İbrahim Dağılma / İnzar Dergisi
İhtiyar adam, yanındaki delikanlının elini alnına siper yapıp uzağa baktığını görünce:
- Hayırdır, evlat! Nereye bakıyorsun öyle? Delikanlı:
- Ben, bu yoldan ilk kez geçiyorum, biraz çevreyi tanıyayım dedim. Şu ilerde hurma bahçeliklerinin ve alt kısmından nehrin akarak güzelleştirdiği şehir dikkatimi çekti de… İhtiyar Adam:
- Ha, evlat orası mı? Deyip derin bir ‘Ah’ çektikten sonra konuşmasına devam etti:
- İstersen, şu tepenin üstünde biraz soluklanalım. Hem dinlenmiş hem de konuşmuş oluruz.
İhtiyarın bu sözleriyle kafile tepeye doğu ilerledi. Tepeye varana kadar hiç kimseden ses çıkmadı. Hayvanların çıngırak seslerin ve rüzgârın kumları sağa sola savururken çıkardığı sesin müzikalitesi eşliğinde tepeye varıldı. Herkes kendine bir dinlenmelik yer yaptıktan sonra kafiledekiler, ihtiyarın etrafında oturdu.
İhtiyarın derin süzüşleri, alın kırışıklıkları ve sarığının altından dışarı doğru sarkan saçının aklıkları onun gün geçirmişliğinin ve tecrübelerinin bir alameti olarak kafiledekilere güven veriyordu:
- Evladım, orası Kerbela’dır. Kerbela, Kerbu bela’dır.
- Hazret-i Hüseyin’in şehit edildiği yer mi?
- Evet, aynen orası!
- Amca, ben size bu yerin neresi olduğunu sorduğumda derin bir ‘ah’ çektiniz; gerçi Kerbela’yı, Hazret-i Hüseyin’i işitince ah çekmemek mümkün değil ki… Bu ‘ah’ınızdan başlasak…
- Siz, bir çiçek düşünün ki kokusu, görünüşüyle içinde bulunduğu çiçeklerin en güzeli, en canlısı, en narini ve en cezb edenidir ve o beğeniyle siz o çiçeğe bakarken, onu koklarken biri gelip gözünüzün içine baka baka o çiçeği kopardığını düşünün!
Hazret-i Hüseyin, Cennetin çiçeği, Peygamber bağının nazenin gülüydü. O, Allah Resulü’nün yanında tasvir edilemeyecek bir sevgi çemberinde, annesi Fatıma’nın kucağında anlatılamaz bir terbiye içinde, babası Ali’nin yanı başında erişilmez bir ilim, cesaret dersindeydi. O, Hazret-i Muhammed aleyhi selamın gözbebeği, ümmet gençlerinin idolü, Cennet gençlerinin efendisiydi… Daha saatlerce anlatsam sayılamayacak faziletlere sahip biri olarak ‘İslam’ın ayakta kalması için kılıçlara canını siper eden bir fedakârlık abidesi’ydi.
İşte, bu Kerbela ona gönülleriyle koştu, onu sözleriyle övdü; ama o gelince şu şırıl şırıl akan Fırat’ı iki adım ötesinde olmasına rağmen suyunu kılıçlarını ona doğrultarak çok gördü ve o nübüvvet dalının çiçeğini zalimce, acımasızca koparıp şehit etti.
-Amca, bütün bunları biliyoruz ve hatırlayınca yüreğimizin bir yerlerinden bir şeylerin bizi yakıp geçtiğini, acıttığını hissediyoruz; ama Hazret-i Hüseyin oraya gitmeseydi olmaz mıydı?
-Şimdi daha derin bir ah çekmem lazım oğul! Senin bu dediğini o gün onun yanında olanlar da dedi. Ama o başına gelecekleri bile bile Kûfelilere doğru yola koyuldu.
