Hacer Sara Arslan / Nisanur Dergisi
Gençlik! Umarsızca akan ırmağa dokunuş misali… Geçmişi olmayan bir ‘an’ hikâyesi... Sonu çabuk gelen bir gidiş mevsimi...
Gençlik ve zaman! Zamanı oluşturan ‘an’lar… Ve kıymeti bilinmeyen bir bahar mevsimi...
Zamanımızın gençliği daha henüz gençliğin getirdiği duyguları yaşayamadan yaşlanıveriyor. En güzel çağ diye tarif edilen yıllar aileyle çatışmalı, kendi kendisiyle de sorunlu geçiyor.
Tabi gençlerin bu durumu kendi kendine olmuyor. Hani bir söz vardır ya “Su akar yolunu bulur” diye. Aslında gençlerin fıtratlarına eğitim sistemi ve kitle iletişim araçlarıyla suni müdahaleler yapılmasa suyun eninde sonunda yolunu bulması gibi onlar da fıtratlarına verilen tüm güzellikler üzerinden ruh dünyalarını ve davranışlarını şekillendirirler. Böylece her anlarını yaşayarak ve tatminkâr bir şekilde geçirirler. Hayatlarının tadı ve anlamı kaçmamış; farklı arayışlar içerisine de girmemiş olurlar. Çünkü doya doya yaşıyor, hissediyorlardır; içlerinde bulundukları şartları ve zaman dilimlerini…
Sistem, hep hazları için yaşayan vasıfsız ve mutsuz bir gençlik ortaya çıkartmak için var gücüyle çalışıyor. Önce mutsuzlaştırdığı gençlere; sonra da mutluluk formülleri dayatıyor. Hem de Ortaçağ karanlığında yaşamış eski Yunan filozoflarının yarı hayal, yarı esinlenme olan ve Batı toplumunu batıran fikirleri üzerinden. Ellerinden geldiğince gençlerin zihinlerini bu kokuşmuş ideolojilerle kirletip mutsuz ve karmakarışık duyguların ortasında savunmasız bırakıyorlar.
Gençlerimizi gözlemlediğimizde içinde bulundukları hallerin, yaşam şartlarının, ailelerinin onları mutlu edemediğini, hep bir sıkılganlık yaşadıklarını görüyoruz. Hangi şartlarda olurlarsa olsunlar hep ruhları başka bir ortamda veya başka şartlarda bulunma arzusu içinde acı çekiyor. Evden uzaklarda okul okuyan veya kursa giden bir genç, evinin mutfağını bile özlüyor. Annesinin pişirdiği yemekleri, ailece vakit geçirdikleri yemek sofralarını, anne, baba ve kardeşleriyle geçirdiği anları özlüyor. Onların yanında bulunmak için gün sayıyor. Fakat maalesef eve geldiği zaman ise doya doya tadını çıkartamıyor. Kardeşlerinin hareketleri, annesinin yönlendirmeleri, evde yapması gereken sorumluluklar onu çileden çıkarıyor. Sabah uyanmamayı, öğleye kadar uyumayı, mümkünse hiç rahatsız edilmemeyi istiyor. İçinde tarif edemediği bir boşluk yaşıyor. İşte aslında o boşluk, insanın hangi hal üzere olursa olsun o anı yaşayamaması; başka yerde ve şartlarda bulunmayı arzulamasının oluşturduğu bir boşluktur.
Peki, geçecek olan ve bir anı olarak kalacak olan zaman dilimlerini gençlerimiz niye doya doya yaşayamıyor?
Gençleri yozlaştırmak, ahlaksızlaştırmak için avuçlarını sıvazlayan Sistem, kendi öz evladını boğazlayan bir canavar gibi gençleri ifsat ediyor. Önce onlara “Anı yakala, anı yaşa” sloganlarıyla her an hazlarını tatmin etme uğraşısı içinde olmaları gerektiği inancını yerleştiriyor. Böylece nefsinin her istediğini yapamayan, engelle karşılaşan gençler mutsuzlaşıyor. Anı yakalamayı sınırları yıkmak olarak zihinlere dayatan Sistem, daha ilkokuldayken bunun eğitimini veriyor.
“Sınırları yık ve özgür ol” düşünceleri aşılanan gençliğe saygı, hürmet, merhamet, ahlaklı olmak gibi ahlaki değerleri mutluluğun önündeki engeller olarak gösterip; bu engellerle mücadele etmesi gerektiği aşılanıyor. Böylece gençler karşısında bu değerleri kendisine aşılamaya çalışan, yapmayınca da kendisiyle karşı karşıya gelen ailesiyle çatışıyor. Ailesiyle bulunduğu ortamda özgür davranamadığını düşünüp mutlu olamıyor. Onlarla geçirdiği anlar ona sıkıntı veriyor. İşte manevi ve toplumsal değerlerle, Sistemin kendisine aşıladığı necasetler ikileminin arasında bocalayan gençler depresyona giriyor. Bilinçaltına Sistem tarafından kodlanan bilgiler üzerinden hareket etse, insani ve İslami değerleri çiğnemiş olmaktan; sistemin verdiklerini uygulamasa çevresi tarafından “Uzaylı” muamelesi görmekten çekiniyor.
