Ahmet Yılmaz / Yazı Dizisi

Tarih boyunca dünyanın her yerinde ve bütün toplumlarda insani bir merakla araştırma yapanlara karşı gizli veya açık bir sempati gelişmiş; bu araştırmaları yapanlar eninde sonunda saygıyla anılmıştır.

İslam dünyasının müsteşriklik dediği Şarkıyatçılık, insani merakın bir neticesi değil; Batı’nın İslam dünyasına karşı geliştirdiği yalan ve iftiradan ibaret bir savunma ve saldırı silahıydı.

Batı, özellikle Makyavel’in devlet anlayışını benimsedikten sonra yaşamın hiçbir alanını oluruna bırakmadı, elinin uzandığı her şeyi, her yeri, herkesi, her bilimi sömürgelerini büyütmek ve korumak için kullandı.

Edward Said, “Şarkiyatçılık” adlı eserinde Kipling’den alıntı yaparak sömürgelerdeki teşkilatlanma durumunu şöyle izah eder:

“Katır, at, fil, öküz, güdücünün emrindedir; güdücü çavuşun; çavuş teğmenin; teğmen yüzbaşının, yüzbaşı binbaşının, binbaşı alay komutanının, alay komutanı üç alayı yöneten tugay komutanının, tugay komutanı da kraliçenin hizmetkârı olan kral naibine tabi generalin emrindedir.”

Şarkıyatçı, böyle bir yapı içinde yerini bulan kişiydi; Irak’ta Amerikan keskin nişancılarına teknik hizmet veren bir mühendis ne ise, Kur’an-ı Kerim, Hz. Resulullah (sav) ve İslam tarihiyle ilgili araştırma yapan Şarkıyatçı o idi.

Şarkıyatçı, bir danışman olarak, Şark (Doğu dünyası-İslam alemi) karşısında siyaset geliştirmeye çalışan Batılı iktidarın özel bir ajanıydı.

Onların pek çoğu, sömürgelerde bizzat idari görevler üstlendi; örneğin Snouck Hurgranje adlı Şarkıyatçı, İslam’la ilgili araştırmalarının hemen ardından Hollanda tarafından Endonezya’daki sömürgeleri yönetme danışmanlığına getiriliyor. Buna benzer pek çok örnek vardır.

“Şarkıyatçılık, İslam dünyasını Batı bilgisine, Batı şuuruna ve nihayet Batı hakimiyetine taşıyan örgütlü bir çalışmadır.”

“Şarkiyatçılık, İslam dünyasının Batı’ya taşınması değil, Batı’nın İslam dünyasına gelmesidir.”

“(Şarkıyatçılıkla) İslam dünyası öğrenilecek, işgal edilecek, sonra (Batı’nın çıkarına göre) yeniden kurulacaktı.”

Bu tanım ve tasvirleri dikkate alarak Şarkıyatçılığın gelişimine baktığımızda hem tarihi gerçeklik karşısında hem o gerçekliğin bugüne benzerliği karşısında dehşete düşmemek mümkün değildir.

Şarkıyatçılık, geçen hafta anlatıldığı üzere, fanatik Hıristiyanlığın sıradan Hıristiyanları İslam’a girmekten engellemek üzere oluştuğu 1312’deki Viyana Kilise Şurası ile akademik bir kisveye büründü. Bu ilk dönem Şarkıyatçılığın temsilcileri, günümüzde Amerika’da Kur’an-ı Kerim yakmaya çalışan çılgın Hıristiyanların manevi atalarıdır. Şarkıyatçılık, sonradan hangi şekle girdiyse, o ilkel biçimli yüzünü sıradan Batılıya dönük olarak hep korudu.

Fransız İhtilali’nden sonra laik ve milliyetçi bir Şarkıyatçılık gelişti, bu yeni tip Şarkiyatçılığın siyasi temsilcisi Napolyon’dur, onun bu yönünü öğrendikçe Obama’nın 2008’de Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmanın ne yaman bir kopya olduğunu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz.

Napolyon’un etrafındaki yazarlar, bugünkü Amerikancı kişiliksiz, propagandacı yazarların, akademisyenleri ise bugünkü Yahudi düşünce kuruluşları hesabına çalışan profesörlerin ilk örnekleridir.