Abdullah ibni Abbas Hz. Hüseyin`e gitme diyor Hüseyin gitmem lazım. O zaman gideceksen çoluk çocuğunu götürme diyor, onların da gelmesi lazım diyor. Çünkü bir taife şehit olacak ve bir taife de şahit olacak. Eğer Zeynep olmasaydı Kerbela`nın meydanında biz Kerbela diye bir şey okumayacaktık. Kerbela`yı bize anlatan Zeynep`tir. Zeynep şahitler kervanının muallimesidir. Hz. Hüseyin Kerbela yolunda iken onu vazgeçirmeye çalıştılar ama kendisi böyle bir zulme rıza gösteremezdi.
Cennet gençlerinin efendisi Hazret-i Hüseyin, 54 yaşında zalim vuruşlarla inen kılıçlarla doğrandı; ama onu feda oluşa götüren gereklilikler o kadar çok ki aradan 54 bin sene de geçse bu unutulmaz. ‘Her yer Kerbela, her gün Aşura… Hüseyin şiardır bize!’ gerçekliğini örtemez, unutturamaz. Evet, Hazret-i Hüseyin, bize bir şiardır.
O, öyle bir şey ortaya koydu ki, kim hak adına konuşuyorsa, hak adına adım atıyorsa Hüseyin`den ilham almak zorundadır. Adları değişmiş olsa bile Hüseyin`in karşısındakiler de Yezid`dir. O zalimin karşısındaki şahıs ise Hüseyin`ce davranan kişidir. Çünkü Hüseyin, hal diliyle ‘Ben öleyim de cehaletin kararttığı şu toplum dirilsin!’ diyordu.
Hazret-i İbrahim, oğlu İsmail’le Kâbe’nin temellerini yükseltirken şu niyazda bulunuyordu:
“Ey bizim Rabbimiz, hem ikimizi yalnız Senin için boyun eğen Müslümanlar kıl, hem de soyumuzdan yalnız Senin için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tevbemize rahmetle bakıver. Hiç şüphesiz Tevvâb Sensin, Rahîm Sensin.
Ey bizim Rabbimiz, bir de onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini tilavet eylesin, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin, içlerini ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin. Hiç şüphesiz Azîz Sensin, hikmet sahibi Sensin.” (Bakara: 128-129)
Burada pak, abid ve salih bir nesil isteği var Tevhid öğretmeni Hazret-i İbrahim’in dilinden. Bu istek de –malum- Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhiselam’ın nübüvveti ile icabet buluyor.
Ayet, bize bu peygamberin portresini İbrahim(a.s)’in diliyle çiziyor. Bu Peygamber;
Bir, toplumun içinden olmalıdır ki toplum onu tüm yönleriyle bilsin. Bu topluma aidiyet hissi verdiği için kabulü kolaylaştırır.
İki, toplumun bağrından çıkıp onlara eminliği, doğruluğu ile duruş sunmuş biri olarak ilk önce onlara kulluğun yol göstergeleri olan ayetleri okuyacak, onları hak olana davet edecek.
Üç, ardından toplumsal bir sempati ve kabul gelince öğreticilik görevini üstlenip onları eğitecek.
Dört, Ömer gibi, Ebuzer gibi, Bilal gibi, İkrime gibi… Cehaletin bataklığından ve şirkin karanlığından koparıp eğittiği bu insanları aynı zamanda ‘kin, öfke, hırs, kibir, haksızlık…’ gibi kirlenmişlerden arındırarak ‘muhabbet, hilm, gayret, tevazu, adil olma…’ gibi temiz hasletlere büründürecek. Lakin gel gör ki, her hak çıkışa bir batıl rakip, her doğru yola karşı bir yanlış gidiş, her İslamî yönelişe bir küfür engeli olacak ki ayet bunu bize bildiriyor.
“İbrahim`in milletinden, kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.” (Bakara: 30)
Nübüvvetten önce küfrün karanlığı ve cehaletin bağnazlığı içinde her türlü herzeyi yiyen bir toplum vardı. Öyle ki, Allah’a şirk koşuluyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, zayıf olanlar eziliyor, yetimler hor görülüyordu.
Hazret-i Muhammed aleyhisselamın risaletiyle bu toplum yepyeni bir hüviyet kazanmış; tüm insanlığa hasret ve hürmetle kendini sevdirecek ve yolun yıldızları olacak örnek bir nesil tesis etmişti. Böyle devasa, aziz ve...