Gençlerin, bunca kirli müdahalelerin arasında mutlu olabilmesinin yolu; hayatı programlayıp hiç boşluk bırakmamaktan geçiyor. Hayatta boşluk olduğu zaman Sistemin kirleri bulaşacak; olanca hızıyla kirletecek ve duyguları karıştıracaktır. Düzenli bir şekilde ruhu İslami ilimlerle doyurmak, hazları tatmin edecek, ruhta aç kalan bir taraf kalmayacağı için hastalanmasının önüne geçilmiş olunacaktır. Aksi taktirde her anını hayırlı bir uğraşı ile geçiremeyen gençlerin şahsiyeti yara alacak, nefsani duygularıyla mücadele etmekte zorlanacaklardır. Hangi şart ve ortamda olurlarsa olsunlar mutlu olamayacaklardır. İslami şahsiyetin oluşması planlı, sistemli, programlı bir hayata sahip olmakla mümkündür. Rastgele yaşanan bir hayat kayıptır.
Her ân, Allah tarafından verilmiş fırsat sağanakları olarak değerlendirilmelidir. İmtihan ve sıkıntıların bunalttığı ve yorduğu demlerde; ilim, tefekkür, ibadet, tesbihlerin serinliği altında serinlemek tüm zaman dilimlerine önemli katkılarda bulunacaktır.
Bişr-i Hafi “Dün öldü, bugün can veriyor; yarın ise henüz doğmadı. Zamanınızı bu açıdan görün ve yararlı iş yapmaya bakın” demiştir. Geçmiş sıkıntılarına takılarak ya da meçhul bir geleceğin hesabı yapılarak içinde bulunulan an ıstıraba dönüştürülmemelidir. Aksi taktirde bir ordu insanın içinde yalnızlık çekmeye mahkum olunacaktır. Böyle bir mahkûmiyetin gardiyanı karamsarlık, parmaklıkları ümitsizlik, azığı da hep hasret olacaktır. Belki o hasreti çekilen, özlenilen mekân ve zaman dilimlerinin de kadri kıymeti bilinmemiş; o anda da başka şeylerin hasretlikleri çekilmiştir.
Peki, ömür; hasret ve keşke duygularıyla mı geçecektir?
Gençlik ve zaman! Zamanı oluşturan ‘an’lar… Ve kıymeti bilinmeyen bir bahar mevsimi...
Zamanımızın gençliği daha henüz gençliğin getirdiği duyguları yaşayamadan yaşlanıveriyor. En güzel çağ diye tarif edilen yıllar aileyle çatışmalı, kendi kendisiyle de sorunlu geçiyor.
Tabi gençlerin bu durumu kendi kendine olmuyor. Hani bir söz vardır ya “Su akar yolunu bulur” diye. Aslında gençlerin fıtratlarına eğitim sistemi ve kitle iletişim araçlarıyla suni müdahaleler yapılmasa suyun eninde sonunda yolunu bulması gibi onlar da fıtratlarına verilen tüm güzellikler üzerinden ruh dünyalarını ve davranışlarını şekillendirirler. Böylece her anlarını yaşayarak ve tatminkâr bir şekilde geçirirler. Hayatlarının tadı ve anlamı kaçmamış; farklı arayışlar içerisine de girmemiş olurlar. Çünkü doya doya yaşıyor, hissediyorlardır; içlerinde bulundukları şartları ve zaman dilimlerini…
Sistem, hep hazları için yaşayan vasıfsız ve mutsuz bir gençlik ortaya çıkartmak için var gücüyle çalışıyor. Önce mutsuzlaştırdığı gençlere; sonra da mutluluk formülleri dayatıyor. Hem de Ortaçağ karanlığında yaşamış eski Yunan filozoflarının yarı hayal, yarı esinlenme olan ve Batı toplumunu batıran fikirleri üzerinden. Ellerinden geldiğince gençlerin zihinlerini bu kokuşmuş ideolojilerle kirletip mutsuz ve karmakarışık duyguların ortasında savunmasız bırakıyorlar.
