Faruk Hamza / İnzar Dergisi
 
كَمَٓا اَرْسَلْنَا فيكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ ﴿١٥١﴾ فَاذْكُرُونٓي اَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لي وَلَا تَكْفُرُونِ ﴿١٥٢﴾

Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik. Öyleyse yalnız beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nankörlük etmeyin.(Bakara 151-152)

Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyûlâyı da, er geç silecektir.
Rahmetle anılmak… Ebediyet budur, amma,
Sessiz yaşadım, kim, beni nerden bilecektir?

Derken Muhammed Akif, hem ebediyet duygusunun itminan bulma açısından dünyaya bakan yönünü şerh ediyordu hem de bunu elde etmenin yolunu…

Hayırla yâd edilmek… Bir insanın arkasından bırakmak istediği en zirve mirastır. Âlimler bir ömür boyu biriktirdikleri ilimlerini kaleme dökerken bu âlâ zirveye ulaşmayı hedef edindiklerindendir. Sanatçılar bütün hünerlerini kullanarak eşsiz bir eseri insanlığın hizmetine sunarlarken bilinçaltlarında aslında bundan başka bir amaç güdüyor değildiler.

Hatta belki iddialı bir görüş olur ama Hz. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem ümmet ve insanlık için verdiği bunca emeğe karşılık kendilerinden tek bir şey talep ederken; “Benim üzerime salavat getirin” derken aslında hayırla yâd edilmenin her kes tarafından yerine getirilmesi mümkün olan şeklini dillendiriyordu.

İşte Allah azze ve celle bu makama erişmek için, bu ebediyet duygusunun dünyadan taraf itminan bulması için yapmamız gerekeni dile getiriyor bu ayet-i kerimelerde... Bunun için büyük ulema sınıfından olmaya gerek yok. Mahir bir sanatçı ya da büyük bir kumandan olmaya da gerek yok. Ya da büyük kitlelere rehberlik eden büyük bir önder olmaya da gerek. Sadece dilin “Allah” lafzı ve “Esmaü`l-Hüsna” ile ıslak olması kalbin ise Vacibü`l-Vücudu yâd etmesi… Bu, kâfidir.

Enbiya ve esfiyanın, evliya ve sulehanın bu kadar halk tabakasının en alt mertebelerine kadar inerek hayırla yâd edilmeleri bunun kanıtı olarak yeterli değil mi?

Onlar Allah`ı yâd ettiler, Allah da onları yâd etti. Ve yâd edilmelerini Hz. Resulullah sallallahu aleyhi veselleme emir buyurdu. “İbrahim`i de an…” “İsa ve Yahya`yı da an…” “Nuh`u, Yunus`u, Lut ve Hud`u ve diğerlerinin hepsini an…” bunlar ömürlerini Allah`ı anmakla, yâd etmekle geçirdiler. Allahu Teâlâ da onları yâd etti, O`nun melekleri de onları yâd ettiler. Hem ayrıca insanlık da ömrü boyunca onları yâd etmekle mükellef tutuldu. Hatta Hz. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem bile bu emirden müstesna değildir.

Allah verdiği sözde durdu ki Allah`tan daha fazla verdiği sözde duran kim var ki… Onlara beni zikredin, beni anın ve beni yâd edin ben de sizleri daha hayırlı bir mecliste anayım” diye teklifte bulundu. Onlar Allah`ı hem andılar/hatırladılar ve hem de hatırlattılar. Allah da insanlık durdukça onları andı, onları hatırlattı. Onların anılmasını emretti. Ahirete intikal eden ruhları ebediyet âlemine göçtü, ama aynı zamanda namları da ebedi olarak insanlık içerisinde durdu ve duracaktır.

Peki, dilin lafzatullah ile ıslak olması bu iş için kâfi olabilir mi ki deme! Zira Âdem`in üstünlüğünün ispatı Allah tarafından kendisine öğretilen isimlerin kendisi tarafından meleklere haber verilmesiyleydi. Madem en büyük donanımı kendisine verilen diliydi, öyleyse bu uzvun en güzel olan ile meşgul olması onun üstünlüğüne daha layık değil miydi?

Belki de bu asli vazifesinin ihmali manasına geldiğinden dolayıdır ki, cennette insan için üzüntü diye bir şey olmayacağı halde bundan tek istisna ben-i adem`in dünyada iken zikirsiz geçirdiği anlarını hatırlamasıdır. Zira...
 
MAKALENİN TÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN!