ABDULKADİR TURAN / ANALİZ
Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da yaptığı bir konuşmada “Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için lekedir. Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” diyerek tekkelerin kapatılacağının işaretini verdi. 30 Kasım 1925’te çıkarılan 677 sayılı kanunla bütün tekkeler kapatıldı.
30 Kasım tarihi aslında sadece Batı illeri için geçerliydi. İslamî yaşamla ilgili yasaklayıcı kararlar, 28 Şubat sürecinde vuku bulduğu gibi önce Doğu’da kanun dışı olarak uygulanır; ardından uygulama (deneme) süresindeki tepkilere ve sorunlara bakılarak uygulamaya uygun tüm Türkiye’yi kapsayıcı kanunlar çıkarılır.
Haziran 1925’te Şeyh Said, darağacına götürülürken “Şeyhlerin tekke ve zaviyelerde kendilerine Allah süsü vererek halkı kendilerine taptırmak gibi fiiller işlediğinin anlaşılıyor” denilerek Şark İstiklal Mahkemesi’nin yargı bölgesindeki tasavvuf dergâhları herhangi bir yasal dayanağı olmadan kapatılmış; 30 Kasım’da çıkarılan kanunla o uygulama bütün Türkiye’ye yayılmıştı. Neden?
TEKKELER NEDEN KAPATILDI?
Tekkeler tasavvuf dergâhlarıdır. Çoğu, bir zikir yeri, bir buluşma yeri, bir aşhane ve bir medrese vakfiyesinden oluşan birer külliyedir.
Miladî 19. yüzyıldan itibaren bu külliyelere karşı bir tepki örgütleniyordu. Tepkinin iki kaynağı vardı. Biri içeriden, diğeri dışarıdan...
İçerideki tepki, Vehhabîlerden; dışarıdaki tepki Batıcı modernistlerden kaynaklanıyordu. Vehhabîler, modernizme düşmandılar. Hatta o günlerde teknik aletlerin bile kullanılmasını kâfirlere benzemek olarak gördüklerine dair haberler yayılıyordu. Ama tasavvuf dergâhları konusunda modernistlerle aynı fikirdeydiler.
İki tarafın da iddiasına göre tasavvuf dergâhları, birer hurafe merkezi haline gelmişti. Burada Allah’a ibadet edilmiyor, şeyhlere tapılıyordu. Cumhuriyet Dönemi’nin en keskin modernistlerinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Nur Baba Tekkesi” romanındaki görüntüyle Vehhabilerin tekkelere yönelik iddiaları neredeyse örtüşüyordu.
Vehhabilik, Osmanlı’ya karşı bir örgütlenme olarak geliştiğinden, kanunun çıktığı dönemde İstanbul’da Vehhabîliğini duyuran kimse yoktu. Ama Hilafetin kaldırılmasında görüşü “dinî gerekçe” kabul edilen Seyyit Efendi gibi kişiler kendilerini “Selefi” olarak tanıtıyorlar ve tasavvuf dergâhlarının kapatılmasından memnun kalıyorlardı.
Acaba bu dergâhları kapatan neydi? Hurafelere batmak mı? Tasavvuf dergâhları halka açık dergâhlardır. Halkla doğrudan iletişim içinde olan kurumların her zaman suiistimale uğrama ve yozlaşma tehlikesi vardır.
Tasavvuf kurumlarında da her dönem amacından sapma, bozulma işaretleri ve vakaları görülmüştür. Tasavvuf dergâhları bozulmasaydı, tasavvuf içinde o kadar ihya hareketi doğmazdı. Miladî 986 ile 1072 yılları arasında yaşayan İmam Kuşeyrî, daha o günlerde, tasavvuf dergâhlarının bozulmasından şikâyet ediyordu. İmam İbn-i Teymiye dâhil İslam âlimlerinin neredeyse tamamı tarafından güvenilir bulunan Kuşeyrî, “Kuşeyrî Risalesi” olarak bilinen ünlü eserini bu bozulmaya karşı yazmıştı.
Tasavvuf önderi İmam Kuşeyri yaklaşık bin yıl önce böyle bir eseri yazma nedenini açıklarken giriş bölümünde aynen şunları söylüyordu:
“Şu şiir bu hali çok güzel anlatır:
‘Çadırları onların çadırlarına benziyor, hâlbuki görüyorum ki çadırların içinde duran kabilenin kadınları, sevgilimin kabilesine ait çadırların kadınlarından farklı!’
Şimdi sûfiler şekil ve kıyafet bakımından eski sûfilere benziyor ama ruh ve muhteva bakımından başkalaşmışlardır.
Tasavvuf yolunda bir duraklama ve gevşeme baş göstermiştir. Daha doğrusu bu yol hakiki manasıyla yok olup gitmiştir. Kendileriyle hidayete ulaşılan şeyhler vefat edip gitmiş, şeyhlerin gidişatına ve âdetlerine tâbi olan gençler azalmış, verâ´ kaybolmuş, verâ´ sergisi durulmuş, tamah kuvvetlenmiş, ihtirasın kökleri ve bağları güçlenmiştir. Şeriata hürmet hissi kalplerden zail olmuştur. Dine karşı kayıtsızlığı, menfaat temin etmenin en güvenilir vasıtası olarak kabul eden zamanın sofuları, haram ile helal arasında fark görmez olmuşlar, dine ve din büyüklerine karşı saygısız olmayı, din haline getirmişlerdir. İbadet etmeyi hafife almışlar, namaz kılmayı ve oruç tutmayı basit bir şey saymışlar, gaflet meydanında at koşturmuşlar, nefsanî arzulara kendilerini teslim etmişler, işlenmesi mahzurlu olan şeyleri hiç aldırmadan işlemişler; halktan, kadınlardan ve zalim devlet adamlarından temin ettikleri şeylerden hiç çekinmeden faydalanmışlardır.”
Dikkat edin sanki dün yazılmış gibi, hatta sanki bugün yazılmış gibi...
Ama Kuşeyrî tasavvufu yasaklayın, demiyordu. Onun yerine bir ıslah projesi olarak kabul edilebilecek Risale’sini yazıyordu.
Önce Kuşeyrî ile sonra ondan genişçe etkilenen İmam Gazalî Hazretleri ile tasavvuf dergâhları toparlandı, ilimle bütünleşti, yeni bir yola girdi; bir sonraki miladi asırda, Selahaddin-i Eyyübî tasavvuf dergâhlarını artırmayı bir devlet politikası haline getirdiği hâlde bazı tasavvuf anlayışlarına karşı tedbirler geliştirmek zorunda kaldı. Onun da tutumuna hâkim olan ihya idi.
Şeyh Halid-i Zülcenaheyn El Şehrezorî El Bağdadî Hazretleri, Miladî 1800’lerin başında irşadına başladığında yöredeki Kadirî dergâhlarına sinmiş, çıkarcı kişilerle uğraşmak zorunda kalmıştı. O bu çıkarcı kişilere karşı aynen Selahaddin-i Eyyübî Hazretleri gibi iyileri destekleyerek ve büyük bir âlim olarak iyiyi bizzat inşa ederek yıkımı değil, ihyayı seçti.
Sonraki dönemde Mısır’da İmam Hasan El Benna, Türkiye’de Üstad Bediüzzaman, Pakistan’da Üstad Mevdudî tarikat yerine cemaati önerirken de asla yıkımı tercih etmediler. İmam Hasan El Benna kendisinin önce Halidî-Nakşî, sonra Şazelî geleneğinden geldiğini daima beyan etti. Üstad Bediüzzaman kendini Şeyh Halid-i Bağdadî’den manevi bir hâlle icazet almış gördü. Üstad Mevdudî, İsmail Şehid Hareketi başta olmak üzere Hindistan’da İngilizlere karşı mücadele veren dergâhları metheden yazılar yazdı, bu konuda “İslam’da İhya Hareketleri” adlı bir de kitap yayımladı. Kitapta Nakşibendî tarikatının önderi İmam-ı Rabbanî Hazretlerini büyük ihya önderleri arasında tanıttı.
“Modernistlerin tutumu neden bundan farklıydı?” sorusunu sormak abes olabilir. Ama konunun anlaşılması için sormak ve buna Vehhabileri ve onlardan etkilenen kimi yapıları da ekleyerek cevabı bulmak zorundayız.
Sorumuzun cevabı, Miladî 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl İslam dünyası kurtuluş hareketlerinin yapısında gizlidir.
EMPERYALİZME KARŞI CİHAD KURUMLARI
Miladî 18. ve 19. yüzyılda İslam dünyası bir yıkım yaşıyordu. Önce Hindistan ve Afrika, sonra bütün İslam dünyası... Amerika’da özgürlük savaşları engeliyle karşılaşan İngiliz ve Fransızlar İslam âlemine yönelmişler; Amerika’dan getiremedikleri altınları İslam âleminde bulmak istiyorlardı. Timur’un Müslüman olan Altın Orda devletini zayıflatmasıyla sahneye çıkan Rusya günden güne güçlenmiş ve Doğu’nun zayıf İslam âlemi için bir canavara dönüşmüştü. Bu emperyalist güçlere karşı ise;
Nijerya’da Osman Dan Fudyo (Osman Müderris), Cezayir’de Şeyh Abdulkadir el Cezayirî; Hindistan’da İsmail Şehid kıyam önderliği yapıyorlardı. Onlar ve onlar gibi o günlerde destansı cihad önderlerinin tamamı birer tasavvuf önderiydiler. Öyle ki bir yerde tasavvuf ağı varsa orada cihad oluyor, bir yerde tasavvuf ağı yoksa orada cihad olmuyordu. Buna muhalif bir istisna bile yoktur.
Nitekim sonraki dönemde Miladî 20. yüzyılın başında Libya’da Ömer Muhtar, Senusî tarikatı mensubuydu; siyonistlere karşı ilk direniş gruplarını oluşturan İzzeddin El Kassam da Şeyh Ahmet El Haznevi ile görüşmeleri olduğu ifade edilen bir Halidî-Nakşibendî şeyhiydi.
Türkiye’deki modernist projelere karşı fiili bir hareket başlatan Şeyh Said, Halidî-Nakşibendî şeyhi idi; fikri bir kalkışmaya önderlik eden Said Nursî de kendisini Şeyh Halid’in manevi talebesi olarak görüyordu.
O günlerden mücadele, tek kaynağa dayanıyordu: Tasavvuf dergâhları. Neden diğer âlimler değil de tasavvuf dergâhları önderleri ve onlardan etkilenenler? Diğer âlimler gerçeği göremiyorlar mıydı? İlmen eksik miydiler? Ruhen bir gaflet içinde miydiler? Mısır’da çok güçlü Muhammed Abduh, Mısır milliyetçileri ile kurduğu güçlü bağa rağmen neden İngilizlere karşı Şeyh Abdulkadir-i Cezayirî’nin Cezayir’de, İsmail Şehid’in Hindistan’da, Şeyh Şamil’in Kafkasya’da oluşturduğu önderliği oluşturamıyordu?
Çünkü;
1. Âlimler, bürokrasinin içindeydiler. Bürokrasi, siyasi sisteme karşı dursa bile bazı sınırları geçemiyor. Bir vaiz, bir El Ezher âlimi ne kadar salih olursa olsun, kürsüsü elinden alındığında evine mahkûm olacağını düşünüyordu.
2. Âlimler, okumuş kesimi etkiliyorlardı ama halkla ilişkileri sınırlıydı, kitleler onları tanımıyor, onları dinlemiyordu.
Tasavvuf dergâhları ise “dairenin dışında” kalmışlardı. Özellikle o gün İslam âleminin tamamına yakınında etkili olan Şeyh Halid Hazretleri, mürşid konumundaki tarikat önderlerinin memur olmasını ve maaş almasını yasaklamıştı. O mürşitlerin resmi bir kürsüsü yoktu. Ne emir alarak vaaz veriyor ne de yasakla vaazlarından vazgeçiyorlardı. En katı yasaklar uygulandığında bile Üstad Bediüzzaman misalî halka ulaşıyor ve Şeyh Said misalî halka “Ayağa kalkın!” dediklerinde halk ayağa kalkıyordu.
Onların durumu, aydınların durumundan da farklıydı. Bu fark, Mehmet Akif (Ersoy) ve Salih Bege Henî üzerinden örneklenebilir:
İkisi de aydındı, ikisi de âlimdi, ikisi de modernist değişime karşıydı. Ama Cemaleddin-i Afganî ve Muhammed Abduh’tan genişçe etkilenen Mehmet Akif, modernizme karşı İstanbul’da bir kalkışma organize etmek isteseydi herhalde kendisine tabi olacak elli kişiyi bulamazdı. Bulsa bile onlar da o günlerde kendisinden farklı bir yetişme tarzına sahip tasavvuf dergâhlarından çıkardı. Mehmet Akif, bırakın bir kalkışmaya önderlik yapmayı, Türkiye’de mahkûm olarak kalsaydı, gizlenebileceği bir ev bulamazdı. Hâlbuki Şeyh Said’in dostu Salih Bege Henî’nin bir işaretiyle on binler bir araya gelebiliyor, silah kuşanıp hem de dışarıya karşı değil, içeriye karşı bir kalkışmanın içinde yer alabiliyordu.
İngilizler, Hindistan’da İsmail Şehid ve arkadaşları ile uğraşırken Hicaz bölgesinden uydurma fetvalar getirmişlerdi; Türkiye’de de modernistler arasında İslamî ağları Kurtuluş Savaşı sürecinde keşfetmiş nice kişi vardı. Kim ne yapar, bunu çok iyi biliyorlardı? Bir Şeyh Esad Erdebilî hangi yasak getirilirse getirilsin bir yolunu bulur, halka ulaşır ve yasak postunu delerek İslamî hizmetleri sürdürürdü. Ama bunu İstanbul’un isim listeleri bu sayfaya sığmayacak, maaşlı medrese hocaları yapamazlardı. Anadolu’daki sıradan bir tekke şeyhi etrafında toplanacak binleri bulur, tepkisini gösterirdi ama nice vaiz “Artık yasak var efendim!” deyip kürsüye çıkmayı reddederdi. Süleyman Hilmi Tunahan, halk kendisini kapıdan kovsa da o davetini sürdürür ama Şeyh Halid’in dergâhını bilmeyen bir cami hocası halk bir nasihat için yalvarsa bile yasaktan sonra iki kelime etmezdi.
İstisnalar elbette vardı ama ana görünüm bundan ibaretti. Siyoniste cihad mı ilan edilecek onu İzzeddin El Kassam başarırdı, Şeyh Emin El Hüseyinî değil. Bir davet hareketi mi başlatılacak onu Halidî ve Şazelî dergâhlardan geçmiş İmam Hasan El Benna yapardı, koca El Ezher hocaları değil... Said-i Nursî yapardı, yılların cami hocaları değil. Ahmed El Haznevî yapardı, tekkelere gitmenin küfür olduğunu iddia eden, kütüphaneler dolusu eser okumuş entelektüel mollalar değil...
O günlerde emperyalizme karşı ve İslam dünyasında “Tek tarikat, çağdaşlık tarikatıdır” denerek varılmak istenen tek tipleşmeye karşı sesini çıkarabilecek kurumlar olarak sadece dergâhlar vardı.
Bu gerçek görülmeden tekkelerin kapatılma nedeni anlaşılamaz. Bu gerçek görülmeden yapılacak bir değerlendirme İslam adına yapılsa bile Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Nur Baba Tekkesi” romanındaki bakış açısıyla örtüşmekten öteye gidemez. O bakış açısının kaynağı Batılılardı, İngilizlerdi, Fransızlardı.
Ve unutulmaması gereken bir gerçek var. Kanun çıktı ama hiçbir zaman tüm tekkeler kapatılmadı. Direniş ruhunu kaybetmiş ya da direniş ruhunu bir daha bulmamak üzere ertelemiş tekkeler en yasaklı günlerde bile kapısını açık tuttu, faaliyetlerini sürdürdü. Ve o dergâhlar bu ölü halleri ile bile çoğu yerde İslam’a hizmet ettiler.