ABDULKADİR TURAN / DOĞRUHABER/ANALİZ

 

“Şark`a şarkiyatçı gibi bakmak”, İslam dünyasındaki sorunların çözülmesini engelleyen en önemli sebeplerden biridir.

“Şark (Doğu)” İslam dünyasıdır; “şarkiyatçı” ise Batı ülkelerinin İslam dünyasını işgal etmek veya İslam dünyasındaki işgali sürdürmek için çalıştırdıkları sözde bilim adamlarıdır. Gerçekte bunlar bir bilim adamı olmaktan öte, işgaller için bir tür lojistik destek sağlayan veya mazlumu katletmek üzere katile öldürme yol ve yöntemini öğreten kişilerdi.

Türkiye`de sorunların çözülme arayışlarında hatta çoğu kez dini sorunların bile çözülme arayışında sadece şarkiyatçılardan öğrenilenler dikkate alındı. Askerî problemden karı-koca ilişkilerine her alanın “uzmanları”, “Ne yapabiliriz?” sorusuna cevap ararken öncelikle şarkiyatçıların yazdıklarına yöneldi, onlara mukaddes bir metin gibi baktı.

Esas yol gösterici şarkiyatçı olunca sorunlara çözüm yönündeki her adım, sorunu daha da derinleştirmekten başka bir iş görmedi. Bunu en güzel şekilde özetleyen, “Batılılaştıkça battık” ifadesidir.

Pratik bir örnek olarak aileye bakalım. Türkiye`de farklı hükümetlerin aile ile ilgili sorunları çözme yönünde attıkları her Batılı adım, boşanmaları daha çok artırmaktan, aile sorunları ile boğuşanları çoğaltmaktan başka bir iş gördü mü?

İstanbul`un bir kenar semtindeki problemi, bir parça eti Paris`teki bir laboratuvara götürür gibi Batı`daki sosyoloji laboratuvarlarına taşıyıp kendi zemininden kopararak değerlendirmeye kalkışanlar, iyi niyetli olsalar bile yanlış tespitte bulunurlar. Kaldık ki geçmişte “müsteşrik”, bugün “şarkiyatçı” dediğimiz isimler, alabildiğine kötü niyetliler hatta çoğu, doğruları saklamak üzere görevlendirilmiş uzmandır.

TÜRKİYE`NİN EN DOĞUSUNA BATI`NIN EN BATISINDAN BAKMAK

İslam dünyasındaki ve Türkiye`deki vaziyet bu olunca Kürt sorununa da Batı`dan değil, Batı`nın da batısından bakmak gibi bir durum ortaya çıktı.

Paris`in, Londra`nın derin yapılarının eskiden beri mazbut bir Kürt bakışı yoktu. Fransız Mason locası ve diğerleri, miladi 19. yüzyılda Türkler, Araplar ve Farslarla uğraşmaktan Kürtlerle uğraşmaya yeteri kadar zaman bulamadılar.

Bu iş, sonraki nesillere, Batı`nın uç kesimlerine kaldı. Bazı İsveç vakıfları ve Fransa`nın sosyalist kesimleri Kürtler üzerine çalıştılar.

İsveç vakıflarının ve Fransız sosyalistlerinin kendi ülkelerindeki Müslümanlarla ilgili tutumları çok farklı olabilir. Ama söz konusu İslam dünyası olunca, örneğin Diyarbakır ele alınınca, bir eşcinsele sahip çıkmak insan haklarının gereği, buna karşılık dini bir faaliyet yürütmek bir tür insanlığa karşı durmak olarak görüldü. Onların yaklaşımında eşcinselin kendini izahı “tanıtım hakkı”dır, dindarın İslamî faaliyetleri ise gerici-faşist çabalardır.

Bu çarpık bakış, Türkiye`de sol yapılarca olduğu gibi benimsendi. Aydın olmak da solun tekelinde olunca bu bakış, Türkiye`de bir tür “aydınca bakış” oldu. Aydınlığa özenen nice muhafazakâr isim dahi Diyarbakır`a solun bu gözlüklerini takarak baktı.

