ABDULKADİR TURAN / ANALİZ

İnsanın bulunduğu yeri ve zamanı unutması... Nerede olduğunu ve hangi vakitte yaşadığını bilmemesi...

Bu, ya bir sarhoşluk hâlidir ya da bir şuur kaybı. İslam dünyasında sarhoşlar vardır ama İslam dünyasının sarhoşluğundan söz edilemez. İslam dünyasının sarhoş olacak hâli de yok? Öyleyse İslam dünyası, kendi takvimini niye kaybetti, zamanı niye yitirdi?

Bunun evveli: Dayatmaydı... Sonrası: Şuur kaybı... Kavramlarımız da öylesine hicret etti ki aramızdan... “Şuur” kavramı bile bize yabancı geliyor. Bunun için anlaşılsın diye ifade edelim: “Bilinç kaybı”.

Bilincini kaybeden ama fiziksel fonksiyonlarını sürdüren bir insan nasıl olur? Ya “bitkisel hayat” denen bir etkinsizlik içinde ya da “çılgın” denen bir halde...

Aslında İslam dünyasının matematiksel anlamda “hâl toplamı” böyle değil mi? Bir yanımız uyuşmuş, bir tür bitkisel hayatta... Kâbe yıkılsa duymayacak, bir şey hissetmeyecek; ölmeden önce ölmüş, yaşıyor ama yaşamıyor, bedenen var, ruhen yok. Diğer yanımız ise öfkeli. Öfkelilerimizin yaptıklarının hikmetini aramaktan ömrünüz tükense sonuç boş.

Muharrem, Hicrettir; Hicri yılbaşıdır. Ama biz Muharremi ancak Kerbela ile duyuyoruz. Eğer Kerbela`yı da duyabiliyorsak... Bu büyük musibet, azıcık olsun bizi bitkisel hayattan çıkarabiliyorsa... Onunla irkilebiliyorsak... Aksi hâlde hiç haberimiz olmayacak Muharremden. Bizim zaman çizelgemizde öyle bir başlangıç olmayacak. Çünkü bizim zamanımız bize ayarlı değil, bizim zamanımız ile bizim inancımız arasında bir uyuşma, bir paralellik yok. Zamanından kopmuş olan, kendinden kopmuş olur. Biz, kendimizden koparılmışız, kendimizden kopmuşuz.

Herhalde sıradan Müslüman bir yana, bir fikri düzeye ulaşmış Müslümanlara dahi içinde bulundukları günün tarihi sorulsa onlardan doğru cevabı verebilecek çok az kişi vardır.

Gün bir yana, ay bir yana yılı bile hatırlamıyoruz. Büyük Hicret vakasına rağmen, bir önceki yıl zilhicce ile bittiğinden Hac ile taçlanmasına rağmen, acılı 10 Muharrem`e rağmen, eski ümmetlerden bize geçen aynı tarihteki Aşura Günü`ne rağmen hatırlamıyoruz. Ne önceki yılın güzel hatimesi Hac, ne sonraki yılın dehşeti Muharrem, bize zaman çizelgemizdeki bu değişikliği hatırlatıyor.

Kemalist bir profesör, şapka devrimine, harf devrimine tepki gösteren Müslüman toplumun takvim değişikliğine ses çıkarmamasına hayret ediyor; “Herhalde Şapka İhtilali`ndeki sert tavır ve kararlılık, toplumun böyle bir tepkiye cesaret etmesini engelledi” diyor. Yanlış bir tespit; neden, “yüreğini yitirmek” değildi. Müslüman toplum, takvim değişikliğinin önemini ihtilalciler kadar bilmiyordu, onların ne yapmaya çalıştığını anlamıyorlardı.

“Ulus devlet ihtilalcileri” için bugünün ve geleceğin, düşünce ve hayat ayarları geçmişte saklıydı. Onlar, geçmişle oynayıp bugüne ve geleceğe ayar veriyorlardı. Takvim değişikliğiyle tarihe sadece birkaç yüzyıl eklemediler; takvim değişikliğiyle, zaman algımızı bozdular. Daha önce bizim için her şey İslam`dan önce ve İslam`dan sonra diye sınıflandırılırken bu değişiklikle her şeyi Hıristiyanlıktan önce ve sonra diye ayırdık. İslam`ın zaman algısından koparılıp Hıristiyan Batı`nın zaman algısına teslim edildik.

