ABDULKADİR TURAN / ANALİZ

Yüce Allah, İslam ümmetini imam ümmet yapmış, ona önderlik vazifesi vermiş. Önderlik, insanlığa hükmetmektir. İnsanlığa iktidar olmaktır. İktidarın yolu bilginin efendisi olmaktan geçiyor.

Müslümanların bilgi ile ilişkisini dört ilkede açıklamak mümkündür.

1. Bilginin kaynağı Allah’tır. Bütün bilgiler önce O’nda vardı, O dilediği kadarını insana öğretti; ya insanın özüne yerleştirdi ya da vahiy yoluyla peygamberlerine bildirdi.
Allah (cc) buyuruyor:

“Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi.” (Bakara 31)

Buna inanmak, bilgi için bir yol ayrımıdır. Bilgi arayan kişi, bilginin Allah’tan geldiğine inanıyorsa, dolayısıyla vahyi bilgi kaynağı olarak kabul ediyorsa o mümince bir yol tutmuştur. Vahyi bilgi kaynağı olarak kabul etmiyorsa seküler/laik bir yol edinmiştir.
Bu keskin bir kimlik ayrımıdır; kişinin bilgi toplama niyetini ve dolayısıyla bütün bilgi etkinliğini baştan sona etkiler.

2. Bilgi Allah’ın adıyla ve Allah için toplanır.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.” (Alak Suresi 1-5)

Müslüman okur ve her ne okursa Allah için okur. Akaid, fıkıh, fizik, biyoloji... Onun bütün öğrenme etkinliğinin başında Allah’ın adı vardır. Müslüman bu etkinliği Allah için sürdürür ve sonunda Allah’ın rızasını bekler.

Resulullah (S. A. V.), ahir zaman peygamberidir. İlk vahyin “Oku!” diye başlaması aynı zamanda ahir zamanın bir okuma-bilgi edinme zamanı olacağına işarettir. Bu zamanda hangi toplumlar bilgiye sarılmışlarsa yükselmişler, bilgiden uzaklaşanlar kaybetmişlerdir.

3. Bilenle bilmeyen bir olmaz.

“Yoksa o, gece saatinde kalkıp da secde ederek ve kıyama durarak gönülden itaat (ibadet) eden, ahiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini umud eden (gibi) midir? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp düşünürler.” (Zümer 9)

Bilen, bilmeyen gibi davranamaz. Kişinin bildiği ile ameli arasında bir uyum bulunmak durumundadır. Kişinin bildiği ile ameli arasında uyum yoksa bilgisi muteber değildir.

Bu, İslam’ın bilgi yaklaşımını Batı’nın bilgi yaklaşımından ayıran önemli özelliklerindendir. İslam’ın bilgi yaklaşımı Peygamberlerin bilgi yaklaşımıdır; Peygambervarî bir yaklaşımdır. Batı’nın bilgi zihniyeti ise filozofik bilgi zihniyetidir.

Peygamberin anlattıkları ile yaptıkları arasında uyum vardır. O bilir ve bildiğiyle amel eder. Batılı filozofların bilgisi ile ameli arasında ise uyum bulunmayabilir. Filozof, sadece bir düşünce adamıdır; düşüncesine uymamaktan sorumlu tutulmaz.

Onun bilgisinin muteberliği için yaşamına bakılmaz.

Batı’da kişinin bilgisi, amelinden bağımsız ele alınır. İslam’da ise kişinin bilgisinin muteber olması, yaşamının o bilgiyi doğrulamasına bağlıdır. Diğer bir ifadeyle Müslümanın ameli, bilgisinin olmazsa olmaz şahididir.

4. Müslüman bildiğini tebliğ eder.

“Ey örtüye bürünen! Kalk ve uyar! Rabbinin büyüklüğünü an! Elbiseni tertemiz tut! Kirlerden kaçın, verdiğini çok bularak minnet etme! Rabbinin yolunda sabret!” (Müdessir Suresi 1-7)

Müslüman için bilgi toplamak, hafıza kutucuklarını doldurmak değildir. Müslüman’ın bilgisi aktiftir, işlevseldir. Müslüman o bilgiyle önce kendini, sonra toplumu değiştirir.

