur duyanlar artık yemin ederek milliyetçi olmadıklarını, sadece milli duyarlılığa sahip olduklarını söylüyorlardı.
Bu laik şarkiyatçılığın iflası anlamına geliyordu. Çünkü Türk, Arap, Kürt veya Fars fark etmez, İslam dünyasındaki bütün milliyetçiliklerin mimarları bizzat şarkiyatçılardı. Türk milliyetçisi de Arap milliyetçisi de Kürt milliyetçisi de Fars milliyetçisi de nihayetinde kendi milliyeti ile ilgili neredeyse bütün bildiklerini şarkiyatçılara borçluydu ya da onlardan aldığı dürtülerle kendi milliyetinin farkına varmıştı. Müslümanlar, birbirini tanıyıp hileyi fark edince İslam dünyasında milliyetçilik adeta ortada kaldı.YENİ
ŞARKİYATÇILIK (NEO-ORYANTALİZM)
1980`li yıllardan bu yana oluşan şarkiyatçılık türüdür. Kendisine milat olarak 11 Eylül 2001`i seçmiş. Bütün tezlerini o tarih etrafında döndürüp dolaştırıyor. Ama çoğu yeni şarkiyatçı Yahudi olduğundan Amerika`nın nasıl korunacağından çok az söz eder.
Yeni şarkiyatçıların İslam`a karşı korunacak nesne olarak seçtikleri israildir. israil, onlar için bir tür saldırı altındaki kral hazinesi, kutsal sancak veya mukaddes mabet gibidir. Kendileri açısından mesleklerini anlamlı yapan, israilin varlığına yapacakları hizmettir. Hepsi konuya 11 Eylül`den başlar ve konuyla ilgili söylediklerini israilin nasıl korunacağıyla bitirir.
Yeni şarkiyatçılık akımının kurucu lideri, herhalde Bernard Lewis`tir. Lewis, Tarih Notları (Bir Ortadoğu Tarihçisinin Notları) adlı kitabında Batı`nın İslam`a karşı yeni savaşının projecilerinden Huntington`un “Medeniyetler Çatışması” tezinin isim babasının kendisi olduğunu ve Huntington`un da bunu ifade etme nezaketinde bulunduğunu belirtir.
Ve işte o Samuel Hunghinton`a esin kaynağı olan Lewis`in doktora tezi, İslam dünyasındaki kadim gruplardan Suriye İsmailîleri hakkındadır.
Bu tez, neo oryantalizmin şifresi gibidir. Eski şarkiyatçılar projeleri için milliyetçiliği en etkili silah gördükleri gibi yeni şarkiyatçılar da kendileri için silah olarak İslam dünyasındaki Heterodoks dedikleri “Ana Çizgi”nin dışında kalan yapıları seçmişler. Onların ana çabalarından biri, İslam dünyasını sersemletme işinde, Heterodoks grupları kullanmaktır.
Ne var ki bir sıkıntıları var: İslam dünyasında çoğunluğu Alevilerden oluşan Heterodoks yapılar büyük bir karışıklık çıkarabilecek bir sayı ve dağılımdan yoksunlar, üstelik çoğu yerde dış düşmana karşı Ana Çizgi`yle bütünleşmiştir. O halde yeni Heterodoks yapılar üretilmelidir. Bunun da yolu Haricî denebilecek toplulukları artırmaktır. Bunun için Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır`da tam anlamıyla bir laboratuvar koşulları üretimi yapılıyor, burada yetişen tohumlar İslam dünyasının dört bir yanına saçılıyor.
Ancak yeni şarkiyatçılar, bunun da çözüm olmadığını görüyorlar. Onların projelerine engel büyük bir sıkıntı var. İslam dünyasındaki “Ana Çizgi” fazlasıyla büyük ve günaha batmış olsa da Heterodoks yapıların yeteri kadar etkili olmasını engelleyecek kadar canlıdır.
O halde diyorlar sözcüklerinin altında, cümlelerinin bize açık noktalarında görünmeyen yerlerinde İslam dünyasını daha dengeli bir mezhebî bölünmeye götürmek gerek. Ana Çizgi`yi zorlayacak, Heterodoks isyan ve karışıklıklarıyla sersemleşen Ana Çizgi`yi iyice sıkıştıracak bir mezhebi bölünme...
Onların derin Batı`ya öğrettiği adeta şudur: Şu İslam dünyasını daha geniş bir mezhebi bölünmeye götürecek yolun açılmasına, küçüğün büyük aleyhine büyümesine gidecek sürecin tamamlanmasına bir yol verin, biz bu İslam dünyasını önünüze öğünlük yem olarak koyarız.
Bunu Carole Hillenbrand gibilerinin Fatimîlerin İslam dünyasının batısından merkezine doğru genişleme sürecinin Haçlıların işini ne kadar kolaylaştırdığını anlatan imalarından; Hindistan ve Orta Asya`ya sefer düzenleyen Nadir Şah`ın seferlerinin neticelerine duydukları ilgiden anlayabiliyoruz.
Fatimîler, en azından bir dönem Hıristiyan azınlığa en kötü davranan topluluktur. Ama olsun, neticede onların faaliyetleri, günah içinde yüzdüklerinden ve kanlı ihtilaflara düştüklerinden zayıf düşen ve İslam`ın mukaddes değerlerini savunamaz duruma sürüklenen Ana Çizgi Müslümanlarını iyice acizleştirmiş ve nihayet Kudüs`ün, Haçlıların eline geçmesine sebep olmuştur.
Nadir Şah da kendi mezhebi bağını aşacak kadar İttihad-ı İslam davasında bulunmuş ama ne Hindistan seferi ve ne Orta Asya seferi onun dilediği mezhebi neticeyi vermiş. Aksine Hindistan`daki günahkâr yönetimlerin daha da zayıflayarak Fransız ve İngilizlere, Orta Asya`daki küçük ve günahkâr hanlıkların ise büyüdükçe canavarlaşan Rusya`ya yem olmasına yol açmıştır.
Bir şarkiyatçıyı ilgilendiren Nadir Şah`ın iyi veya kötü olması değil, yaptıklarının nasıl bir netice verdiğidir. Nadir Şah, elbette Batı`nın dostu değildi, belki o dönemde Batı`dan en çok nefret eden Müslüman liderdi. Nihayetinde Afganistan seferi için Yahudilerden aldığı borç parayı kötü ödemek ve Meşhed`i İran`ın başkenti yaparken nüfus aktarımları sırasında Yahudilere kötü davranmakla Yahudi tarihine geçmişti. Ama nihayetinde onun faaliyetleri İslam dünyasındaki Ana Çizgi`yi zayıflatarak Batı`nın üç canavarı İngiltere, Fransa ve Rusya`nın kanlanmasını sağlamıştı. Bir de bu üç güç çatışmasaydı! Asıl o zaman Müslümanların hâli bir başka (!) olurdu...
İşte bir yeni şarkiyatçının hayali: Birbirini yenemeyen bütünlerden oluşan ve o bütünlerin de kendi içinde paramparça olduğu bir İslam dünyası. Buna karşı yekvücut bir Batı... Bu, hesaplarına uygun işlerse İslam`ı yeryüzünden silmeyle neticelenecek bir kaos projesidir.