Yıllar boyunca beşikteki çocukları dahi öldüren PKK`nin bütün günahları bu sol bakışla “devrimci mücadele” içinde görüldü, adeta paklandı. Buna karşılık PKK`ye karşı duran herkes, “devrimci mücadele”ye karşı duran, “faşist” kişiler gibi etiketlendi. PKK`li olmak onur, PKK`ye karşı durmak ayıp sayıldı.

PKK`ye karşı duran İslamî kesimin karşı çıkış sebepleri irdelenmedi. İslamî bir tutum içinde olanlar, sol bir bakış açısıyla oyuna gelmiş, meczup, basit hatta kullanılan kişiler olarak görüldü. Aydın görünme adına, aydınlık payesi alma adına sadece İslamî sorumluluk değil,  bilim de tatil edildi. Solun iddiaları mukaddes bir metinden okunur gibi, onların tabiriyle bir doğma gibi kabul gördü. “PKK`ye karşı çıkanlar, bir gün aniden dindar olmaya karar vermiş kesimler mi, yoksa bunların bir İslamî geçmişi var mı?” sorusu dahi sorulmadı. Bu, sorulmayınca “PKK, ne yapıyor da İslamî kesimlerin tepkisine yol açıyor?” sorusuna hiç sıra gelmedi.

Hani derler ya, akıl var izan var. İslamî kesim içinde yer alanların ezici çoğunluğu, ani bir İslamî şuurlanmanın neticesi değil, köklü dindar ailelerin mensuplarıdır. Bir kısmı üç ata şeyh, molla, hacca at sırtında gidecek kadar dindar eşraf veya yörenin en dindar bey ailelerinin mensuplarıdır. İlk kuşağın neredeyse tamamının bir Milli Selamet Partisi (MSP), hatta daha yaşlılarının Milli Nizam Partisi (MNP), 70`li yıllarda Türkiye`de İslamî kesimlerin denetimine giren MTTB ve MTTB içindeki en atılgan gençlerin oluşturduğu Akıncılar hareketi geçmişi vardır.

İslamî kesimlerin bölgedeki varlığı, İran devriminin bir neticesi de değildir. Zira bu kişilerin İslamî kökleri, İran devriminin başlangıç noktasından bile eskidir. Kaldı ki MNP, MSP ve MTTB de İran devriminden daha eskidir.

Bölgede İslamî kesimlerle sol arasındaki mücadele de PKK`nin varlığından çok öncedir. Batman`da Şehit Hayrettin, Mardin`de Şehit Ahmet Hattapoğlu ve Cemal Havuzoğlu, MTTB dönemi şehitleridir.  O dönemde sol, bölgede bir İslamî uyanışı engellemenin ihalesini almış gibiydi; çoğu köken olarak da İslamî bir geçmişe sahip olan ve o günlerde “Selametçi-Şeriatçı” diye bilinen gençlere düzenli (simetrik) olarak baskı yapıyordu. Bu baskı, Diyarbakır`da dindar gençlerin Diyarbakır Yüksek Öğretmen Okulu`nda derse girmesini engellemeye kadar vardı. O günlerde bu engel, ailelerin okul önüne gidip gençlerine sahip çıkmasıyla aşıldı.

1980 sonrasında PKK, sol mirası devraldı. Sol, daha önce Arnavutluk`ta, Azerbaycan`da, Semerkant`ta, Buhara`da, Taşkent`te, Tunus`ta ne yaptıysa veya bugün Doğu Türkistan`da ne yapıyorsa PKK, palazlanıp imkân bulduğu her yerde aynısını yaptı.

Ve dünyanın her noktasında solun, özellikle ulusal solun baskısıyla karşılaşan dindar kesimler sola karşı nasıl bir muhalefet içine girdiyse Diyarbakır`da, Bingöl`de, Batman`da, Mardin`de, Van`da dindar kesimler öyle bir muhalefet içinde oldular.