- Hayırdır, evlat! Nereye bakıyorsun öyle? Delikanlı:
- Ben, bu yoldan ilk kez geçiyorum, biraz çevreyi tanıyayım dedim. Şu ilerde hurma bahçeliklerinin ve alt kısmından nehrin akarak güzelleştirdiği şehir dikkatimi çekti de… İhtiyar Adam:
- Ha, evlat orası mı? Deyip derin bir ‘Ah’ çektikten sonra konuşmasına devam etti:
- İstersen, şu tepenin üstünde biraz soluklanalım. Hem dinlenmiş hem de konuşmuş oluruz.
İhtiyarın bu sözleriyle kafile tepeye doğu ilerledi. Tepeye varana kadar hiç kimseden ses çıkmadı. Hayvanların çıngırak seslerin ve rüzgârın kumları sağa sola savururken çıkardığı sesin müzikalitesi eşliğinde tepeye varıldı. Herkes kendine bir dinlenmelik yer yaptıktan sonra kafiledekiler, ihtiyarın etrafında oturdu.
İhtiyarın derin süzüşleri, alın kırışıklıkları ve sarığının altından dışarı doğru sarkan saçının aklıkları onun gün geçirmişliğinin ve tecrübelerinin bir alameti olarak kafiledekilere güven veriyordu:
- Evladım, orası Kerbela’dır. Kerbela, Kerbu bela’dır.
- Hazret-i Hüseyin’in şehit edildiği yer mi?
- Evet, aynen orası!
- Amca, ben size bu yerin neresi olduğunu sorduğumda derin bir ‘ah’ çektiniz; gerçi Kerbela’yı, Hazret-i Hüseyin’i işitince ah çekmemek mümkün değil ki… Bu ‘ah’ınızdan başlasak…
- Siz, bir çiçek düşünün ki kokusu, görünüşüyle içinde bulunduğu çiçeklerin en güzeli, en canlısı, en narini ve en cezb edenidir ve o beğeniyle siz o çiçeğe bakarken, onu koklarken biri gelip gözünüzün içine baka baka o çiçeği kopardığını düşünün!
Hazret-i Hüseyin, Cennetin çiçeği, Peygamber bağının nazenin gülüydü. O, Allah Resulü’nün yanında tasvir edilemeyecek bir sevgi çemberinde, annesi Fatıma’nın kucağında anlatılamaz bir terbiye içinde, babası Ali’nin yanı başında erişilmez bir ilim, cesaret dersindeydi. O, Hazret-i Muhammed aleyhi selamın gözbebeği, ümmet gençlerinin idolü, Cennet gençlerinin efendisiydi… Daha saatlerce anlatsam sayılamayacak faziletlere sahip biri olarak ‘İslam’ın ayakta kalması için kılıçlara canını siper eden bir fedakârlık abidesi’ydi.
İşte, bu Kerbela ona gönülleriyle koştu, onu sözleriyle övdü; ama o gelince şu şırıl şırıl akan Fırat’ı iki adım ötesinde olmasına rağmen suyunu kılıçlarını ona doğrultarak çok gördü ve o nübüvvet dalının çiçeğini zalimce, acımasızca koparıp şehit etti.
-Amca, bütün bunları biliyoruz ve hatırlayınca yüreğimizin bir yerlerinden bir şeylerin bizi yakıp geçtiğini, acıttığını hissediyoruz; ama Hazret-i Hüseyin oraya gitmeseydi olmaz mıydı?
-Şimdi daha derin bir ah çekmem lazım oğul! Senin bu dediğini o gün onun yanında olanlar da dedi. Ama o başına gelecekleri bile bile Kûfelilere doğru yola koyuldu.
Abdullah ibni Abbas Hz. Hüseyin`e gitme diyor Hüseyin gitmem lazım. O zaman gideceksen çoluk çocuğunu götürme diyor, onların da gelmesi lazım diyor. Çünkü bir taife şehit olacak ve bir taife de şahit olacak. Eğer Zeynep olmasaydı Kerbela`nın meydanında biz Kerbela diye bir şey okumayacaktık. Kerbela`yı bize anlatan Zeynep`tir. Zeynep şahitler kervanının muallimesidir. Hz. Hüseyin Kerbela yolunda iken onu vazgeçirmeye çalıştılar ama kendisi böyle bir zulme rıza gösteremezdi.