ŞARKIYATÇI PROPAGANDA YALAN ÜZERİNE KURULU

Habeşistan’a hicretten sonra Mekke müşriklerinin Kral Necaşi nezdindeki diplomasisini ve Hz. Cafer (ra)’in ikna konuşmasından Necaşi’deki değişimi hatırlayalım:

Necaşi’yle karşılaşma, Müslümanların bir topluluk olarak, Hıristiyan bir heyet önüne ilk çıkışlarıydı.

Martin Lings “Hz. Muhammed’in Hayatı” adlı eserinde “Habeşlilerin çoğu samimi Hristiyanlardı, mü’minler Necaşi’nin taht odasını doldurduğunda onlardaki kutsal samimiyet ve enginliğin farkına vararak şaşırdılar. En çok Necaşi, bu durum karşısında etkilendi.” Bu samimi Hıristiyanların tutumu idi. Ama bir de Hıristiyanlık sayesinde makam sahibi olmuş Hıristiyanların tutumu vardı. Martin Ligs onlar için “Gelenlerin, Kureyşlilerden çok kendilerine benzerliğini gördüklerinde rahiplerin arasında hayret belirten mırıltılar yükseldi.”

İşte “Benzerliği” dostluk nedeni görmek yerine kendi konumları için “tehdit” olarak algılayan bu rahip tutumu, Kilise etkisindeki Şarkıyatçıların (Müsteşriklerin) İslam’a karşı tutumlarının temelini oluşturdu.

Necaşi’nin bu “benzerlik” esası üzerinden İslam’la şereflenmesi ise konumlarını korumak isteyen rahipler için bir “fobi (şuur altından gelen korku) oluşturdu.

Necaşi, Hz. Cafer (ra)’dan, bütün peygamberlerin getirdikleri esasları dinlemiş, ardından İslam’ın Hz. Meryem ile ilgili görüşünü sormuş; Cafer (ra), ona Meryem Suresi’nden “Kitap’ta Meryem’i zikret” diye başlayan bölümü okumuş; Necaşi, ağlamış ve “Bu, İsa’nın getirdiği ile aynı kaynaktan geliyor” demişti. Bunun üzerine Amr b. As, “Ey kral, onlar Meryem oğlu İsa hakkında büyük bir yalan uyduruyorlar.” yalanını ortaya atmıştı. Hz. Cafer (ra)’i tekrar dinleyen Necaşi, yerden bir çöp parçası alarak mealen “Aramızdaki fark bu kadar bile değil” demişti. Necaşi, o an İslam’a ısınmış, Taberi’nin belirttiğine göre Medine günlerinde Resulullah’ın (sas) davet mektubuna “Ben, şehadet ediyorum ki sen Allah’ın Resulû’sün” diyerek cevap vermişti.

Bizans İmparatoru Hirakliyus da Resulullah’ın Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra kendisine gönderdiği mektuptan etkilenmiş, rahiplerin korkusundan “Ben sizi imtihan ettim” diyerek geri adım atmışsa da rivayete göre piskoposu Müslüman olmuş ve Resulullah’a gıyaben biat etmişti.

Bir kralın İslam’la şereflenmesine, bir imparatorun etkilenmesine, imparatorluk piskoposunun gizli biatına vesile olan bu benzerlik, “homurdanan” rahiplerin varisleri olan Şarkıyatçıların hedef noktasını oluşturdu.

Müslümanların Endülüs’te kapıldıkları sefahat ve Yahudilerle kurdukları ilişki, dünya nimetlerinden istifadeyi kınayan ve Yahudileri daima lanetle anan eski Katolikleri İslam’dan uzak tuttuysa da Haçlılardan Avrupa’ya dönenlerin Selahaddin ve arkadaşları ile ilgili anlattıkları, Katolik Avrupa’da İslam’ın önünü açabilir, Kilise saltanatına son verebilirdi.

Selahaddin sorunu “O gizli bir Hıristiyandı” yalanıyla çözülmüştü; ama temel sorunlar yerinde duruyordu.

“Müslüman” adı, Hz. İbrahim’in (as) yolu üzerinde olan herkesi tarif ediyordu. Bu ad, İslam’ın ana kaynak olduğunu hatırlatıyordu. Şarkıyatçılar, Resulullah’la ilgili bir dizi iftira uydurduktan sonra İslam’a “Muhammedcilik”, Müslümanlara da Muhammedi adını verdiler. Kendilerince İslam’la Allah arasındaki bağı kesip İslam’ı bir “kul dini” sınıfına indirdiler.