Gençlerimizi gözlemlediğimizde içinde bulundukları hallerin, yaşam şartlarının, ailelerinin onları mutlu edemediğini, hep bir sıkılganlık yaşadıklarını görüyoruz. Hangi şartlarda olurlarsa olsunlar hep ruhları başka bir ortamda veya başka şartlarda bulunma arzusu içinde acı çekiyor. Evden uzaklarda okul okuyan veya kursa giden bir genç, evinin mutfağını bile özlüyor. Annesinin pişirdiği yemekleri, ailece vakit geçirdikleri yemek sofralarını, anne, baba ve kardeşleriyle geçirdiği anları özlüyor. Onların yanında bulunmak için gün sayıyor. Fakat maalesef eve geldiği zaman ise doya doya tadını çıkartamıyor. Kardeşlerinin hareketleri, annesinin yönlendirmeleri, evde yapması gereken sorumluluklar onu çileden çıkarıyor. Sabah uyanmamayı, öğleye kadar uyumayı, mümkünse hiç rahatsız edilmemeyi istiyor. İçinde tarif edemediği bir boşluk yaşıyor. İşte aslında o boşluk, insanın hangi hal üzere olursa olsun o anı yaşayamaması; başka yerde ve şartlarda bulunmayı arzulamasının oluşturduğu bir boşluktur.
Peki, geçecek olan ve bir anı olarak kalacak olan zaman dilimlerini gençlerimiz niye doya doya yaşayamıyor?
Gençleri yozlaştırmak, ahlaksızlaştırmak için avuçlarını sıvazlayan Sistem, kendi öz evladını boğazlayan bir canavar gibi gençleri ifsat ediyor. Önce onlara “Anı yakala, anı yaşa” sloganlarıyla her an hazlarını tatmin etme uğraşısı içinde olmaları gerektiği inancını yerleştiriyor. Böylece nefsinin her istediğini yapamayan, engelle karşılaşan gençler mutsuzlaşıyor. Anı yakalamayı sınırları yıkmak olarak zihinlere dayatan Sistem, daha ilkokuldayken bunun eğitimini veriyor.
“Sınırları yık ve özgür ol” düşünceleri aşılanan gençliğe saygı, hürmet, merhamet, ahlaklı olmak gibi ahlaki değerleri mutluluğun önündeki engeller olarak gösterip; bu engellerle mücadele etmesi gerektiği aşılanıyor. Böylece gençler karşısında bu değerleri kendisine aşılamaya çalışan, yapmayınca da kendisiyle karşı karşıya gelen ailesiyle çatışıyor. Ailesiyle bulunduğu ortamda özgür davranamadığını düşünüp mutlu olamıyor. Onlarla geçirdiği anlar ona sıkıntı veriyor. İşte manevi ve toplumsal değerlerle, Sistemin kendisine aşıladığı necasetler ikileminin arasında bocalayan gençler depresyona giriyor. Bilinçaltına Sistem tarafından kodlanan bilgiler üzerinden hareket etse, insani ve İslami değerleri çiğnemiş olmaktan; sistemin verdiklerini uygulamasa çevresi tarafından “Uzaylı” muamelesi görmekten çekiniyor.
Gençlerin, bunca kirli müdahalelerin arasında mutlu olabilmesinin yolu; hayatı programlayıp hiç boşluk bırakmamaktan geçiyor. Hayatta boşluk olduğu zaman Sistemin kirleri bulaşacak; olanca hızıyla kirletecek ve duyguları karıştıracaktır. Düzenli bir şekilde ruhu İslami ilimlerle doyurmak, hazları tatmin edecek, ruhta aç kalan bir taraf kalmayacağı için hastalanmasının önüne geçilmiş olunacaktır. Aksi taktirde her anını hayırlı bir uğraşı ile geçiremeyen gençlerin şahsiyeti yara alacak, nefsani duygularıyla mücadele etmekte zorlanacaklardır. Hangi şart ve ortamda olurlarsa olsunlar mutlu olamayacaklardır. İslami şahsiyetin oluşması planlı, sistemli, programlı bir hayata sahip olmakla mümkündür. Rastgele yaşanan bir hayat kayıptır.
Her ân, Allah tarafından verilmiş fırsat sağanakları olarak değerlendirilmelidir. İmtihan ve sıkıntıların bunalttığı ve yorduğu demlerde; ilim, tefekkür, ibadet, tesbihlerin serinliği altında serinlemek tüm zaman dilimlerine önemli katkılarda bulunacaktır.
Bişr-i Hafi “Dün öldü, bugün can veriyor; yarın ise henüz doğmadı. Zamanınızı bu açıdan görün ve yararlı iş yapmaya bakın” demiştir. Geçmiş sıkıntılarına takılarak ya da meçhul bir geleceğin hesabı yapılarak içinde bulunulan an ıstıraba dönüştürülmemelidir. Aksi taktirde bir ordu insanın içinde yalnızlık çekmeye mahkum olunacaktır. Böyle bir mahkûmiyetin gardiyanı karamsarlık, parmaklıkları ümitsizlik, azığı da hep hasret olacaktır. Belki o hasreti çekilen, özlenilen mekân ve zaman dilimlerinin de kadri kıymeti bilinmemiş; o anda da başka şeylerin hasretlikleri çekilmiştir.
Peki, ömür; hasret ve keşke duygularıyla mı geçecektir?