MEHMET ÖZCAN / DOĞRUHABER/ANALİZ
Dünyada verilen mücadeleler, çatışmalar ya da savaşların yegâne amacı üç günlük dünya hayatında ayakta durabilmek içindir. Ayakta durabilmekten kasıt; para, güç, makam, şeytani ya da Rahmani tarafgirliği kapsayan manaların tümüdür. Bu mücadelede kimi insanların hak, kimilerinin de batıl bir dava uğruna çaba harcadığı bu yeryüzünde her canlı varlığın sonu, değişik vesilelerle ama aynı akıbetle son bulacaktır; ölüm… Madem son bulacak hayatlara sahip biz insanların imtihan üzere olduğu dünya hayatı sonrası varacakları yer Allah’adır ve ahdedilmiş hesap vardır; o halde batıl yol üzere giden insanların gereksiz ve zulme dönüşen direnişi nedendir, anlamak mümkün değil.
İlk insan ve peygamber Hz. Adem’le birlikte günümüze dek risaletini tamamlayan peygamberlerin sonuncusu olan Efendimiz Hz. Muhammed ve O’na vahyedilen Kitabımız Kur’an’a göre kıyamete kadar hak din olarak İslam’ın geçerli olduğu ve diğer tüm dinlerin batıl olduğuna hükmedilmektedir. İslam güneşinin yeryüzünü aydınlatmaya başlaması sonrası batıl konumuna düşen Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerine mensup insanların, Allah’a isyan ederek tahrif ettikleri dinlerini sürdürmek istemeleriyle günümüze kadar getirdikleri şirk düzenlerini, İslam’a üstün kılabilmek için ardın sıra dinmeyen saldırılar tüm acımasızlığıyla sürüyor. Ve bu, ezelden ebede imtihan olunan İslam-küfür savaşının kıyamete kadar süreceği bildiriliyor.
Bu minvalde küfrün temsilcisi Batı ve yerli işbirlikçileri ile birleşemediğinden sürekli baskı, işgal ve katliamlara maruz kalan İslam beldelerindeki Müslümanlar arasında süren orantısız savaş devam ediyor. Birlikten gelen bir güç ve oluşturulan vurucu kalkan görevindeki NATO ve BM gibi Batılı kurumlara karşılık, koruyucu bir kalkana sahip olmayan İslam dünyası, elde ettiği veya edebileceği kazanımları bile kimi zaman istemeye istemeye de olsa batıya teslim edebiliyor. Mısır, Tunus, Filistin, Libya, Irak ve hatta Türkiye bile elde edilen kazanımlarını sırf küresel anlamda koruyucu bir kalkana sahip olunamadığından dolayı çeşitli alanlardaki haklarından vazgeçebiliyor. En yeni örnek olarak geçtiğimiz gün Tunus seçimlerinde normalde birinci çıkmaması için hiçbir sebep bulunmayan ancak öyle bir ısmarlamayla birinciliği laik parti Nida Tunus’a altın tepside sunarak muhalefeti seçen İslami Nahda Hareketi, sırf Batının dikkatini üstüne çekmemek ve Mısır’a benzememek için yönetim hakkından vazgeçti.
Libya yine öyle… Leş kargaları gibi Libya petrolünden başka bir şey görmeyen şer güç batının şerrine uğramamak adına hükümet kurma ya da yürütme konularında etkin hareket edemeyen Libya İhvanı da arkasında koruyucu bir kalkan göremediğinden dolayı atağa geçemiyor ve kıskaçtan bir türlü kurtulamıyor.
Ya da her gün kan ağlayan Filistin’de Siyonist Yahudilerin insanlık dışı vahşilikleri karşısında hiçbir şey yapmadan durmanın acısı bir yana yüce Allah’a bunun hesabını kim verebilecek? Bölgede batının jandarmalığını yapan siyonist israilin Filistinlilere yönelik katliamlarını durdurması için yine batının vurucu gücü olan BM, NATO gibi kurumların müdahalesini istemek kadar acizlik nasıl ifade edilebilir bilmiyorum.
Türkiye gibi yüzde 99’u Müslüman olan ülkemizin bile 12 yıllık güçlü İslamcı muhafazakâr bir iktidara rağmen insani ve İslami birçok alanda özgürlükler üzerindeki kısıtlamaları, batılı dış güç tehlikesi ve batılılaşma politikasının ana unsuru haline gelen batının yerli işbirlikçisi konumundaki destekçilerine rağmen kaldırabilme cesareti göstermesi bile büyük bir başarı olarak kabul edilebilir. Ancak halen içerideki Batılılaşanlarla mücadelede zorlanan ve Batılı dış şer güçlerce komşularındaki kaosun içine sürüklenmeye karşı ayakta durma mücadelesi veren Türkiye’nin şu durumda Filistin’de, Arakan’da Orta Afrika’daki vahşilikleri durdurabilecek bir irade sergileyebilmesi mümkün müdür? Türkiye’nin öncelikli olarak içerisinde bulunduğu ve kendine yani İslam dünyasına yaramayan BM, NATO gibi şer güç Batının emelleri için çalışan vurucu güçlerden arınması gerekmez mi?
Mısır’ın ilk meşru cumhurbaşkanı Mursi yönetimine yönelik hafızalardan silinmeyen darbeyi yerli işbirlikçilerinin destekleriyle cuntacılara yaptırarak konumunun salahiyetini koruyan batı, bu cüreti sahibi olduğu birlikten ve kurumları olan BM, NATO gibi silahlı gücünden alıyor. Ancak İslam ülkelerinin bırakın bir başka İslam beldesini korumaya almasını kendi topraklarını korumaktan aciz kalması, birlik olamama ve vurucu güce sahip olamadığındandır maalesef. Oysa 320 milyona yaklaşan nüfusa sahip ABD ve 500 milyon nüfuslu Avrupa Birliği’ne karşılık, 2 milyara yaklaşan nüfusuyla koca bir İslam dünyası var. Baskı, zulüm ve işgallere uğrayan Müslümanların hâlâ bir birlik kuracak irade sergileyememesi ümmetin daha çok çalışması gerektiğini gösteriyor. İslam dünyasında yaşayan Müslümanların artık birliğe giden yolda adımlar atmalı, dönüşebilecekse İslam İşbirliği Teşkilatı’nın yeniden dizaynı için çalışmalar yapabilir ve batının vurucu gücüne karşı durabilecek etkili kurumlarını oluşturabilir.
İslam dünyasının barışa ve huzura kavuşması için öncelikle İslam âlimlerine ve Müslüman liderlere büyük görevler düşüyor. İslam âlimleri, Batı’nın kuklası olarak hareket eden Suudi rejimi gibi batı işbirlikçilerine, mezhebi farklılıkları ayrı dinlermiş gibi gösteren bir algı oluşturmalarına fırsat tanımamalılar. Âlimler, Müslümanların mezhebi farklılıklarının aşırıya kaçmamaları ve birbirlerine üstünlük sağlama peşinde olmamaları halinde İslam ümmetinin zenginliği anlamına geldiği bilincini Müslümanlar arasına yaymalılar. Müslüman bireylerin, fitnelere kanmayacak İslami bir bilince erişebilmek için okumaları ve İslam ümmetinin salahiyete kavuşması için ellerinden ne geliyorsa yapmaları elzemdir. Ümmetin vahdete kavuşması ve birlik içerisinde hareket edebilmenin yolu âlimlerin susmaması ve Müslüman liderlerin cesaret sergilemesiyle mümkündür ki bunun da elbette bedelleri olacaktır.