Elif Yüksek / Nisanur Dergisi
Kafasında bir uğultu hissediyordu. Yorgunluktan mı yoksa dalgınlıktan mı olduğunu kestiremediği bir sızı dolanıyordu alnında. Gözlerini kapatma ve bir süre öylece bekleme ihtiyacı duydu. Sağ elinin parmaklarını gezdirdi alnında. Bastırdı sonra olanca kuvvetiyle... Ağrısı geçer diye ummuştu. Lakin tam aksine şiddetini arttırıyordu, kaynağını anlayamadığı o derin sızı…
Canını sıkan bir takım sözler duymuştu gün içinde. Aslında sıklıkla duyduğu şeylerdi… Kendisi hakkında ‘Çok suskun biri… Sanki iki kelam etse incileri dökülecek… Biraz soğuk mu ne… Anlaşılan ağır takılmayı seviyor…` türünden yorumlar yapılmasına sıklıkla şahit oluyordu. Bazen kafaya takılıyor; aslında sanıldığı gibi bunun bilerek yaptığı bir şey olmadığını, mizacının buna müsait olduğunu açıklama gereği duyuyordu. Bazense sükûtunun ‘hayrı dillendirmeyeceksem susmam evladır` cihetinde oluşunun verdiği huzur ile hüzünle karışık bir gülümsemeyle karşılık veriyordu iletenlere…
Ne var ki bu kez epey etkisinde kalmıştı, hakkında söylenenlerin. Zira kendisini yakından tanıdığı için böylesi yakıştırmalarda bulunurken daha insaflı davranması gerektiğine inanıyordu. Öyle ya “sükût; ya mizaçtan ya kibirden ya da takvadandı.” Duyduklarıyla beraber kendi izlenimlerini de kendisine ileten arkadaşı, bunu kibirden ya da ilgisizlikten yaptığını mı düşünmüştü, acaba? Zira öylesi bir sitemle dokunmuştu dimağına…
Başının ağrısı da muhtemelen bundandı. Öylesine derin bir analiz içindeydi ki; sızlayan alnının esasen ona ‘biraz gevşe` diye komutlar gönderdiğini anlayamıyordu genç kadın…
“Sahi” diyordu muhatap aldığı benliğine… “Bu denli göze batacak ve her fırsatta dillendirilecek kadar yersiz ve gereksiz mi sükûtum?”
Oysa yerinde ve zamanında kuşanılan sükût kılıcı; en başta kişinin benliğinde boy almaya çalışan kibir dalını keser. Onun ile gelen esenlik, aklını başına almaya; daha derin, daha doğru ve daha isabetli düşünmeye dönüşür. Haliyle kişi kendini denetler ve frenlerken aynı zamanda her bir sözü, tam gediğine oturan taş misali ağır, yerinde ve yapıcı olur…
“Hem neden hep kendine kıyasla yargılar ki bir insan? İnsanların tekdüze olmalarını gerektiren bir kanun var da ben mi gafilim bundan…”
Öyle ya, ne acı bir tabloydu karşılaştığı. Kendisi adına bir rahmete dönüşüyordu, amenna. Zira bir iç muhasebenin tam da ortasında bulmuştu kendisini. Sükûtunun kaynağını irdeliyor; kibrin, kendini beğenmişliğin bir zerresi dahi varsa kovmaya çalışıyordu. Mizacının bundaki rolü epey büyüktü, anlamıştı bunu… Diğer yandan işi takva boyutuna getirmeye, bundan kendine büyük bir pay edinmeye çalışıyordu. Öyle ya Allah için olmadıktan sonra sükût bile şeytani bir amele dönüşmüyor muydu?
Yine de acıyordu genç kadın! Kendisi hakkında kardeşlerinin düştüğü yanılgı, onu derinden sarsmış ve üzmüştü… Ebu Ali b. Katib misali; “Allah korkusu bir kalbe yerleşirse; o kimsenin dili ancak lüzumlu olan şeyleri söyler” diye haykırmak istiyordu. Ve sevgili Peygamberinin inci misali sözünü saçabildiği kadar saçmak…
“Susan kurtuldu/kurtulur!”
