ABDULKADİR TURAN / ANALİZ

Fiili musibetler vardır, bir de fikrî musibetler… Fiili musibetler, beden, coğrafya gibi fiziki yapının karşılaştığı musibetlerdir; diğer bir ifadeyle maddi musibetlerdir. Fikrî musibetler ise aklın ve kalbin karşılaştığı musibetlerdir; fikir yönünden yıkıma uğramaktır.

Fiili musibetler, trafik kazası gibidir; o musibetlerde hayatını kaybedenlere rahmet okunur, yaralananlar tedavi olur. O musibeti yaşayanlar arasında, bir sarsıntı döneminden sonra hayat yeniden eski düzenini bulur.
Fikrî musibetler ise vücuda ağır ağır sirayet eden gizli bir kanser gibidir. Tedavisi güç, süreci uzundur. Kimini öldürür, kimini ise uzun süre pratik hayatın dışında tutar.

İslam âlemi tarihi boyunca çok sayıda fikrî musibet süreci yaşadı ve zaman içinde o fikrî musibetlere karşı bağışıklık kazandı. Pek çok sapkın fikir, İslam âleminde bir süre yayılma zamanı buldu, bunların bir kısmı zaman zaman siyasi bir güç hâline geldi, Müslümanların enerjisini içeride tüketti, Müslümanları zayıf düşürdü. Sonra Müslümanlar tehlikeyi fark etti, onlara karşı direndi, onları yendi ve tarih çöplüğüne attı ya da onları etkisiz hâle getirecek bir güçsüzlüğe terk etti.

Ama İslam âlemi zayıf düştüğünde dışarıdan ve içeriden o tür hareketler yeniden görülmeye başladı. Bugün İslam dünyası, yeniden o tür musibetlerle yüz yüzedir. Bugünün fikri musibetlerini değişik şekillerde sınıflandırmak mümkündür. En kapsamlı sınıflandırma, akılcılık ve tefrikacılıktır. Akılcılığın şubeleri (fraksiyonları), Batılı ideolojiler ve mealcilik versiyonları ve tekfirciliktir. Tefrikacılığın şubeleri ise milliyetçilik ve mezhepçiliktir.

Ancak bunları, doğrudan dış kaynaklı olanlar ve içeriden beslenenler diye ikiye ayırmak da mümkün. Batılı ideolojiler ve milliyetçilik doğrudan dışarıdan besleniyor. Mealcilik versiyonları, tekfircilik ve mezhepçilik ise İslam dünyasında bazı köklere sahiptir. 

Bu tür teorik sınıflandırmalar kendi yerinde bırakılıp pratik alana geçildiğinde İslam âleminin beş büyük musibetle yüz yüze olduğu görülmektedir: Akılcılık, mealcilik, milliyetçilik, mezhepçilik, tekfircilik.

1. Akılcılık

Aklın vahye karşı isyanıdır. Aklı vahye alternatif kılma girişimidir. Akılcılığın açık biçimi, bugünkü Batı akılcılığı ve onun dalları olan liberalizm, sosyalizm gibi Batılı ideolojilerdir. Bu, Allah`a kulluktan kula kul olmaya geçiş girişimidir. 

Bu ideolojiler, vahyi inkâr ediyor, “insan aklı” adı altında kendi üretimini vahye alternatif kılıyor. İnsanları, vahiy yörüngesinden çıkarıp kendi yörüngesine çekiyor. Akla uydurma adı altında şeytani bir yöntemle insanı kendine kul ediyor, onu kendi ideolojisinin kölesi yapıyor. Daha önce Allah`a inanan kul, vahiyden kopunca Marks`ın kulu haline geliyor. Ancak kul, bunu fark etmiyor, kendisinin dinden kurtulup aklına uyarak özgürleştiğini zannediyor, hürriyet peşinde koşarken hürriyet ideologlarının esiri, askeri oluyor.

Akılcılığın gizli biçimleri ise İslam dünyasında geçmişte büyük tartışmalara yol açan felsefe hareketleri ve Mutezile girişimleridir.