Bunu halka izah ederken “dünyaya uyuyoruz” dediler; kendi aralarında konuşurken “ulusumuzu inşa için gerekli” diye söylediler.

Bu nasıl bir ulus inşası? İslam`a ait olanı bırakıyorsun, Hıristiyana ait olanı alıyorsun ve yaptığın ulus inşası oluyor. İşin gizemi burada. İslam dünyasında ulus inşası, sadece ümmete karşı yapıldı. “Ulus”, “ümmet”in karşıtı olarak oluşturuldu. İnsanlar öylesine şuursuzlaştırıldılar ki çoğu kimse buradaki hileyi anlayamadı. Karşılarına çıkıp “Ulusumuz diyorsunuz ama başka uluslara ait olanı taklit ediyorsunuz” dahi diyemedi.

Öyle ki milliyetçiliğe gerçekten inananlar dahi, yapılanların “ulus” inşası için olduğunu zannetti. Oysa burada yapılan, sadece İslam`ın yörüngesinden çıkmak, ümmetten kopmak, Batı`nın yörüngesine girmek, Batı`nın bir uydusu haline gelmekti.

Bugün Kürtlerin yaşadığı da budur: Kürt milliyetçiliğine gerçekten inanmış olanlar çıkıp da ulusalcılara şunu diyemiyor: Bize, özümüze dönmekten söz ediyorsunuz ama siz sözde özünüze döndükçe bir kadim Kürde değil, bir İsveçliye benziyorsunuz, (biz size uydukça biraz eski, biraz yeni) neye benzediğimiz bile belli olmuyor. Bu ne hâl?

İnsan olmanın en önemli ayrıcalıklarından biri otomasyona geçmemektir; sorgulamak, itiraz etmek ve farklı davranabilmektir.

Burada bir otomasyon söz konusudur. Birileri yapıyor ve bir başkası onun peşinden gidiyor. Bu, insanlığın ölümüdür. Bu, kurtuluş değil, yıkılışın ta kendisidir. Özümüze döndürme iddiasında bulundukça bizi bizden uzaklaştıranlar, kurtuluşumuzdan söz ettikçe bizi batırıyorlar. Farkında olmak bile istemiyoruz. Tarihimize el koymuşlar ve biz de kabullenmişiz.

TARİHİMİZE EL KOYDULAR

Bir toplumun tarihine el koymak, onun kendisi hakkında karar verme yetkisini elinden almaktır, onun bugün ve yarınını ipotek altına almaktır.

Bir toplumun tarihine el koymak, onun kendisi hakkında karar verme kabiliyetini yok etmektir.

Bir toplumun tarihine el koymak, onun hafızasını yağmalamaktır, onun hafızasını silmektir.

Bir toplumun tarihine el koymak, onun silinen hafızası yerine başka bir hafıza koymaktır, onun yağmalanan, sömürülen hafızasını işgal etmektir.

İşgal iki türlüdür: Biri toprakların işgalidir, diğeri beyinlerin işgali.

Toprak işgali, “sert güçler”le yapılır, silahla yapılır, gözler önündedir. Beyinlerin işgali “yumuşak güçler”le yapılır, sinsidir, çoğu zaman kendisi değil, neticeleri fark edilir.

Toprak işgali daha tahripkâr görünse de kültürel işgalin yanında geçicidir. Bedeni köleleştirilen bir insan, benzerleriyle örgütlenir, isyan eder; benzerlerini bulamazsa kaçar, özgürlüğe kavuşur. Beyni köleleştirilen insan ise özgürlüğü aramak bir yana, özgürlüğünü arayanların boynuna ip geçirir, onları efendisine teslim eder. O, kölelik düzeninin bir parçası, kölelik kurumunun bir çalışanı haline gelir.

Beyin işgali bizde daha nasıl yaşansın ki? Hangimize sorsalar, hayatımızı dini hayat ve dünya hayatı diye ikiye ayırabilir miyiz? “Öyle şey mi olur?” diye öfkeyle cevap veririz.

Hâlbuki hepimiz günlük hayatımızda “dini takvim” ve “dünyevi takvim” diye iki takvim kullanıyoruz. Dini takvim, bizim için Hicri Takvim`dir; dünyevi takvim Miladi Takvim... Hatta son dönemde en dindarlarımız bile dini günlerini bile bu “dünyevi takvim”le ifade ediyor.