Yaşanan budur. Gerçek bir aydına yakışır bir gözlem yapılacaksa görülecek olan budur. Bilimsel bir araştırma yapılacaksa varılacak sonuç budur. Aydınlar doğru konuşmalı, bilim adamı sebeplere bakmadan sonuçlar hakkında yorum yapmamalıdır.

Ne yazık ki o günlerde ne kendisine aydın diyenler gidip doğruyu duymaya ve duyurmaya çalıştılar ne de bilim adamı sıfatı taşıyanlar İslamî kesimlerden hiç olmazsa hakkında fiş tutulan gençlerin İslamî kökenlerine ve sola muhalefetlerinin sebeplerine baktılar.

O günlerde bir haber kanalı yetkilisine “Neden söz konusu Diyarbakır olunca siz de diğer kanallar gibi haber yapıyorsunuz?” diye soran birine, kanal yetkilisinin “Ya, orası sanki ayrı bir ülke, hani dışarının haberleri Anadolu Ajansı ve TRT`de çıkmadan, Dışişleri Bakanlığı`nın denetiminden geçer ya, o bölgeden gelen haberler de bir süzgeçten geçirilip bize öyle ulaştırılıyor, vicdanen rahatsızız ama yapılacak bir şey yok.” cevabını verdiği söylenir.

Yöre, o günlerde geçen haftaki analizde değinilen bir karantinadaydı ve karantinayı delmek için kimse bir çaba göstermiyordu.  Öyle ki âlim kimliğiyle bilinen biri dahi yöre ile ilgili konuşurken “Bana emniyetten birileri dedi ki” diyerek söze başlayabiliyor ancak karantina koşullarında konuşabiliyordu.

Bugün bu iletişim çağında bu karantinayı sürdürmek mümkün değildir; yaşananlar duyuluyor, duyulmak da ne, canlı canlı seyredilebiliyor. 

Asıl mesele zihin olarak da karantinayı kırmak, şarkiyatçı bakış açısını aşarak yöreye İslam dünyası, Türkiye ve yörenin kendi gerçeği içinde bakabilmektir.

OLAYLARI PROVOKASYONLA İZAH ETMEK

Provokasyon, bir kesimde muteber olmayan, yer ve zamana uygun düşmeyen tepkiler oluşturmak üzere yapılan öfkeye sürükleyici, kışkırtıcı eylemdir. Amaç, hedeflenen tarafta duyguları aklın önüne geçirmek, onu kontrol edilemez bir öfkeye sürüklemek; kendi ilke ve koşulları ile uyuşmayan tepkilere çekmektir.

Yöre halkı ile ilgili olarak “hisleri daima aklının önündedir, hayır ve şer eylemi karşılıksız bırakmaz, vursanız karşılık vermeden duramaz” tespiti yörede faaliyet gösteren güçler için provokasyonu ucuz ve etkili bir araca dönüştürüyor.

Türkiye`nin geldiği noktadan memnun olmayan birbirinden farklı birden çok gücün bulunduğu, bunların tamamının da provokasyon imkanından yararlanmak için fırsat kolladığı bilinen bir gerçektir. Yörenin tarihi de adeta sözlü veya fiili provokasyonlar tarihidir. Yörede istenmeyen her gücü etkisiz hâle getirmenin en ucuz, çoğu zaman en tahripkâr ama en etkili aracı provokasyondur. Yöre, büyük bir olgunlaşma sürecine girmişse de bu araç hâlâ kirli mücadele ortamında etkilidir ve öyle görünüyor ki etkili olmaya devam edecektir. Buna karşılık Türkiye`de mütedeyyin halkın çok zor eşikler atlayarak elde ettiği kazanımları kaybedecek bir girişim içinde bulunmamak, anarşizme, terör gruplarına, derin yapılara yol verecek girişimlerden kaçınmak herkes için çok önemlidir. 