İSLAM BİR ÖZ BİLGİ ÇEKİRDEĞİ İNŞA ETTİ

İslam, Asr-ı Saadet’te Kur’an’ın rehberliğinde, Resulullah’ın (S. A. V.) açıklayıcı ve teşvik edici örnekliğinde bir bilgi özü inşa etti.

Bu bilgi özü oluşum aşamasında iken Resulullah (S. A. V.), sahabenin Kur’an’dan başka hiçbir kaynak edinmesine izin vermedi. Tevrat’tan yararlanmalarını dahi yasakladı.

Bu, yüzde yüz bir İslam toplumu inşasıydı. Bu, İslam toplumunun inşası için bilgi kaynağı yüzde yüz İslamî olmalıydı.

Bu bilgi özünde, bu bilgi çekirdeğinde dışarının hiçbir katkısı yoktur. Sahabe, insanı ve doğayı Kur’an’ın rehberliğinde Resulullah’ın (S. A. V) tefsiriyle anlayacak. O rehberlik ve tefsirle insanı kendisi tanıyacak; yıldızları, ayı, güneşi kendisi inceleyecek; geçmişteki milletlerin eserleri üzerinde kendisi düşünecek, yeryüzünü kendisi dolaşıp ibret alacaktır.

Bu dönemde bilgi, sadece üç taraflıdır:

1. Öğreten: Vahiy (Kur’an ve hadis)

2. Öğrenen: Sahabe

3. Öğrenme zemini: Tabiat.

Resulullah’ın (sav) döneminde sahabe, vahiyden aldığı ile tabiat üzerinde bulunanları anlamaya çalışır. Her şey vahiy süzgecinden geçer. Sahabe için o süzgeçten başka bir öğrenme kaynağı yoktur.

Sahabe için başkalarının birikimi bir bilgi kaynağı değildir. O, ilk nesildir, çekirdek nesildir, onun bilgisi saf İslamî bilgidir. O bilgi, mihenk taşıdır, ölçüdür. Sahabe, ancak o saf bilgi sürecini tamamladığında, o ölçüyü eksiksiz bir noktaya taşıdığında başka bilgilere açılacaktır.

BİLGİDE DIŞARIYA AÇILIM

Resulullah’ın (sav) ahirete irtihalinden sonra, sahabe elindeki mihenk taşıyla dışarıdaki bilgiye açıldı. İbn-i Abbas (ra) gibi sahabeler, aynı zamanda birer Tevrat âlimi idiler. Mukaddes kitaplar adına insanların elinde dolaşanları o saf bilgi ölçüsüne vurarak değerlendirir, hangi kısmı ilahidir, hangi kısmı eklentidir, onu belirler, ilahi olanı insanlara aktarır, eklenti olandan insanları sakındırırlardı.

Onlar, okuyordu ve Allah’ın adıyla okuyordu, okuduğunu Allah için insanlara duyuruyordu. Sonra Emeviler Dönemi vuku buldu.

Emeviler Dönemi’nin en belirgin özelliği, meşru olmayan etkinliklerin meşru olan etkinliklerle açıklanmasıydı. Bu, öylesine büyük bir maharetle yapılıyordu ki meşru olmayanı sıradan insana anlatabilmek neredeyse imkânsızlaşıyordu.
Emeviler Dönemi’nde saray ve meclislerde cahiliye dönemi şiirlerini okuma etkinlikleri adeta günlük programın içine alındı. Görünürdeki sebep, Arapçanın belagatini öğrenme gibi hayırlı bir arayıştı. Ama bu etkinliklerin etkisinde kalan yöneticiler ve sıradan kişiler, kendi eylemlerini Kur’an ve Sünnet ile açıklamak yerine bu şiirlerdeki sözde hikmetlerle açıklamaya başladılar. Cahiliye şiiri, kaynak hâline geldi. Eyleminin haklılığını o şiirlerle açıklayanlar ödüllendirildi. O şiirler dayanak gösterilerek, birey ve toplum anlaşılmaya çalışıldı. Bununla birlikte özellikle idari alanda Bizans kaynakları da alınmaya başlandı.

