Hacer Sara Arslan / Nisanur Dergisi
Rabbimiz her insanı belli istidat, karakter ve şekil üzere yaratmıştır. Bunlar zamanla açığa çıkar, doruğa yükselir, kaybolur veya değişebilir. Fakat değişmeyen ve keşfi beklenen nice yetenek ve kabiliyetlerimiz vardır ki; doğru yerde ve doğru amaçla kullanıldığı taktirde kalıcı ve eşsiz güzellikleri beraberinde getirecektir.
Hiç bir insan dört dörtlük değildir, evet... Ama hiçbir insan ‘sıfır sıfırlık` da değildir. Matematiği harika olan bir öğrencinin dil kurallarından zayıf kaldığı görülebilir. Yazma becerisi ileri seviyede olan birinin, hitap etme yönü zayıf kalabilir. Çocuğuna titizlikle bakan bir anne, yemek yapma konusunda usta olmayabilir… Bu listeyi uzatmak mümkündür. Diyeceğimiz o ki; her insanın ontolojik yapısına ve bu yapısını kullanma becerisine göre, yetenek ve ön plana çıkan huyları muhakkak vardır.
Bu yetenekleri doğru yöne kanalize etmede direksiyon bizlerin elindedir. Direksiyonu düzgün ve amacı doğrultusunda kullanmanın yegâne şartı da özgüvendir. Kişi kendine güvendiği oranda başarıyı elde edecektir. Kendine güvenmeyen ve "yapamam”, “beceremem" inancında olan kişi, elbette başarısız olacaktır. Kendini zorlasa dahi, o işten alnının akıyla çıkamayacaktır. Bu noktada anne-babaların çocuklarına "özgüven" aşılayacak eğitim formüllerini uygulamaları gerektiğini hatırlatalım... Zira bir takım yönlendirme ve davranış biçimleri, çocuğa; büyüdüğünde kendine güveni olmayan, korkak ve tembel bir yapı olarak geri dönecektir.
Özgüven; olumsuz, kötü bir ahlak değildir. Bilakis özgüvenle birlikte kişide oluşan şecaat, dünyaya bakış açısını, yaşama olan tutumunu, kendisiyle olan ilişkisini düzenleyecek, sosyal ilişkilerinde, ev-iş hayatında huzurun ve başarının kapısını açacaktır.
Özgüven; kişinin şımarması, kendi kendine yettiği düşüncesine kapılması, kibir ve gurura meyletmesi, kendinden başka herkesi aşağılaması, mükemmeliyetçi görünmeye çalışıp riya kapılarını aralaması demek de değildir. Aslında en mühim nokta burasıdır. Mü`minler, yaptıkları eylemleri birilerinin rıza ve hoşnutluğunu kazanmak için yapmazlar. Zira böyle bir durumda kişi kendi olmaktan çıkar ve amelleri zayi olur.
Vurgulamak istediğimiz şudur ki, özgüvenle kibir arasındaki dengeyi hassasiyetle sağlayarak birtakım yeteneklerimizi ortaya çıkarmalıyız. Bazen insana sağdan yaklaşan şeytan, kişiye riya ve kibir korkusuyla tembellik ruhunu aşılar. Bunu ayırt edebilmeli, niyetimizi halis kılarak `bismillah` demeliyiz. Hatta demek zorundayız...
Şimdi şöyle bir soru soralım:
Hiç bir insan dört dörtlük değildir, evet... Ama hiçbir insan ‘sıfır sıfırlık` da değildir. Matematiği harika olan bir öğrencinin dil kurallarından zayıf kaldığı görülebilir. Yazma becerisi ileri seviyede olan birinin, hitap etme yönü zayıf kalabilir. Çocuğuna titizlikle bakan bir anne, yemek yapma konusunda usta olmayabilir… Bu listeyi uzatmak mümkündür. Diyeceğimiz o ki; her insanın ontolojik yapısına ve bu yapısını kullanma becerisine göre, yetenek ve ön plana çıkan huyları muhakkak vardır.
Bu yetenekleri doğru yöne kanalize etmede direksiyon bizlerin elindedir. Direksiyonu düzgün ve amacı doğrultusunda kullanmanın yegâne şartı da özgüvendir. Kişi kendine güvendiği oranda başarıyı elde edecektir. Kendine güvenmeyen ve "yapamam”, “beceremem" inancında olan kişi, elbette başarısız olacaktır. Kendini zorlasa dahi, o işten alnının akıyla çıkamayacaktır. Bu noktada anne-babaların çocuklarına "özgüven" aşılayacak eğitim formüllerini uygulamaları gerektiğini hatırlatalım... Zira bir takım yönlendirme ve davranış biçimleri, çocuğa; büyüdüğünde kendine güveni olmayan, korkak ve tembel bir yapı olarak geri dönecektir.
Özgüven; olumsuz, kötü bir ahlak değildir. Bilakis özgüvenle birlikte kişide oluşan şecaat, dünyaya bakış açısını, yaşama olan tutumunu, kendisiyle olan ilişkisini düzenleyecek, sosyal ilişkilerinde, ev-iş hayatında huzurun ve başarının kapısını açacaktır.
Özgüven; kişinin şımarması, kendi kendine yettiği düşüncesine kapılması, kibir ve gurura meyletmesi, kendinden başka herkesi aşağılaması, mükemmeliyetçi görünmeye çalışıp riya kapılarını aralaması demek de değildir. Aslında en mühim nokta burasıdır. Mü`minler, yaptıkları eylemleri birilerinin rıza ve hoşnutluğunu kazanmak için yapmazlar. Zira böyle bir durumda kişi kendi olmaktan çıkar ve amelleri zayi olur.
Vurgulamak istediğimiz şudur ki, özgüvenle kibir arasındaki dengeyi hassasiyetle sağlayarak birtakım yeteneklerimizi ortaya çıkarmalıyız. Bazen insana sağdan yaklaşan şeytan, kişiye riya ve kibir korkusuyla tembellik ruhunu aşılar. Bunu ayırt edebilmeli, niyetimizi halis kılarak `bismillah` demeliyiz. Hatta demek zorundayız...
Şimdi şöyle bir soru soralım:
...