İslam’la saf Hıristiyanlık arasındaki benzerliğe de “Muhammedilik, Hıristiyanlığın Hz. İsa’nın tanrı olduğunu kabul etmeyen (teslis inancını onaylamayan) sapmış bir mezhebidir” dediler.

Bu asıl yolu, “Bir hile düzenlemek üzere girilen “Sapılmış yol” diye göstermeye yönelik bir yıpratma çabasıydı. Ortada tek bir hedef vardı: İslam’ı aşağılamak, sıradan Hıristiyanı ondan tiksindirmek ve ondan nefret ettirmek.

Şarkıyatçılar, araçları ne olursa olsun, amaçlarına ulaşmışlardı. (İslam’ın sadece nefesi Avrupa’ya ulaşmıştı, bu nefese karşı seferberlik hâlinde bir saldırı söz konusuydu ve o nefes saldırılar karşısında savunmasızdı.)

Edward Said’e göre Şarkıyatçılık sonradan şekil değiştirecek; ama ilk dönemine ait ilkelerinden hiçbir zaman ayrılmayacaktı. Neydi o ilke? Yalanla aldatmak. Bu, Batı’nın İslam’a karşı bulduğu müthiş bir savunma silahıydı. O silaha ileriki dönemlerde eğitim ve medya alanında ne kadar yatırım yapılırsa değerdi.

Bugün bile pek çok Avrupalı Hıristiyan İslam’a “Muhammedilik, Müslümanlara “Muhammedi” diyor. Bunun yanlış bir adlandırma olduğunu Batılılar elbette biliyor. Ama modern zamanlarının öncülerinden Fransız (sözde) düşünür Ernest Renan onlara “Ulusla birlikte yanılmak, ulusa katı gerçekleri dayatmaktan daha iyidir” diye öğretmişti.

PROTESTAN SALDIRGANLIK (EVANJELİZMİN KÖKLERİ)

Batı’nın 15. Yüzyılda geliştirip 16. Yüzyılda büyüttüğü sömürge hareketi, “güç ile “haklılık” arasındaki bağa olan inancını hiç yitirmeyen sıradan Batılı Hıristiyan’a moral verdi. Ama aynı süreçte baş gösteren mezhep mücadeleleri din tartışmasını yeniden kızıştırdı.

Katolikler, Protestanların sömürgelerle güçlenen Hıristiyanlığın oyuncağı olduğunu iddia ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu, en azından Fransız Protestanlarını destekliyordu. Bunun anlaşılması, Protestanları güç durumda bırakıyor, onları:

1-Hıristiyanlığın dış düşmanlarına karşı büyük Hıristiyan dünyasının yanında olduklarını ispatlamak

2-Müslümanlar tarafından desteklendikleri tezini çürütmek için

İslam’a karşı korkunç bir propagandaya yönlendirdi. Başta Alman Martin Luther olmak üzere Protestanlığın öncüleri neredeyse bütün mezhebi propagandalarını İslam’a ve Resulullah’a karşı düşmanlık üzerine kurmuşlardı. Malzemeleri, kendilerinden önce Katolik Şarkıyatçıların geliştirdiği yalanların ta kendisiydi, hedefleri de aynıydı ancak kinleri “yardım aldığı kaynağa ihanet eden” kişilerin kinlerinin ta kendisiydi.

Bu Protestan kin, zamanla Yahudilerin İslam’a karşı kiniyle buluştu, Siyonist Hıristiyanlık da denen Evanjelizmi doğurdu. Bugün bu mezhep, Amerika’nın özellikle eski Avrupa’da olduğu gibi İslam’ın pek bilinmediği noktalarında Kur’an-ı Kerim`i yakma gibi etkinlikleri düzenleyen kiliseleri doğurdu. Bu kiliseler, varlık nedenlerini neredeyse sadece “İslam tehdidi”ne dayandırıyorlar. Bush ailesi ve İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in mensubu olduğu bu grup güncel İslam aleyhtarı propagandanın en hırçın ve en etkili tarafını oluşturuyor.

 DEVAM EDECEK....