Sözün gümüş kıymeti taşıdığı yerde sükûtun altın değerinde olduğunu fehm ettirecek o kadar çok olay yaşamıştı ki! On düşünüp bir söyleme erdemini kuşanamamanın ne derece vahim bir durum olduğunu bu sayede öğrenmişti üstelik… Yine de bu son durum, üzerinde derin bir etki bırakmıştı genç kadının. Hem hanımlar meclisinde susan kadın pek azdı. Susanların çoğunluğu ise kendinde konuşma, kendini ifade etme yetisi bulmayanlardı. Buna mukabil aklından geçenleri fasih bir dille ifade edebileceği halde; susmanın konuşmaktan daha evla olduğu kanaatiyle, bir köşede usulca dinleyen ve özü söze tercih eden bir hanımefendi, İslam`ın öngördüğü ve teşvik ettiği bir modeldi…
Dahası konuşabilecek bir konumdayken susmasını –becere-bilen bir kimse, asıl konuşulması gereken anda söz aldığında; ciddi manada tesir edebildiği gibi konuşmasına belli bir kıymet de biçilecektir, dinleyicilerce… Her meseleye cevap veren, her gördüğünden bahseden ve her bildiğini anlatan bir kimse gördüğümüzde, bu haliyle onun cahil olduğunu anlamamız icap ettiğini belirten İbn Ataullah İskenderî ne de güzel tespit etmişti oysa.
Esasen düşündükçe sükûtu sevdiğini anlıyordu. Sükût libasını diline, gönlüne ve ruhuna ayıplarını örtsün diye iradî giydirdiğine hükmediyordu. Hz. Ali`nin “Senden soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar söylemekten hayırlıdır” izahatından pay çıkarmıştı diline… Bu sayede nefsi ‘hadi konuş, tam zamanı` diye diretse de; tüm melekeleri ‘susan kurtuldu` hatırlatmasında bulunuyordu benliğine. Ve tarifi imkânsız bir huzur duyuyordu sükûta her büründüğünde. Ancak farklı bir pencere açılıyordu zihin anaforunda. Yepyeni bir pencere…
“Peki” diyordu. “Ya bu halden ötürü hesaba çekilirsem… Sükût limanına sığınmakla kolaycılığı seçtirdiyse bana nefsim; o zaman ben ruz-i mahşerde ne ederim!”
Bir yandan sükûttan vazgeçmeme eğilimleri bir yandan da asil bir davetçi olma isteği öte yandan ise hesabını veremeyeceği boş konuşmalar yapma korkusuyla; çıkmaya çalışıyordu girdiği anafordan… Tam da bu aşamada serin bir meltem estirmişti zihnine, kıymetli bir hocasının hatırlattığı sözler:
“Gönül tenceredir ve dil kepçe… Tencerede ne varsa, onu çıkarır kepçe! Gönül denizdir, dil ise sahil… Deniz dalgalanınca, içinde ne varsa onu atar sahile!”
Şimdi, sicim sicim netleşmekteydi tahlili! Öyle ya bir kepçe ancak içine daldırıldığı tencerenin muhtevasını taşır kâselere… Ondan tadacak neferler ise lezzeti ölçüsünde ve muhtevası derecesinde pay alacaklardı.
“Şu halde asıl mühim olan” dedi olanca gayretiyle…
Canını sıkan bir takım sözler duymuştu gün içinde. Aslında sıklıkla duyduğu şeylerdi… Kendisi hakkında ‘Çok suskun biri… Sanki iki kelam etse incileri dökülecek… Biraz soğuk mu ne… Anlaşılan ağır takılmayı seviyor…` türünden yorumlar yapılmasına sıklıkla şahit oluyordu. Bazen kafaya takılıyor; aslında sanıldığı gibi bunun bilerek yaptığı bir şey olmadığını, mizacının buna müsait olduğunu açıklama gereği duyuyordu. Bazense sükûtunun ‘hayrı dillendirmeyeceksem susmam evladır` cihetinde oluşunun verdiği huzur ile hüzünle karışık bir gülümsemeyle karşılık veriyordu iletenlere…
Ne var ki bu kez epey etkisinde kalmıştı, hakkında söylenenlerin. Zira kendisini yakından tanıdığı için böylesi yakıştırmalarda bulunurken daha insaflı davranması gerektiğine inanıyordu. Öyle ya “sükût; ya mizaçtan ya kibirden ya da takvadandı.” Duyduklarıyla beraber kendi izlenimlerini de kendisine ileten arkadaşı, bunu kibirden ya da ilgisizlikten yaptığını mı düşünmüştü, acaba? Zira öylesi bir sitemle dokunmuştu dimağına…
Başının ağrısı da muhtemelen bundandı. Öylesine derin bir analiz içindeydi ki; sızlayan alnının esasen ona ‘biraz gevşe` diye komutlar gönderdiğini anlayamıyordu genç kadın…
“Sahi” diyordu muhatap aldığı benliğine… “Bu denli göze batacak ve her fırsatta dillendirilecek kadar yersiz ve gereksiz mi sükûtum?”
