BİSMİHİ TEÂLA
Hamd Allah (c.c)`adır. Salat-u Selam O`nun Resulü Hz. Muhammed (S.A.V)`e Ehl-i Beytine, Ashabına ve tüm iman ehline olsun. Âmin!
Yıl 2010, 6 kişilik müşahedelerde 4 kişiyiz. Müşahedemiz oldukça ufak 4 kişi ancak idare edebiliyor. Aslında değil 6 kişi 2 kişi için bile ufak ve yetersiz bir alan. Odamızda nispeten bir de küçük bir avlumuz var, ona havalandırma da diyoruz. 4 – 5 adımlık yer. Bu daracık alanda tepemizden göğe doğru yükselen yüksek havalandırma duvarları. Gökyüzüne baktığınızda sanki bir kuyudasınız hissine kapılırsınız. Yani özgürlüğü çağrıştıran tek teselliniz gök manzarası bile kısıtlı. Ne yapalım. Biz de nasibimize gökyüzünden ne düşmüşse ona bakmakla yetiniyoruz. Buna da şükür bunu bulamayanlar da var.
‘Bunu bulamayanlar kim?` dediğinizi duyar gibiyim. Hemen söyleyeyim. Bizim müşahedelerin üzerinde tek kişilik hücreler var. Onların bakabilecekleri bir göğü de yok. Pencereleri bizim havalandırmalara bakıyor. Pencereler dış taraftan demir elekle (demir ızgaralarla) kaplı. Dışardan bakıldığında içeriyi görmenize imkân yok.
İçeriden dışarıya bakan mahkûmlar ise küçük ızgara deliklerinden güç bela görebiliyor. Dışardan gelen görüntü ızgara deliklerinden yüzlerce parçaya bölünüp parçalandıktan sonra gözlerin görüntüsüne düşüyor. Görüntü ve manzaralar bile bu ızgara deliklerinde hapis kalmış.
Fiziki mekânımız özetle böyle. Her sabah 9 – 10 arası rutin olarak havalandırmada geziyorum. Diğer arkadaşlar ise sabah sayımdan sonra öğleye kadar yatmayı tercih ediyorlar.
Bir sabah yine yalnız başıma havalandırmada volta atarken üst kattaki hücrelerin birinden bir sesle irkildim.
Bahçe, bahçe! Çakmak var mı?
Ben de dikkat kesilmiş sesin hangi hücreden geldiğini tespit etmeye çalışıyorum. Çünkü yan-yana üzerimizde 2 hücre var havalandırmamıza bakan. Tam cevap vermeye hazırlanıyordum ki o esnada odamızın mazgalı açıldı. Açılan mazgala cevap vermek her şeyden önce gelir. Buralarda her şey bekler, insan bekler, duvar bekler, su bekler, zaman bekler duvar bekler, sadece açılan mazgallar beklemez. Ya cevap verirsiniz ya da hemen kapanır üzerimize gider, ya da siz cevap verinceye kadar bağırır- çağırırlar avazları çıktığınca.
Mazgala baktım. Kahvaltı gelmişti, kahvaltıyı aldım, ardından havalandırmaya geri döndüm. Üstteki hücrelerden biri ile daha önce tanıştığımız için ona seslendim:
Çakmağı sen mi istedin?!
-Hayır, yan hücre istedi, Tokat cezaevinden sürgün gelmiş. Komşu- komşu! diye çağırarak onu da (yeni sürgün gelen mahkum) pencereye çağırdı, tanıştık. Tokat`tan geldiği için kendisine muhacir diye hitap ediyorum. Biraz hal hatırdan sonra sordum.
-Muhacir hayrola buralarda ne işin var, niçin buraya geldin?
Muhacir: –Tokat cezaevinde eylem yaptık. Eylemin ardından birçok kişiyi sürgün ettiler. Beni de apar topar bulunduğum hücreden eşofmanla, yanıma da hiçbir eşya almama izin vermeksizin ring arabasına atıp buraya(Bitlis Cezaevine) paket ettiler.
-Geçmiş olsun. Bunlar da gelir-geçer, sabırlı ol. Allah sabırlar versin. Neye ihtiyacın varsa söyle, çekinme. Elimizden geleni yaparız Allah`ın izniyle.
Muhacir –Teşekkürler Abi. Allah razı olsun.
Hücrede kalan mahkûmlar sadece bizlerle konuşabiliyorlardı fazla sıkılmasınlar diye ara-ara pencereye çağırıp onlarla konuşuyordum. Çünkü sıkıldıkları zaman ne yapacakları hiç belli olmuyordu. Mekânları çok dar, havalandırmaya günde sadece yarım saat çıkabiliyorlar, her şeyleri çok ama çok kısıtlı.
Psikolojileri de genelde iyi olmuyordu. Kaldı ki psikolojisi sağlam insanlar bile burada en fazla bir gün dayanır, sonra darmadağın olur. Bunlar ise buralarda günlerce, aylarca kalıyor, hatta yıllarca kalanı bile var. Böyle bir atmosferde hücre sakinleri sıkıldıkları zaman hem kendilerine zarar veriyorlar, hem de başkalarını çok rahatsız ediyorlar. Bu nedenle onlarda değişik nedenlerle ve çok kolay sebeplerle oluşan stresi ve sıkıntıyı azaltmak yahut dağıtmak için sürekli iletişim durumundaydım.
Günlerimiz böyle geçiyor. Zamanla, bizimle muhacir arasında samimi bir dostluk oluşuyor. İkili konuşmalarımızda farklı konularda muhabbetimiz olsa da aramızdaki sohbet ve konuşmaları daha çok dini konular belirliyor. Niçin yaratıldık?
Allah (c.c) neden peygamber göndermiş? Niçin bizlere kitap göndermiş? Cennet ve Cehennem neden yaratıldı? Helal ve haramlar vs. gibi konular alıp başını gidiyor. İnsanın kendisini ve bütün varlıkları keşfetmeye dair merak ettiği sorular ve konular. Dört duvar arasında iyice sıkışan hayatın bir başlangıcı ve sonu (ölüm) olduğunu gözlemleyen, idrak eden her insanın, artık kaçacak bir yeri olmadığını anlayan her mahkûmun aklını meşgul eden, kemiren ve cevap bekleyen sorular. Ben dilim döndüğü ve aklım yettiğince malumatımı muhacirle veya diğer mahkûm arkadaşlarla paylaşıyorum. Ama daha önce farklı yayınevlerinden istettiğim kitaplar hatırı sayılır bir şekilde yardımıma koşuyordu. Kitaplardaki bilgiler daha derli toplu, daha ikna ediciydi. Yayınevlerinin duyarlılığı neticesinde elimizde 150`ye yakın kitap olmuştu. Biz de ihtiyaca göre bu kitapları mahkûmların istifadesine sunuyorduk. Gerçeği söylemek gerekirse, kitapların hepsi faydalı değildi. İçinde insanları yanlış yönlendirebilecek olanlar da vardı. Öyle ki İslami konularda bir altyapısı ve birikimi olmayan insanlar, rastgele bu kitaplardan bazılarını okuduklarında serseri bir mayına dönüşebiliyorlardı. Okudukları birkaç kitaptan etkilenip önüne gelene “sen kafirsin” “kafir oldun” diyeni mi ararsınız, hurilere kavuşmak için şehitliğe balıklama atlayanı mı dersiniz? Enva-ı çeşit farklı eğilimlerle karşılaşmak mümkün. Namaz kıldıkları halde anne – babasına kafir diyenleri bile görebilirsiniz bu garip dünyada.
Muhacir kendisine verdiğimiz kitapları ilgi ile okuyor, okudukça merakı artıyor takıldığı yerleri bana soruyordu. Ben de takıldığımda diğer arkadaşlara yönelip danışıyordum. Artık aradan haftalar ve aylar geçmiş, muhacirle ilişkimiz abi kardeş ilişkisine dönmüştü. Zaman zaman şakalaşır, cezaevinin efkârını, stresini dağıtırdık. Gayemiz, maddi – manevi mahkûm arkadaşlara katkı da bulunmaktı. Az çok manevi boşluğu doldurmaya, psikolojik durumu, moral değerleri yüksek tutmaya çalışıyorduk. Peki ya maddi durum, maddi durumu nasıldı acaba? Fark ettiğimiz kadarıyla hiç kimseden bir şey istemiyordu. Herhalde “Ailesi kendisine bakıyor ve maddi durumu iyi olmalı” diye düşünmüştük. Ta ki bir gün muhacirin komşusu ile konuşuncaya kadar. O gün sabah vakti, Muhacir hücresinde değildi. Muhacirin komşusuna seslendim.