Bu akımın kimi temsilcileri mulhid idi. Vahye inanmıyorlar, ümmeti vahiyden koparıp kendi akıllarının esiri yapmak istiyorlardı. Bir tür sahte peygamberlik iddiası içindeydiler. Ancak ümmetin tepkisinden korktuklarından buna kılıf uyduruyorlardı. Aklı, vahyin üstüne çıkararak vahyin üstünlüğüne gölge düşürmeye çalışıyor, vahyin Müslüman`ın günlük yaşamı üzerindeki etkisini zayıflatarak kendi heva ve heveslerine uygun bir günlük yaşam kurmaya çalışıyor ya da yönetimlerinin Kur`an ve Sünnet`le sınırlandırılmasından endişe duyan zalim yöneticilerin emellerine hizmet ediyorlardı.

Bunların diğer kısmı ise, bu mulhidlerden etkilenen ilim ehli kimseler ve onlara tabi olanlardı. Bir kısmı sadece bir fikir makinesiydi, ürettikleri fikirlerin Müslümanlara nasıl zarar verdiğini düşünmeyi gereksiz görüyorlardı. Bir kısmı, zalim yöneticilerin paralı fikir adamlarıydı. Sadece üretmiyorlar, siyaseti kullanarak fikirlerini İslam âlemine dayatıyor, kabul etmeyenlere işkence ettiriyorlardı. Bunun en çarpıcı örneği İmam Ahmed bin Hanbel dönemindeki Mutezile hareketi ve zulmüdür. Vahye karşı gizli bir sözde aklî isyan içinde olan Mutezile âlimleri dönemin Abbasi halifeleri ile işbirliği yaptılar, onları etkilediler ve fikirlerini onların zorbalıkları ile ümmete dayatmaya çalıştılar. Ancak İmam Ahmed ve diğer salih önderlerin direnişi onların zulmünü yendi, Mutezile hareketi etkisizleşti.

2. Mealcilik

Vahyi Kur`an lafzı ile sınırlandırma girişimidir. Mutezilî kökleri varsa da İslam dünyasının en cahil hareketidir. Batılı akılcılığın İslam dünyasına yansımasıdır. Batı`da İncil`i akla uydurma ve İncil tercümelerini İncil yerine geçirme girişimlerinin Hıristiyanlığa verdiği zararı görme tecrübesinden istifade eden kişi ve kuruluşların İslam dünyasına yaptıkları bir ihracattan ibarettir.

Kendisini aslında “Kur`an İslam`ı” olarak tarif eden ama İslam tarihinde meşhur bir benzeri olmayan bir harekettir. Kur`an`ın aslî metnini anlamayıp Kur`an meallerini anlama iddiasında olanlar tarafından öne sürüldüğü için “mealcilik” diye adlandırılmıştır.

Vahyi sınırlandırma, dolayısıyla mecrasından koparıp akıl adı altında hevaya uydurma girişimi olduğu açık olduğundan ve mensuplarının cahilliğinden dolayı İslam dünyasında pek tutmamış, daha çok zeki kimi İslam gençlerini İslamî amellerden koparma girişimi olarak kalmıştır.

Şeytanın bir tür sağdan yaklaşmasıdır. Kur`an`ı anlama ve yüceltme adı altında hayatın dışına çıkarma çabasıdır. Bugün Sünnete karşı kuşku uyandıran pek çok kişi tarafından gizlice sürdürülmektedir. Ama hiçbir zaman projecilerinin istediği sonuçları verecek bir yaygınlığa ulaşmamıştır.

3. Tekfircilik

Batı`nın ilk Protestanlık tecrübesinden yola çıkıp İslam dünyasındaki Hariciliği canlandırma girişimidir. İlk dönem Protestanları, kendilerinden başka bütün Hıristiyanları tekfir ediyorlardı. Ortodoksları aşağılıyor, Katolikleri putperest olarak niteliyor; kendilerinden başka hiç kimseyi gerçek Hıristiyan olarak kabul etmiyorlar, muhaliflerini yakarak öldürme, diri diri kazığa geçirme, taşlama, yüksek yerlerden atma gibi ağır cezalarla cezalandırıyorlardı.