Buna karşı bir tepki oluştu. İmam Malik, İmam Cafer-i Sadık, İmam Ebu Hanife gibi âlimler, bununla mücadele etti ve resmi tutuma karşı sivil bir direnişle İslamî bilgiyi korumaya çalıştı.

Abbasiler Dönemi’nde bir toparlanma yaşandıysa da Abbasi halifelerinin bilgi merakı, dışarıya kontrolsüz bir açılmaya sebep oldu. Bizans kaynaklarının yanında İran kaynakları da alındı. Ele geçirilen kütüphanelerdeki Eski Yunan eserleri, Aristo, Eflatun, Sokrates gibi filozofların kalıntıları Arapçaya çevrildi. Onlarla ilgili münazaralar düzenlendi. Onları bilenler ödüllendirildi. Hatta o eserler, kimi zaman büsbütün Kur’an ve Sünnetin önüne geçti. Öyle ki âlimler ümmetin tamamının helak olmasından korktu, tedbirler aldı, karşı koydu ama bu akım Bağdat başta olmak üzere Müslümanları uyuşturucu bir tehdit olarak İmam Gazali’ye kadar varlığını sürdürdü.

İmam Gazalî çağında Nizamülmülk medreseleri başta olmak üzere Müslümanlar, kendi bilgi üretim merkezlerini yeniden kurdu. Bu bilgi üretim merkezleri ile dışarıya açık ama kendi öz kaynakları konusunda tavizsiz nesiller yetişti. Müslümanlar hızla toparlandı. Merkeze yakın coğrafyada Zengiler, Eyyübiler; Afrika’da-Endülüs’te Murabıtlar, Muvahitler; sonraki dönemde Anadolu ve Rumeli’de Osmanlılar, kuruluş ve yükseliş dönemlerinde o öz bilgiyle İslam’ın zaferlerine zafer kattı.

Bu devletlerin sonuncusu Osmanlı, 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilgi üretmek yerine bilgi ithaline gitti ve bu bilgi ithali arttıkça sarsıldı; yükseldiğini, ıslah olduğunu zannettikçe yıkılışa doğru gitti.

OSMANLI’NIN BİLGİ İTHALİ SERÜVENİ

Osmanlı’da bilgi ithali serüveni hem teknik bilgide hem idari bilgide Fatih Sultan Mehmet’e kadar dayanıyor. Alabildiğine iyi niyetle başlayan bu serüven yol aldıkça Osmanlı, kendi özünden uzaklaştı ve o serüvenin sonunda tarihe karıştı.

Fatih Sultan Mehmet’ten 18. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar Batılılar ancak din değiştirip Müslüman olduklarında teknik bilgilerini Müslümanlara aktarabiliyordu. Fatih’in çokça sözü edilen Macar topçusu Urban ve 1747’de vefat eden Humbaracı Ahmet Paşa o bilgi ithali sürecinin sembol isimleri arasındadır.

18. yüzyılın sonlarına doğru Hıristiyan Batılılar kendi dinlerini terk etmeden Müslüman askerlere ders vermeye başladılar. O dönemde tercümanlar, onların anlattıklarını Müslümanların diline çeviriyorlardı.

19. yüzyılda ise artık Müslüman çocukları onların dilini öğrenmek zorunda kaldı, kimi dersler Fransızca işlenmeye başlandı. Ama felaketin büyüğü bundan sonra başladı. Bu, dünyanın adeta tersyüz olması gibiydi.

1850’li yıllarda Müslüman çocukları Batı’ya öğrenci olarak gönderildi. Osmanlı ve neredeyse bağımsız bir devlet konumunda olan Mısır, Paris’te okul açtı. Mekteb-i Osmanî denen o okulun hocaları da programı da Fransız’dı. Orada yetişenler, İslam dünyasında Fransızlar gibi bakmaya başladılar. Fransız zihniyetiyle Müslümanların sorunlarına çözüm aramaya başladılar. Fransızlar, İslam dünyasını işgal etmek istiyordu. Onların kapıldığı düşünce akımları da İslam dünyasının işgali ile sonuçlandı.