Selamun aleyküm, muhacirin komşusu, Nasılsın, iyi misin, durumlar nasıl?
Muhacir`in komşusu: Aleykum Selam abi, sağol iyiyim. İdare ediyor.
Muhacir nerede? Sesi soluğu çıkmıyor?
Muhacirin Komşusu: hücresinde değil abi, dışarı çıkmış
Nereye gitmiş?
Muhacirin Komşusu: valla bilmiyorum, ben de yeni uyandım
Yaramaz bir durum yoktur inşallah, var mı bir ihtiyacın?
Muhacirin Komşusu: Allah razı olsun abi benim bir ihtiyacım yok da yalnız muhacir…
Ne olmuş muhacire?
Muhacirin Komşusu: şey abi ailesi onunla ilgilenmiyor, para da göndermiyorlar. Tokat cezaevinde iken babası arada bir ziyaret ediyormuş. Ancak, Bitlis uzak olduğu için babası şu an gelmiyor. Hem babası yaşlı, ayrıca annesi de uzun zamandır vefat etmiş.
Deme ya! Peki neden bizimle hiç paylaşmadı bunları. Elimizden geleni yapardık en azından.
Muhacirin Komşusu: abi sizden utanıyor herhalde. Biraz da gururlu bir çocuk.
Ailesinden yüzlerce kilometre uzakta bir mahkûmiyet çok zor bir şeydi. Mahkûm için bir yere kadar katlanılabilir bir şey olsa da, aileler ve ziyaretçiler için ayrı ceza, ayrı bir bela, ayrı bir imtihandı. Yol meşakkati ayrı bir sorun, yaşlı olmak ayrı, kadın olmak, çocuk olmak ayrı ayrı sorundu. Yabancı oldukları ve hiç bilmedikleri bir yere yüzlerce kilometre yol teperek gelen ziyaretçiler, barınacak, misafir olabilecek hiçbir yer bulmazlardı. Bir saatlik görüş için neredeyse 2 günlerini harcamak zorunda kalıyorlardı. Öte yandan ziyaretçilerin sağ-salim geliş gidişleri de ayrı bir endişe oluşturuyordu mahkum açısından. Anlayacağınız bu sürgünler ailelere de ayrı bir cezaydı.
Mahkûmlar ailelerinin katlandıkları çilenin, ıstırabın acısını iliklerine kadar hissederken, maddi durumu iyi olmayanlar bir de parasızlık ve parasızlığın getirdiği çaresizlik ile boğuşmak zorundaydı. Öyle ya her şey cezaevinin verdiği yemekle bitmiyordu ki. Çoğu zaman cezaevinin yemekleri yenemeyecek kadar kötüydü. Bu nedenle zaman- zaman kantinden kendi parasıyla aldığı yiyeceklerle yetinmek durumundaydı. Bir mahkûmun ihtiyacı olan harcama kalemi sadece yemek değildi. Çayı, temizlik maddeleri, iç çamaşırları, elbisesi, elektrik parası gibi daha birçok masrafı kendi cebinden karşılayamazsa zindan içinde ikinci bir zindanı yaşamak kaçınılmaz bir dertti. İşte o zaman mahkûmiyet ve mahrumiyeti insan iliklerine kadar hisseder, kendisini ayakta tutan inancını bile sorgulamaya başlar, belki de kadere isyan bile ederdi. Bu nedenle maddiyat mahkûm için önemli bir teselliydi mahpusta.
DEVAM EDECEK...
Gürsel Aldemir
E Tipi Kapalı Cezaevi C-5 Bitlis