Oysa yerinde ve zamanında kuşanılan sükût kılıcı; en başta kişinin benliğinde boy almaya çalışan kibir dalını keser. Onun ile gelen esenlik, aklını başına almaya; daha derin, daha doğru ve daha isabetli düşünmeye dönüşür. Haliyle kişi kendini denetler ve frenlerken aynı zamanda her bir sözü, tam gediğine oturan taş misali ağır, yerinde ve yapıcı olur…
“Hem neden hep kendine kıyasla yargılar ki bir insan? İnsanların tekdüze olmalarını gerektiren bir kanun var da ben mi gafilim bundan…”
Öyle ya, ne acı bir tabloydu karşılaştığı. Kendisi adına bir rahmete dönüşüyordu, amenna. Zira bir iç muhasebenin tam da ortasında bulmuştu kendisini. Sükûtunun kaynağını irdeliyor; kibrin, kendini beğenmişliğin bir zerresi dahi varsa kovmaya çalışıyordu. Mizacının bundaki rolü epey büyüktü, anlamıştı bunu… Diğer yandan işi takva boyutuna getirmeye, bundan kendine büyük bir pay edinmeye çalışıyordu. Öyle ya Allah için olmadıktan sonra sükût bile şeytani bir amele dönüşmüyor muydu?
Yine de acıyordu genç kadın! Kendisi hakkında kardeşlerinin düştüğü yanılgı, onu derinden sarsmış ve üzmüştü… Ebu Ali b. Katib misali; “Allah korkusu bir kalbe yerleşirse; o kimsenin dili ancak lüzumlu olan şeyleri söyler” diye haykırmak istiyordu. Ve sevgili Peygamberinin inci misali sözünü saçabildiği kadar saçmak…
“Susan kurtuldu/kurtulur!”
Sözün gümüş kıymeti taşıdığı yerde sükûtun altın değerinde olduğunu fehm ettirecek o kadar çok olay yaşamıştı ki! On düşünüp bir söyleme erdemini kuşanamamanın ne derece vahim bir durum olduğunu bu sayede öğrenmişti üstelik… Yine de bu son durum, üzerinde derin bir etki bırakmıştı genç kadının. Hem hanımlar meclisinde susan kadın pek azdı. Susanların çoğunluğu ise kendinde konuşma, kendini ifade etme yetisi bulmayanlardı. Buna mukabil aklından geçenleri fasih bir dille ifade edebileceği halde; susmanın konuşmaktan daha evla olduğu kanaatiyle, bir köşede usulca dinleyen ve özü söze tercih eden bir hanımefendi, İslam`ın öngördüğü ve teşvik ettiği bir modeldi…
Dahası konuşabilecek bir konumdayken susmasını –becere-bilen bir kimse, asıl konuşulması gereken anda söz aldığında; ciddi manada tesir edebildiği gibi konuşmasına belli bir kıymet de biçilecektir, dinleyicilerce… Her meseleye cevap veren, her gördüğünden bahseden ve her bildiğini anlatan bir kimse gördüğümüzde, bu haliyle onun cahil olduğunu anlamamız icap ettiğini belirten İbn Ataullah İskenderî ne de güzel tespit etmişti oysa.
Esasen düşündükçe sükûtu sevdiğini anlıyordu. Sükût libasını diline, gönlüne ve ruhuna ayıplarını örtsün diye iradî giydirdiğine hükmediyordu. Hz. Ali`nin “Senden soruluncaya kadar susmak, susturuluncaya kadar söylemekten hayırlıdır” izahatından pay çıkarmıştı diline… Bu sayede nefsi ‘hadi konuş, tam zamanı` diye diretse de; tüm melekeleri ‘susan kurtuldu` hatırlatmasında bulunuyordu benliğine. Ve tarifi imkânsız bir huzur duyuyordu sükûta her büründüğünde. Ancak farklı bir pencere açılıyordu zihin anaforunda. Yepyeni bir pencere…
“Peki” diyordu. “Ya bu halden ötürü hesaba çekilirsem… Sükût limanına sığınmakla kolaycılığı seçtirdiyse bana nefsim; o zaman ben ruz-i mahşerde ne ederim!”
Bir yandan sükûttan vazgeçmeme eğilimleri bir yandan da asil bir davetçi olma isteği öte yandan ise hesabını veremeyeceği boş konuşmalar yapma korkusuyla; çıkmaya çalışıyordu girdiği anafordan… Tam da bu aşamada serin bir meltem estirmişti zihnine, kıymetli bir hocasının hatırlattığı sözler:
“Gönül tenceredir ve dil kepçe… Tencerede ne varsa, onu çıkarır kepçe! Gönül denizdir, dil ise sahil… Deniz dalgalanınca, içinde ne varsa onu atar sahile!”
Şimdi, sicim sicim netleşmekteydi tahlili! Öyle ya bir kepçe ancak içine daldırıldığı tencerenin muhtevasını taşır kâselere… Ondan tadacak neferler ise lezzeti ölçüsünde ve muhtevası derecesinde pay alacaklardı.
“Şu halde asıl mühim olan” dedi olanca gayretiyle…