Kültürel işgal tam da budur... Üzerimizde bir medeniyet işgali izi arıyorsak hemen takvimlerimize bakabiliriz. Takvimlerimiz her gün bize “Siz, başka bir dinin işgali altındasınız” diyor. Ortalıkta o dinin mensupları yok ama onların uygulamaları var. Bize ulus inşası denmişti, oysa biz başka bir dinin zamanına taşındık. Bize dünyaya uymak, denmişti, hâlbuki sadece kendi dünyamızdan koparıldık.

Belki bu o kadar büyük bir felakettir ki biz onu yaşamamış gibi kabul ederek rahatlamaya çalışıyoruz. Ya da öyle değil: Beyinden yana öylesine ağır bir manevi darbe yemişiz ki manevi bünyemize inen darbelerin acısını bile hissetmiyoruz.

“Bitkisel hayat” bundan başka ne olabilir? Ancak bitkisel hayatta olanla ilgili “dua” onun çıldırması olamaz. Bitkisel hayatın eylemsizliğinin alternatifi çılgınların eylemciliği değildir.

Birileri İslam âleminin bitkisel hayattan kurtuluş çabasını, bir tür çılgınlığa dönüştürme çabasındadır. Bu, ayrı bir şuursuzluktur. Bitkisel hayatta olanın şifası delirmek değil, şuurlu bir hareket alanına geçmesidir.

Bugün engellemeye çalışılan da budur. Bizi bitkisel hayata sokanlar, şifanın adresi olarak bize çılgınlıkları gösteriyorlar. Otomasyona geçmek, onların bu oyununa gelmektir; onları “çağın sahibi” olarak tanımaya devam etmektir. Müslümanlar için şifa; kendi takvimlerine dönmeleri, kendi zamanlarını şuurla yaşamalarıdır.

ZAMAN BİZSİZ İŞLENİYOR

Tarihe el koyuş iki şekilde olur:

1. Bir toplumun kendisi hakkında karar verme yetkisini elinden almak

2. O toplumun hafızasını işgal etmek

Müslümanlar, her iki felaketi de yaşadılar ve yaşamaya devam ediyorlar.

Bugün ister Batı`nın emrinde olsun ister Batı`ya karşı dursun, hangi İslam toplumu kendisi hakkında karar verme hakkına sahiptir? İslam dünyasının hangi noktası, söz konusu olduğunda “Büyük Güçler” veya “Dünya Güçleri” denen uluslararası güçlerin sözü ciddiye alınmayabiliyor?

Müslümanların kendileri hakkında karar verme yetkileri ellerinden alınmış, Müslümanların kendileri hakkında karar verme kabiliyetleri yok edilmiş; dünya yönetiminde İslam diskalifiye edilmiş, dünya İslamsız dönüyor.

Gerçek karar mekanizmaları bir yana, görünürdeki karar mekanizmalarında bile Müslümanlar yok.

Müslümanlar, Birleşmiş Milletler gibi uydurma bir karar mekanizmasında dahi yer alamıyor. Bırakın gerçek bir karar mekanizmasında yer almak, Müslümanların bu karar mekanizması tiyatrosunda bile yer almalarına tahammülleri yok. Bu işin temsili (tiyatrosu) bile onları korkutuyor.

Zaman tarlası bizsiz işleniyor, dünya bizsiz döndürülüyor. Bu dünyanın karar yapısının hiçbir yerinde yokuz. Ama bu dünyanın bütün sorunlarının merkezine de biz oturtuluyoruz. Bütün sıkıntıların sebebi, bütün insanlık dışı tutumların kaynağı diye tanıtılıyoruz. Söz sahibi olmadığımız bir dünyanın olumsuzluklarından nasıl sorumlu olabiliriz? Ancak iftira ve yalanla...

Zamanını ve mekânını kaybeden o iftira ve yalanlara bizzat kendisi de inanmaya başlar. Biz, bize atılan iftiralara bir süre sonra kendimiz de inanmaya başlıyoruz. Bizim dışımızdaki karar mekanizmalarının oluşturduğu yapıları kendi yapılarımız gibi sahipleniyoruz. Hem de bütün olumsuzlukları ile sahipleniyoruz. Zamanımızın ve mekânımızın böyle bir sahiplenme için uygun olup olmadığına dahi bakmayarak sahipleniyoruz.