Aralarından Kalvenizmin kurucusu Jean Calvin, İsviçre`nın Cenevre kenti çevresinde bir kanton devlet kurdu ve Allah`ın dinini hakkıyla uygulama adına akla hayale gelmez yöntemlerle insan öldürdü, tarihe “Cenevre Diktatörü” kötü namıyla geçip o aşırı mensuplarını laik-liberal dünyaya miras bırakarak gitti.

Bu tür grupların mensupları önce aşırılıklarından vazgeçer, sonra akılcılığa müptela olarak seküler bir anlayışa yaklaşırlar. Nitekim Protestanlar Avrupa`da laiklik için aslî kitleyi oluşturmuşlardır.

Batı`nın İslam dünyasında tekfircilikten beklentisi de çok yönlü olarak laikliğe ortam hazırlamak, daha doğrusu Müslümanları güç kaynakları olan vahiyden kopararak onlardan tarihi intikamını almaktır. 

Tekfirciliğin önündeki en büyük engel ise İslam âleminin tarihte bu tecrübeyi Haricilikle yaşamış ve bunlara karşı bağışıklık kazanmış olmasıdır.

4. Milliyetçilik

Irkçılık, eski bir insan hastalığıdır. Vahyin hâkim olmadığı yerlerde en büyük zulüm aracıdır. Vahyin olduğu bir yerde ise milliyetçiliğin hiçbir zaman etkili olması veya varlığını uzun süre idame ettirmesi mümkün değildir.

Batı, Protestanlığın yol açtığı felaketle İncil`le arasına mesafe koyduğunda tahrif edilmiş Hıristiyanlıktan da daha büyük bir felaketle yüz yüze kaldı. Daha önce Katoliklik üzerinden bir arada duran ve zaman zaman İslam dünyasına karşı Haçlı Seferleri düzenleyen Batı, Protestanlıkla birlikte önce “aşırı dinciliğe”, ardından laikliğe yöneldi. Akılcılık ve bilimsellik adına başlayan bu süreç onu sosyalizm ve milliyetçilik belalarına müptela kıldı. Batı, sosyalizmi Rusya merkezli Doğu Avrupa`ya hapsetmeyi başardı ama milliyetçiliğin belasından kendini kurtaramadı.

Miladî 19. yüzyılda Napolyon, Batı`yı darmadağın etti. 20. yüzyılda ise Hitler ve Mussolini… Batı, bugün bile bütün fikrî gayretiyle kendini bu yıkıcı akımdan korumanın yollarını arıyor.
İslam dünyasında milliyetçilik, doğrudan İslam`a karşı bir hareket olarak başladı. Batı, milliyetçiliği İslam ümmetini dağıtacak ve her toplumu ayrı ayrı İslamî köklerinden koparıp vahiyle arasına mesafe koyarak imha edecek bir hastalık olarak düşündü.

Bunun için önce galip-mağlup demeden her halka “siz üstünsünüz”, dendi. Tefrika tohumları atıldı. Vahiyden alınan güç bunu engelleyince bu sefer de şeytan ve dostları, İslam gençlerine yalan üzerine bina edilmiş mitolojik bir tarih aşıladılar.

İslam gençlerine, sizin halkınız İslam`dan önce de ahlaklıydı, üstündü; aslında İslam size hiçbir şey katmamış, diyerek onları İslam`dan soğutmaya, İslam`la bir zamanlar savaşmışsınız, diyerek de onlarla İslam arasına bir kan davası koymaya çalıştılar. Komşuların çekişmelerini ırk düzlemine çekerek ümmetin azaları arasına kin ve nefret tohumları ektiler. 

Milliyetçilik ilk dönemde, seküler (laik) ağırlıklıydı, tutmadı; sonra sentez milliyetçilik denen İslam`la karıştırılmış bir milliyetçilik türü yayıldı. Bu ikinci kısmı hâlâ Arap İslam âleminde özellikle selefilik iddiasındaki gruplarda gizlice etkinse de milliyetçilik İslam dünyasında vahiy şuuru sayesinde tükeniyor ve tarih çöplüğüne atılacağı günleri sayıyor. Bu akımın bugüne kadar Avrupa`da Fransız-Alman savaşları gibi ağır tahribatları yapmamış olması, onu İslam dünyasına sürenleri yeni arayışlara sürüklüyor.

