Makalenin Tamamını Okumak İçin TIKLAYINIZ....

Modern anlamıyla “Batılılaşma kültürünün”, klasik anlamıyla “Deyyusluk kültürünün” Kürt halkı arasında hayatiyet bulması için çırpınan bir takım dinamikleri sıralamak mümkündür. 



Deyyusluğun çeşitli boyutları mevcuttur. Bunlar küresel boyut, ulusal boyut ve tabii ki yerel boyut olarak sıralanabilir.

Küresel boyut deyyusluk için genel perspektifler ortaya koyar: Ulusal boyut, deyyusluk perspektifini merkezden yönetim esasına dayalı olarak uygular; Yerel boyut ise bunu toplumun kılcal damarlarına aşılamaya çalışarak deyim yerindeyse “deyyusluk kompozisyonunu” tamamlamaya çalışır. 



Patent olarak deyyusluk kültürünün Yahudi aklının ürünü olduğunu herhalde takdir edersiniz. Küresel ölçekte uygulayıcıları Amerika-Avrupa, ulusal düzeydeki uygulayıcılar her ülkenin kendi kurucu felsefesi ve kadrosu ki bunun Türkiye’deki uygulayıcı kadrolarını yakından tanırsınız, yerel düzeyde ise küresel ve ulusal deyyuslarla kol kola giren HDPKK gibi yerel örgütlenmelerdir. 



Daha ziyade kadının ifsat edilerek deyyusluk kültürünün ana zeminini oluşturmaya çalışmaları, bilinen en klasik yöntemlerdendir. Nitekim hafta içerisinde HDPKK cenahının Silopi’de çarşaf üzerinden sergilediği rezillik yerel aktörlerin deyyusluk kültürünün yaygınlaştırılmasındaki çabalarının timsali olarak kendini göstermiştir. 



HDPKK, Kemalist kadronun Kürtçe basılmış fotokopisidir 



Deyyusluk kültürünün toplumları namussuzlaştırma gayesi güttüğü gayet açıktır. Namussuzlaştırmanın, toplumları İslami yaşantıdan koparmak için kullanılan bir iksir olduğuna, bu misyonu yüklenen her yapının ilk iş olarak kadını ifsat ederek İslam düşmanlığının ilk startını kadın üzerinden verdiğine tarih şahittir. İlk hamle, kadını tesettürden soyutlama çabalarıyla başlamaktadır. Yerine göre zor kullanılarak, yerine göre yumuşak güç diyebileceğimiz dönüşümler hedeflenerek, ya da tesettür şiarı gözden düşürülerek yol almaya çalışmaktadırlar. 



Mesela Cumhuriyet tarihi, bir “muasırlaşma projesi” olarak bu tür uygulamalarla hafızalarda yer edinmişken, sözde Cumhuriyetle kavgalı HDPKK’nin bu konuda Cumhuriyet felsefesi ve ilk kadrosunun örtü düşmanlığını birebir kopyalayarak Kürt halkına benimsetme çabaları, aslında “deyyusluk kompozisyonunda” ne denli bütünleştirici bir işleve sahip olduğunu ortaya koymaktadır. 



Tesettür düşmanlığı Cumhuriyet tarihinde olduğu gibi kimi zaman yasaklamalarla kendini gösterirken, kimi zaman da HDPKK’nin Silopi’de sergilediği rezillik örneğinde olduğu gibi tesettürü gözden düşürme çabasıyla kendini göstermektedir.

Yasaklama veya gözden düşürme çabaları nitelik olarak farklı gibi görünse de neticede aynı zihniyetin ürünü olarak belirmekte ve küresel deyyusluk mimarlarının beğenisine sunularak düşmanlığın zirvesine ulaşılmaya çalışılmaktadır.

Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan şu hadiseye dikkat ederseniz, Türkiye ile sınırlı gibi görünen rezalet örneğinin aslında kimleri memnun etmeye dönük manevralar olduğunu daha iyi hissedersiniz: 



Örtü düşmanlığı ya da Batı’nın zafer naraları 



1932 yılında Cumhuriyet gazetesi bir güzellik yarışması tertipler. Yarışmayı kazanan Keriman Halis, aynı yıl Belçika’nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılımıyla düzenlenen dünya güzellik yarışmasında güya Türkiye’yi temsilen katılır. 