MEKÂN VE ZAMANIMIZ İŞGAL ALTINDA

Bugünün dünyasında tarih, geleceği belirlemek için kullanılıyor. Tarih, bir hafıza kutusu gibi, toplumların kafasına monte ediliyor. O toplumların o kutuya kaydedilen programlar doğrultusunda hareket etmesine yol açılıyor. O toplumun geleceği denetim altına alınıyor; onun gelecekte nasıl hareket edeceği tahmin ediliyor ve onun hareket tarzının kölelik düzeninin gereksinimine göre yönlendirecek sahte bilgiler o hafıza kutusuna dolduruluyor. Tarih, bunun için araştırılıyor, bunun için “tarih” üretiliyor. Bu gerçek geçmiş veya üretilmiş (sahte) geçmiş, kullanılarak bugüne ve geleceğe yön veriliyor.

Tarihe gerçek anlamda el koymak budur. Bu, kültürel işgalin, beyinden köleleştirilmenin ta kendisidir. Bu yazıyı okuyan kaç kişi, takvime bakmadan bugünü Hicri Takvimle anlatabilir; bugünün Hicri Takvimdeki karşılığını söyleyebilir?

Neden? Çünkü toplumların bir mekânı olduğu gibi bir zamanı da vardır. Toplumların mekânı, yerleşik oldukları topraktır; toplumların zamanı ise kendilerini onunla ifade ettikleri tarihtir. Biz, hem mekânımızdan hem zamanımızdan edildik.

Fiili işgal, bizi mekânımızdan, topraklarımızdan, yurtlarımızdan etti; kültürel işgal, bizim tarihimize el koydu, zamanımızı elimizden aldı.

Bir önceki yüzyıla kadar Hicri Takvimi kullanıyorduk. O takvim kaldırıldı ve bize Miladi Takvim dayatıldı. Bu, görünüşte hayatı pratikleştirmek ve dünya işlerinde dünya ülkelerine uymak için yapılıyordu.

Hicri Takvim nereden geliyor? Hz. Ömer (ra) zamanında Müslümanların işlerinin gelişip bir takvim içinde planlanması ihtiyacı doğduğunda sahabeler arasında istişare yapıldı ve Hz. Ali (ra)`nın teklifi doğrultusunda, Resulullah`ın (S.A.V.) Mekke`den Medine`ye Hicreti başlangıç kabul edilerek Hicri Takvim oluşturuldu.

Bu takvimin başlangıcı için Hicretin seçilmesi bir tesadüf olabilir mi? Asla! Hicret İslam iktidarı çağının başlangıcıdır, iktidar anlamında İslam zamanına giriştir.

Batı`nın sahte “akıl dini” peygamberlerinden Hegel`e göre tarihe dâhil olmak ancak devlet olmakla mümkündür, devlet olmayanlar tarih dışıdır. Bu yaklaşımla Hicret, İslam`ın tarihe dâhil oluş başlangıcıdır. Hicreti zaman başlangıcı olmaktan çıkaranlar, ya kendileri ya da Batılı danışmanları Hegel`in, dolayısıyla Batı`nın bu yaklaşımını gayet iyi biliyorlardı. Onlar, Hicreti takvim başlangıcı olmaktan çıkararak, İslam`ı kendi hâkimiyet alanlarında tarih dışına attılar, diğer bir ifade ile bizi tarihten sildiler.

Bizim hafızamızda da İslam tarihten silinmiş midir? İslam`ın tarih içindeki yeri bitmiş midir? Elbette hayır, diye cevap vereceğiz. Şükür ikrarımız sağlam. Ama pratiğimiz ikrarımıza uygun değil. Amelimiz dilimizden kopuk. Doğru söyleyip yanlış yaşıyoruz. Bu yanlış düzelmezse amelimiz de dilimize uyar. O zaman tarihten silinen İslam değil, sadece biz oluruz. Zira din Allah`ındır; O, dinini korur. Biz, o dini yaşamazsak Fransız, İngiliz hem de onunla çatışırken ona inanır ve onu yaşar, sadece biz kaybederiz.