Terör yapılanmalarının bir yörede etkili olmak için “yıpratma(aleyhte propaganda), korkutma (tedhiş),  provokasyon (tahrik-kışkırtma), bozma ve (nihayet) önüne geçme” olmak üzere beş yönteminden söz edilir. PKK, bu beş yönetimi de fazlasıyla kullandı; kullanmaya devam ediyor.  Bununla birlikte her olayı provokasyonla açıklamaya çalışmak alabildiğine tehlikelidir.

Olayları provokasyonla açıklamak, yaşananları gerçek ötesine taşır, inceleme dışı bırakır; olayların altında yatan sebeplerin görülmesini engeller; muteber-makul tepkileri de kontrolsüz öfkeyle, tahrikle yapılan davranışlar sınıfına alır. Sebepler görülmezse, tepki anlaşılmaz. Sebepler ortadan kaldırılmazsa etkili tedbirler alınmaz.

Provokasyon, sol örgütlerin eski ve rutin bir eylem tarzıdır. Bir yapı rutin bir provokasyon içinde ise yapılması gereken onu provokasyonculuktan vazgeçirecek yolları aramaktır.

Esas olan provokasyonun tepkiyi masumlaştırmasıdır. Ama provokasyona gelmeme olgunluğunu göstermek de kendi değerleri ile hareket etmenin esasıdır.

Olayları sürekli provokasyonla açıklamaya kalkışmak, bu rutin eylemlere karşı makul-muteber tepki gösterenleri küçük düşürür, onları itibarsızlaştırır. Diğer yandan, eğer bir tedhiş eyleminden beklenen korku ve hizaya getirme ise o tedhiş eyleminin provokasyon veya başka bir şey olması gerçeği değiştirmez.

Provokasyon, daha çok kontrol dışı eylemdir. Ama yöredeki resim öyle görünmüyor. Küçük bir ilçe düşünün: Sol örgüt, geçmişten bu yana oradaki bütün tutumların kendisi tarafından belirlenmesini istiyor. Diğer bir ifadeyle ilçede tek güç olmayı hedefliyor. Dindar bir kesim, bu hedefi bozuyor ve sol örgüt bunun önüne geçmek, onları marjinalleştirmek istiyor. 

Ancak ilçenin dindar yapısı, onun o ilçedeki dindarları toplum dışına itmesine uygun değil. Bir süre sonra siz, orada halkı dindarlara karşı kışkırtabilecek vakalara tanıklık ediyorsunuz. Üstelik suçlanan dindarlar oluyor ve bu da az kalsın kabul görüyor.

Oysa vakanın altında görülmesi gereken sebepler var: İlçeye kaymakam atanır gibi belediye başkanı atanmış. 3-4 yıl önce bir üniversiteden mezun olmuş, başkan olurken otuzun altında, genç, bekâr bir bayan… İlçenin sosyolojik koşulları içinde, seçim yoluyla belediye başkanı olmasının imkânı yok. İlçe halkı seçim sürecinde buna itiraz etmiş, itirazı kabul görmemiş. 

Bu, yöre açısından bir anormalliktir. Yöreyi merak edenlerin, bilimsel olarak veya başka sebeplerle araştıranların bu anormalliklerin vakalar üzerindeki etkisini araştırması… Provokasyon açıklamasının ardından bu tür araştırmaların gelmesi gerekmiyor mu?

Eğer gelmiyorsa o zaman çarpık bir bakış vardır. Bu bakış, solun dindarları meczup, oyuna gelebilir, akıldan çok hisleri ile hareket eden, faşist, gerici olarak gören anlayışının sürdürülmesidir.

Süreçte değişimden söz etmek, dindarları daima “küçük gören, hafife alan, suçlu ilan eden, görüşü dikkate alınmaya değmez kişiler sınıfında tutan” tutumdan vazgeçmekle mümkündür.

Provokasyonları rutin olmaktan ancak böyle bir değişim uzaklaştırır.

Aksi bir tutumda, provokasyon açıklamaları sebepleri gizleme aracı olmaktan başka bir şey ifade etmez.