Yarışma gününde jürinin önünde kızlar birer birer geçip giyim(sizlik)leriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalışır. Salonda bulunan jüri üyeleri, güya puan vererek değerlendirme yapmak ister. Oysa yarışmanın “birincisi” aslında yarışmadan önce belirlenmiştir. Nasıl mı? 



Başkan kürsüye geçerek şu dramatik açıklamayı yapar: “Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa’nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir. Bir

zamanlar sokağı bile pencere arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı, zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzel varmış yokmuş bu önemli değil… Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene İslam’ı yenmenin zaferini kutluyoruz. Avrupa’nın zaferini kutluyoruz. Bir zamanlar Fransa’da oynanan dansa müdahalede bulunan 



Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu işte mayo ve sutyen ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik. Müslümanların geleceğini böyle olması temennisiyle Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa’nın zaferi için kaldıracağız.” 



Cumhuriyet gazetesinin organizasyonunun böylece sıradan bir özenti olmayıp aslında birilerinin İslam’a karşı zafer naraları atarak kadeh kaldırmasını hedeflediği böylece ortaya çıkıyordu. Nitekim HDPKK’nin Silopi rezaletinin de sıradan bir şeytanlık olmayıp son dönemde yeniden keşfettiği Amerika-Avrupa nezdindeki İslam düşmanlığına bir nebzecik katkıyı hedefleyerek İslam karşıtlığına bir katkı sunmak olduğu açıktır. 



Deyyusun kadın felsefesi: Önce “Pazara, sonra intihara!” 



Söz, HDPKK ve Silopi’de sergilediği rezaletten açılmışken isterseniz Batı’nın deyyusluk perspektifiyle bütünleşen bu namussuzluğun yıllardır “kadın özgürleşmesine” yaptığı katkıya biz de azıcık katkıda bulunalım. 



Bunların nezdinde kadın, namus duygusundan arınarak namussuzluğa adım atmasına kadar bir “değer” ifade eder. Namustan sıyrılınca kadın artık tüm kadınlık özelliklerini kaybedince bunların gözündeki “kadın değeri de” nihayete erer. Artık kadın, kullanılan bir eşya, elden ele dolaşan bir meta, kalitesi düşük bir “yerli malı” seviyesine düşer. 



“Pazara” sürülen kadın, artık geri dönüşü mümkün olmayan bir yola düşer. Sonuna kadar kullanılır. Artık bir değer ifade etmediğini anlayan kadın, iki seçenek arasında sıkışır: Ya “namus cinayetine” kurban gider; ya da tek çare olarak intihara başvurur. 



Adamlar, Silopi’de zincirlere vurulmuş çarşaflı kadın figürü kullanarak güya tesettürün kadın esaretindeki rolüne dikkat çekmeye çalışmışlar. Bunlar değil midir ki neredeyse her gün kadına yönelik şiddete, “kadın cinayeti” veya “kadın intiharlarına” vurgu yapanlar. 



Tamam, kadına yönelik şiddetin bir toplumsal gelenek zemininden beslendiği gerçeği vardır. Cinayet ve intihar vakaları da keza öyle. Ama hiçbir zaman Müslüman Kürt halkı arasında ne cinayet ne de intihar vakaları bu denli ayyuka çıkmış değildi. Ne zaman ki HDPKK zihniyeti “özgürleştirme” parolasıyla Kürt kadınına dahletti, o zaman cinayet ve intiharlar adeta birer furyaya dönüştü. 



Şu gerçeğin altını iyice çizelim: HDPKK, kendine taalluk etmeyen hiçbir toplumsal vakaya karşı ses çıkarmış değildir. Şayet kadın cinayetleri veya kadın intiharlarını “özgürleştirme” ile eş zamanlı dillendirip ciyaklıyorsa, bilin ki kendisine dokunan bir tarafı mevcuttur. Yani sorumluluk doğrudan kendilerinden kaynaklanmaktadır. Herhalde birçoğunuz şöyle bir olguya şahit olmuşsunuzdur: Bu cenah içerisinde faaliyet yürüten nice erkekler var ki, bunların açtıkları kadın merkezlerine, düzenledikleri festival, karnaval, toplantı, yürüyüş, miting vs. toplu kadın ayinlerine eşlerini, kızlarını asla ve asla göndermemektedirler. Neden acaba? Bre deyyuslar! Sadece bu meselenin kapağını açarsak öyle bir rezillik havuzunda yüzmektesiniz ki, kesinlikle içerisinde boğulursunuz. 