5. Mezhepçilik

Milliyetçiliğin planlanan tahribatı yapmaması ve Irak-İran savaşında İslam dünyasında mezhep temelli bir savaşı besleyecek bir zihniyetin bulunmadığının anlaşılması üzerine 1980`li yıllardan bu yana bir zihinlerle oynayan bir sosyal mühendislikle teşvik edilen Sünnicilik ve Şiicilik akımlarıdır.

Sünnicilik, Ehl-i Sünnet vel Cemaat ile bir olmadığı gibi Şiicilik de Şia ile bir değildir. Nasıl Türk olmakla milliyetçi olmak özdeşleştirilemeyecekse Ehl-i Sünnet olmak ile Sünnici olmak da özdeşleştirilemez. Aksine Ehl-i Sünnet olmak, Sünnicilik ve Şiiciliğe de karşı olmaktır.

Her iki akım da özü itibariyle tekfircidir. Nitekim Ehl-i Sünneti bir fırka konumuna sürükleme gizli emeline de hizmet ederek Sünnici geçinenler, sadece Şia`yı tekfir etmiyorlar; Ehl-i Sünnet Müslümanların ezici çoğunluğunu oluşturan Maturidi Müslümanları da tekfir ediyorlar. Şiiciler de sadece Ehl-i Sünnet`i tekfir etmiyorlar; Zeydî Şia`sını bir yana Caferi Şia`sının da önemli önderlerini tekfir ediyorlar.

Bu şeytani bir oyundur. Her iki akımın akidesi çok farklı da olsa küfre yaptığı hizmet aynıdır.

Batı`da tahrip edici Katolik-Protestan çatışmasının İslam dünyasına taşınmak istenen bir versiyonudur. Milliyetçilik ile ortak yönleri,

-Fikirden çok hislere seslenmesi

-Tefrikacılığı hızla yayması

-Cahil kitleler arasında çabuk yayılması

Ve milliyetçilerin kendilerini “ırkçı” olarak görmemeleri gibi mensuplarının hiçbir zaman kendilerini “mezhepçi” olarak görmemesi, buna karşılık kendilerini eleştiren herkesi “mezhepçi” diye itham etmeleridir.

İslam âleminde bu yöndeki problem yeni değildir. Ama İmam Gazalî gibi ulemanın çabaları ile problem en düşük düzeye indirildi, siyasi bir düzleme çekildi, zaman zaman canlandıysa da iki tarafın duyarlılığıyla söndü. Miladi 20. yüzyılın ilk üççeyreğinde ise en düşük düzeye sürüklendi.

 

1980`li yıllardan sonra Suudi Arabistan merkezli bir Sünnicilik akımı başlatıldı. Ehl-i Sünnet tarafından muteber görülmeyen hatta ithama maruz kalan Vahhabiler tarafından başlatılan hareket, Şii dünyada Şiicilik olarak karşılık buldu ve zamanla o dünyadaki “vahdet” akımını küçülterek, etkisizleştirerek adeta ana akım hâline geldi. Böylece çatışmanın tohumları atıldı.

Milliyetçilik Fransa kaynaklı bir girişim iken mezhepçilik İngiltere kaynaklı bir girişimdir. İngiltere ve mirasçısı Amerika bir yandan Suudi üzerinden Sünnicilik oluşturdular, diğer yandan onun oluşturduğu tepkiyle ve doğrudan desteklemeyle Şiiciliği yaydılar. Bugün İngiltere merkezli televizyon kanallarında her gün ağza alınmaz hakaretlerle bu Şiici akım İslam âlemine fitne yayıyor. İslam gençlerinin enerjilerini iç çatışmaya çekerek tüketiyor, hiçbir din mensubunun tahammül edemeyeceği kışkırtıcı diliyle katliamları besliyor. Küfre hizmet ediyor.

Bu akımların ortak özelliği, Müslümanları Kur`an ve Sünneti kapsayan vahiyden koparmak, şeytan ve dostlarının oyuncağı hâline getirmektir.

Bunlara karşı korunmanın sağlam yolu ise Kur`an ve Sünneti hakkıyla anlatmak, Ehl-i Beyt`in, Sahabelerin ve Ümmetin sevgisini yeni nesillerin kalbine yerleştirmektir.