Şu sergüzeşt-i hayat içerisinde bazen öyle anlar olur ki yüreğiniz kıpır kıpır olur, heyecanlanırsınız. Yüreğiniz cüş û huruş haline girer. Sevinç grafiğiniz en üst seviyeye çıkar.
Mutluluk dostunuz olur. Ezcümle güzel duyguyu ifade eden ne kadar kavram varsa hepsi sizi çepeçevre kuşatır. Fakat bazen de öyle zamanlara girersiniz ki bütün güzel duygular zıddına inkılap eder. Üzülürsünüz, kırılırsınız, yarım kalırsınız, boşluğa düşersiniz; acılar, sancılar o andaki kaderiniz olur. Genel olarak insanlar bu acı ve sevinç duygularını yaşatan gelişen olaylardır. Bazen kaygılar, bazen hayaller, bazen de kâbuslardır. Şu zindan hayatında nice kez acılara ve nice kez sevinçlere şahit olduk. Bu sevinç ve acılar bazen benim oldu bazen de başkalarının. Her ne kadar şu karanlık zindan dehlizlerinin acısı sevincine galebe çalmışsa da ehl-i iman olmamız hasebiyle, çok zamanlar acımızın sevince inkılap ettiği de oldu. Gerçek şu ki; dünya hayatında ne acı, ne de sevinç baki değildir. Biz insanlar bazen acı çekeriz ,bazen mutlu oluruz, bazen hüzünlenir, bazen de sevinç yaşarız. Zaten acının bitmesi sevinci; sevincin sonlanması acıyı doğurur. Çünkü “zeval-i elem hezzetin olduğu gibi zevali lezzet dahi elemdir.”
Arasıra zindanın demir parmaklıkları ardından semavatı temaşa eylerken maziye daldığımızda nice ibretlik acı ve sevinçlerle ve de bunların raks edercesine yer değiştirmesiyle karşılaşıyoruz. Zindana girdiğim ilk günlerdi. O zamanlar zindan benim için bir makber, hayat bir azap, yaşamak ise tam bir ıstırap idi. Özgür bir hayat yaşadığında ele- avuca sığmayan birinin, kelepçe altına alınıp hareketsizleştirilmesi; aksiyon halinde iken birden bire monoton bir yaşama mahkûm edilmesi ebetteki hayatı çekilmez kılacaktı. O zamanlar gerçekten de sanki ölümün arifesindeydim. Yüksek bir uçurumun kenarındaydım ve düşmeye de beş kalmıştı. Henüz bir aylık evliydim. Dayêcanımın dediği gibi daha serçe parmağımdaki kınanın izi vardı. Bir de daha gençliğe yeni ayak basmıştım. On sekizinci yaşım yeni yeni bitiyordu. Gerçi daha önceleri nice defa karakola girip çıktığım, nezarethanelerin pis kokulu battaniyelerin üzerinde yattığım olmuştu, ancak zindan ilkti. Bununla beraber mezkûr mekânlarda genel olarak bir gün nadiren de iki gün kalırdım.
İkiyi geçmezdi. İki gün kalmamın sebebi de polislere karşı direnmemdi. Şimdi ise zindandaydım. Zaman bana göre 70`lik bir ihtiyar adımıyla ağır ağır ilerleyip geçmek bilmese de özünde su gibi akıp gidiyordu. Akrep yelkovanı tazının tavşanı kovaladığı gibi kovalıyordu. Nezarethanelerdeyken dışarıya duyduğum özlemi zindanda iken nezarethaneye duyuyordum. En kötü günlerimi dahi arar oluyordum zindanın kör kuyularında. Gerçi ben ve benim gibiler adına gayr-i meşru âlem denilen ortama girerken bu günlerle bir gün karşılaşacağımızı bekliyorduk ama benimkisi çok erken olmuştu. Ben düşünmüştüm ki “büyüler sıra sıra gençler ise ara sıra” ama demek ki öyle değilmiş. Bizimki de sıra sıraymış ve demek ki sıra bendeymiş.
Velhasıl biz zindan hayatıma dönelim.
İlk günler hayal kurmakta zorlansam da bir iki hafta sonra dışarıya dönük hayaller kurmaya başlamıştım. Buna göre ben yakın bir zaman içinde dışarıya çıktıktan sonra büyük bir mafya babası olmak için mücadele edecek ve piramidin de tepesine çıkabilmek için sırtlara basa basa yürüyecek ve yükselecektim. Hayal bu işte… Zihnin muhteşem bir ürünü… Ne yaparsak yapalım düşünceye göre şekilleniyor. Lüks arabalar, lüks villalar, lüks oteller, büyük şirketler, devletin derin güçleriyle gizli bağlantılar, terör örgütleriyle sıkı ilişkiler, silah tüccarlığı, en nihayetinde de baronluk ve işte buna benzeyen şeyler… Bunlardı hayallerim. Doğrusunu söylemek gerekirse bu hayallerimi şekillendiren etkenler çocukluk yıllarımdan beridir izlemiş olduğum mafya filmleriydi. Mafya filmleri her zaman ilgimi çekmiştir ve itiraf etmeliyim ki yıllar sonra, İslam`a girmiş olmama rağmen hâlâ ilgimi çekmektedir. Fakat bu sebepsiz değildir…
HÜSEYİN GÜNDÜZ
KOCAELİ 1 NOLU T TİPİ CEZAEVİ