Cennet gençlerinin efendisi Hazret-i Hüseyin, 54 yaşında zalim vuruşlarla inen kılıçlarla doğrandı; ama onu feda oluşa götüren gereklilikler o kadar çok ki aradan 54 bin sene de geçse bu unutulmaz. ‘Her yer Kerbela, her gün Aşura… Hüseyin şiardır bize!’ gerçekliğini örtemez, unutturamaz. Evet, Hazret-i Hüseyin, bize bir şiardır.
O, öyle bir şey ortaya koydu ki, kim hak adına konuşuyorsa, hak adına adım atıyorsa Hüseyin`den ilham almak zorundadır. Adları değişmiş olsa bile Hüseyin`in karşısındakiler de Yezid`dir. O zalimin karşısındaki şahıs ise Hüseyin`ce davranan kişidir. Çünkü Hüseyin, hal diliyle ‘Ben öleyim de cehaletin kararttığı şu toplum dirilsin!’ diyordu.
Hazret-i İbrahim, oğlu İsmail’le Kâbe’nin temellerini yükseltirken şu niyazda bulunuyordu:
“Ey bizim Rabbimiz, hem ikimizi yalnız Senin için boyun eğen Müslümanlar kıl, hem de soyumuzdan yalnız Senin için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tevbemize rahmetle bakıver. Hiç şüphesiz Tevvâb Sensin, Rahîm Sensin.
Ey bizim Rabbimiz, bir de onlara içlerinden öyle bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini tilavet eylesin, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin, içlerini ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin. Hiç şüphesiz Azîz Sensin, hikmet sahibi Sensin.” (Bakara: 128-129)
Burada pak, abid ve salih bir nesil isteği var Tevhid öğretmeni Hazret-i İbrahim’in dilinden. Bu istek de –malum- Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhiselam’ın nübüvveti ile icabet buluyor.
Ayet, bize bu peygamberin portresini İbrahim(a.s)’in diliyle çiziyor. Bu Peygamber;
Bir, toplumun içinden olmalıdır ki toplum onu tüm yönleriyle bilsin. Bu topluma aidiyet hissi verdiği için kabulü kolaylaştırır.
İki, toplumun bağrından çıkıp onlara eminliği, doğruluğu ile duruş sunmuş biri olarak ilk önce onlara kulluğun yol göstergeleri olan ayetleri okuyacak, onları hak olana davet edecek.
Üç, ardından toplumsal bir sempati ve kabul gelince öğreticilik görevini üstlenip onları eğitecek.
Dört, Ömer gibi, Ebuzer gibi, Bilal gibi, İkrime gibi… Cehaletin bataklığından ve şirkin karanlığından koparıp eğittiği bu insanları aynı zamanda ‘kin, öfke, hırs, kibir, haksızlık…’ gibi kirlenmişlerden arındırarak ‘muhabbet, hilm, gayret, tevazu, adil olma…’ gibi temiz hasletlere büründürecek. Lakin gel gör ki, her hak çıkışa bir batıl rakip, her doğru yola karşı bir yanlış gidiş, her İslamî yönelişe bir küfür engeli olacak ki ayet bunu bize bildiriyor.
“İbrahim`in milletinden, kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.” (Bakara: 30)
Nübüvvetten önce küfrün karanlığı ve cehaletin bağnazlığı içinde her türlü herzeyi yiyen bir toplum vardı. Öyle ki, Allah’a şirk koşuluyor, kız çocukları diri diri toprağa gömülüyor, zayıf olanlar eziliyor, yetimler hor görülüyordu.
Hazret-i Muhammed aleyhisselamın risaletiyle bu toplum yepyeni bir hüviyet kazanmış; tüm insanlığa hasret ve hürmetle kendini sevdirecek ve yolun yıldızları olacak örnek bir nesil tesis etmişti. Böyle devasa, aziz ve...