Yalan mı? Namus cinayetlerine kurban giden kadınların % 99’u düzenlediğiniz etkinliklerin sonucunda oluşmuyor mu?

İntihar eden kadınların % 99’u, oluşturduğunuz “özgürleştirme pazarında” artık hayata tutunmak için kendileri açısından hiçbir neden kalmadığını düşünmelerinden kaynaklanmıyor mu? 



Etkinliklerinize katıldıktan sonra ortadan kaybolan, aylar sonra ortada bırakılınca ya eve dönüp “namus cinayetine” kurban giden, ya da eve varmadan intihardan başka seçenek bulamayan kadın sayısı, cinayet ya da intihar oranlarının kaçta kaçını oluşturmaktadır? 



Kendileri etkinliklerinizin başköşesinde olmalarına rağmen eşlerini, kızlarını etkinliklerinize katılmamaları hususunda tehdit eden üyelerinizin sayısı ne kadardır, onları bu şekilde bir davranışa zorlayan nedenler nelerdir? Ya da eşlerini, kızlarını etkinliklerinize göndermediği için açıkça tehdit etmek zorunda kaldığınız üyelerinizin sayısı ne kadardır? 



Tüm rezaletlerinizi sıralayalım mı? Eşlerini, kızlarını etkinliklerinizden şiddetle uzak tutan üyelerinizin isimlerini verelim mi?

Eşini, kızını getir diye tehdit ettiğiniz üyelerinizin isimlerini sıralayalım mı? 



Etkinliklerinize katıldıktan sonra “Ya davulcuya, ya zurnacıya kaçma” misali günler, haftalar hatta aylar sonra hayatları kararıp dönmek durumunda kalanların isimlerini listeleyelim mi? 



“Özgürleştirme” havuzunuza dalalım mı? Kurduğunuz karma evlerin adreslerini verelim mi? 



“Kimsenin namusu değiliz” deyip söz geçirdiğiniz kişilerin namuslarını nasıl talan ettiğinizi bilmiyor muyuz? 



Amerika-Avrupa kaynaklı İslam düşmanlığı piyasasına müşteri olduğunuzu kanıtlamak için illa deyyusluğu seçmek zorunda mısınız? 



IŞİD deyip İslam düşmanlığını bu zemin üzerinden inşa etme çabalarınız sizleri namuslu yapar mı? 



Sahi, deyyusluğun “Süreç” ile bir ilişkisi var mıydı?! 



Deyyus deyyustur, peki deyyusluğa seyirci kalanlara ne demeli? 



Silopi’deki deyyusluk geçidini görmezden gelen “Süreç” tutkunu sözde İslamcı medya ve çevrelere ne demeli? 



Şayet aynı rezilliği HDPKK değil de CHP yapmış olsaydı, bu rezilliği yedi düvele duyurmaya aday bu çevreler, söz konusu HDPKK olunca neden kafalarını kumlara gömdüler? Fethullah Gülen grubu üzerinden her biri birer İslam allamesi kesilen zevatlar, çevreler, söz konusu HDPKK olunca neden deyyusluğa rıza göstermeyi tercih ederler? 



Hani Cumhuriyetin tesettür uygulamalarına ateşler püskürüp duruyordunuz? Hani okullarda, resmi dairelerde önü açılan kısmi tesettür üzerinden keramet devşirme yarışında bulunuyordunuz? Samimiyetiniz bu kadar mıydı? “Süreç” denen rezaleti politik bir kuralın ötesine taşıyarak “İmanın yedinci şartına mı” yükselttiniz? 



Nedir bu suskunluğunuz? Yoksa “Süreç” denen rezalet sadece insanların kanını mubah görmenin ötesinde, tesettür düşmanlığını, İslam düşmanlığını da mı kapsıyor?!