Hendek Savaşı günleriydi. Daha yeni yeni filizlenen İslam toplumu büyük bir tehditle karşı karşıyaydı. Medine düşman ordusu tarafından sarılmıştı. Hem de o zamana kadar görülmemiş bir kalabalıkla… Mekkelilere komşu Arap kabileleri de katılmışlar, dev bir ordu meydana getirmişlerdi. Medine tamamıyla muhasara edilmiş, ikmal yolları kontrol altına alınmıştı. Şehirde yiyecek sıkıntısı baş göstermiş, Müslümanlar açlıktan karınlarına taş bağlar olmuşlardı.

          Tehdit dış düşmanla sınırlı değildi. Müslümanlarla anlaşmalı olan Medineli Yahudiler anlaşmalarını bozmak, İslam toplumuna içerden saldırmak için bahane arıyorlardı.

            Müslümanlar Medine’yi derin hendeklerle sarmışlar, düşman ordusunun taarruzlarından korumaya çalışıyorlardı. Mekke Ordusunun gözü pek süvarileri bazen atlarıyla hendekleri aşmayı başarıyorlar ama gece gündüz tetikte olan İslam askerleri tarafından püskürtülüyorlardı.

            Mekke Ordusunun en cesur süvari ve savaşçısı Amr bin Abd-i Vedd adlı bir adamdı. Ürkütücü bir görünüşü, dev gibi bir cüssesi vardı Amr’ın. O zamana kadar hiç kimse onu yenememişti. O yüzden insanlar onunla karşılaşmak istemiyor, ondan korkuyorlardı.

            İslam Ordusuyla müşrik askerlerin hendeğin her iki tarafında karşılıklı dizildikleri günlerin birinde Amr atıyla hendeği geçti. İslam Ordusuna meydan okuyarak kendisiyle savaşacak er istedi. O zamanlar yirmi yaşlarında genç bir adam olan Hazreti Ali, Amr’la savaşmak için Resulullah’tan izin istedi. Peygamber ona izin vermedi. Hazreti Ali’nin dışındaki Müslümanlar Amr’la savaşmaya çıkmadılar.

            Amr, meydan okumasına karşılık alamayınca küstahlaştı. Alaylı alaylı bağırdı:

— İçinizde benimle savaşacak, kılıcımla cennete gidecek bir yiğit yok mu? Hani sizin ölüleriniz cennete, bizimkiler cehenneme gidecekti? Benimle savaşacak bir adam çıkaramıyor musunuz aranızdan?

            Hazreti Ali ayağa fırladı.

— Ya Resulullah izin ver şu adamla savaşayım! Dedi.

            Peygamber Aleyhisselam yine onu oturttu.

            Amr, kahramanlık recezeleri söyleyerek meydan okumasını sürdürdü. Ali üçüncü defa kalktı.

— Ben varım! Dedi.

            Resulullah:

— O Amr’dır! Diye Ali’yi uyardı. Hazreti Ali:

— Amr olsun! Dedi.

            Peygamber Aleyhisselam ona izin verdi. Ali, atının üstünde küstahça dikilen Amr’a doğru piyade yürüdü.

            Amr, Ali’yi küçümser bakışlarla süzerek:

— Sen de kimsin? Dedi. Bula bula senin gibi toy bir delikanlıyı mı buldular?

            Hazreti Ali elini kılıcının kabzasının üzerine koyarak:

— Ben Ali’yim! Dedi.

— Hangi Ali?

— Ebu Talib’in oğlu…

            Amr, Ali’ye acıyarak baktı.

— Seninle akraba sayılırız, dedi. Çok gençsin! Kanını akıtmak istemiyorum.

            Hazreti Ali bir aslan gibi kükredi:

—Bense senin kanını akıtmakta beis görmüyorum ey Allah’ın düşmanı!

            Sonra sesini yumuşattı.

— Ancak Müslüman olursan o başka…

            Amr, Ali’nin meydan okumasına çok öfkelendi. Kudurmuş bir hayvan gibi, gök gürlemesini andıran bir sesle Ali’ye saldırdı. Lakin karşısında Allah’ın arslanı vardı. Ali, Amr’ın hamlelerini savuşturduktan sonra usta bir kılıç darbesiyle pehlivanın bacaklarını kesti. Amr acı içinde haykırarak yere düştü. Hazreti Ali dizleriyle onun göğsüne bastı. Tam kafasını bedeninden koparacaktı ki Amr bütün gücüyle Ali’nin yüzüne tükürdü. Hazreti Ali aniden öfkelendi. Öfkelenince Amr’ın göğsünden kalktı. Biraz dolaştı. Öfkesi geçinceye kadar bekledi. Sonra geri döndü. Tekbir getirerek, Mekke Ordusunun dehşetten açılmış gözleri önünde onun en büyük savaşçısının kafasını uçurdu.

            Hazreti Ali’ye sordular:

— Neden Amr’ı hemen öldürmedin?

            Hazreti Ali:

—Onu hemen öldürseydim amelime enaniyet bulaşabilirdi! diye karşılık verdi. Oysa ben onu sadece Allah için, Allah’ın rızasını kazanmak için öldürmek istiyordum. Öfkem geçinceye kadar bekledim. Böylece halis bir eylemin sahibi oldum…

            Evet! Mü’min sadece Allah için yapar yapacağını… Ameline riya, enaniyet karıştırmaz. İhlâs sahibi, muhlis bir insandır o. Yaptığının karşılığını sadece Allah’tan bekler. İnsanlar tarafından ödüllendirilme beklentisi içinde değildir. Kınayanın kınamasına aldırmadığı gibi övgülerden de etkilenmez. Hatta yenilgi veya zafer de pek ilgilendirmez onu. O sadece ama sadece Allah’ın rızasını gözetir…

Sadulla Aydın / İnzar Dergisi / Ekim 2011