Aslında onlar ve onların etkisinde yetişenler, teknik bilgi için gönderilmişlerdi. Ama kimi zaman adı Şinasi kimi zaman Abdullah Cevdet olan her biri bir sosyal mühendis olarak öne atıldı ve İslam dünyasını bitirecek projelerin bir parçası oldu.

Biz, onların anlattıkları ile teknikte Batılılaşmadık ama sosyal yaşamda Batı’nın kolonileri gibi olduk.

20. yüzyılda ise bütün bilgi kaynaklarımızı Batı’ya çevirdik. Batı, kendisini kendisiyle başlayan bir tanrı gibi görüyor. Tanrılığının meşruiyetini “bilim” diye tanımladığı bir birikimden alıyor. O bilimden dilediğini dışarı veriyor ve o bilim adına bizden kendisine mutlak bir teslimiyet istiyor. Bilim, bana teslim olmayı gerektiriyor; bilim gereği bana teslim olmak zorundasınız, diyor. Bilgi kaynaklarını Batı’yla sınırlandırmak bu teslimiyeti kabul etmekten başka bir anlama gelmez.
Bu anlamda, İslam dünyasında 20. yüzyıl başı Batıcıları ve sosyalist yapılar, Batı’ya en bağımlı, Batı tanrılığına “bilim” adına en çok teslim olmuş yapılardır.

ÖZE DÖNÜŞ HAREKETİ

İslam dünyasında bilgide öze dönüş hareketi, yine 20. yüzyılda önce davetçi İslam önderleri öncülüğünde ve Raci El Farukî, Seyid Hüseyin, Nasr Aliya İzzetbegoviç gibi Müslüman aydınların bu hareketi kitlelere yaymasıyla başladı.

Türkiye’de de Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç gibi aydınlar öze dönüşe katkıda bulundular.

Ama çok ilginç bir tutumla özellikle 28 Şubat sürecinde İlahiyat Fakülteleri, büyük ölçüde daha önce Ankara İlahiyat’ın kaptırıldığı bir akımla, müsteşrik kaynaklarına yöneldi. Öyle ki tefsir ve hadis ile ilgili bir ilahiyat kaynağının dahi arkasındaki kaynakçada kimi zaman müsteşrik isimlerinin sayısı İslam âlimlerinin isim sayısını geçti.

Kur’an’ı ve Hadisi müsteşriklerden öğrenmek... Bu bambaşka bir felaketti. Bu felaket hâlâ bireysel ilgi görüyorsa da son dönemde ilahiyat fakülteleri yönetimler bazında bilgide öze dönüş yönünde bir eğilim içine girdi.
Bu, alabildiğine hayırlı bir eğilimdir ve eğer devam ederse yeniden büyük günlerin habercisi olacaktır.

Tarihi değiştiren bir din… Ve o din “Oku!” emriyle başlıyor. “Rabbinin adıyla oku!” diyor. O dinin mensupları bu emri anlamaktan aciz olursa o emrin gereğini yerine getirmekten aciz olursa, efendi olmaktan aciz olur, iktidar olmaktan aciz olur, mahkûm olur, mazlum olur…

Ümmet olarak bizim gerçeğimiz de büsbütün bundan ibarettir. Okudukça yükseldik, okumaktan uzaklaştıkça battık.

Ümmet iktidarının dorukta olduğu çağlar ile ümmetin ilim ile haşir naşir olmasının dorukta olduğu çağların örtüşmesi bir tesadüf müdür? Asla…

Bilginin anahtarlarını insanlığa biz verdik ve sonra o anahtarlardan biz yoksun kaldık. Yeniden yükselmenin yolu bilginin anahtarlarını yeniden Allah’ın adıyla ele geçirmeye, bilginin efendisi olmaya bağlıdır.