Aynur Sülün / Nisanur Dergisi
Bir yandan eğitim sisteminin elinde yontulan, yozlaştırılan, insani değerleri törpülenen; diğer yandan TV ve kitle İletişim araçları tarafından dört bir yandan manevi günahların saldırısına uğrayan; çırpınan, bocalayan, bunalan, kendini arayan bir gençlik…
Tam ergenlik acılarıyla tanıştığı bir esnada; masum duygularını, gençliğini, hayallerini, hedeflerini, şahsiyetini çalmaya gelen hırsızların niyetini bilemediğinden bir misafir karşılar gibi kendi dünyasına buyur eden; şahsiyet hırsızlarının niyetini kavrasa dahi giriş yollarına barikat öremeyecek kadar şaşırtılmaya, uyutulmaya çalışılan bir gençlik…
Bilgisayar oyunlarıyla damarlarına merhametsizlik ve şiddet aşılanmaya çalışılan; vicdanının sesiyle, kalbini işgal edenlerin vesveseleri arasında doğruyu bulmak için çırpınan bir gençlik…
Yaşadığı çağın aydın geçinenleri tarafından tanınamamış, tanımlanamamış; bunca taarruzun ortasında uzatılmış ergenlik yaşadığı için bir türlü büyüyemeyen… Kendisini hep içindeki çocuğun isteklerine adaması gerektiğine inandırılan… Sınırlarını yıkmaya zorlandıkça sınırsızlığın boşluğunda yuvarlanan; yuvarlandıkça beynindeki sarsıntıları tarif etmeye çalışırken hiç kimsenin kendisini anlamadığından yakınan, değersizlik duygularına kapılan bir gençlik…
Ailesinden kopartılmaya ve mensubiyet duygusu çalınmaya çalışılan; bu duygularını futbol, müzik, estetik ve şehvet putlarına kurban etmeye çalışan sistemin karşısında direnme gücü zayıflatılan bir gençlik…
Ağzında sakız varmış gibi konuşmanın, yaka paça giyinmenin, biri üflese düşecek kadar aciz yürümenin, şarkı düzeyinde düşünmenin, geyik muhabbeti yapmanın, ritimle oturup ritimle kalkmanın bir değer olarak görüldüğü dünyada yaşayan bu gençlik, beli kırılmadan nasıl ayakta duracak? Kim tutacak onu yaşlanmasın, yıkılmasın diye elinden?
Kalbine kır düştüğü için büyümeden yaşlanma girdabına yakalanan, duyguları tahrip edildikçe kalbi ağlayan, gözleriyle ağlamayı isteyip de ağlayamayan gençliğin yüreğinden akan yürek yaşını kim eline bir mendil alıp da silecek?
Kendisine acımayan bir dünya düzeninin karşısında kim acıyacak, merhamet edecek, kötülerin ve kötülüklerin ağına düşmekten koruyacak? Köşeye sıkıştırmadan, sorgulamadan, incitmeden savaş meydanından sağ selim çıkması için elinden sımsıkı kavrayıp tutacak? Her an yara alan ruhuna bir doktor edasıyla an be an merhem sürüp derman olacak? Yüreğine bulaşan kirleri merhametli sözleriyle temizleyecek?
Yoksa bunca taarruzun ortasında her inatlaştığında, sorumluluktan kaçmaya çalıştığında, zorluk ve sıkıntıları şikâyetle karşıladığında; sözleriyle ilaç olması gerekirken anlık gafletlerine mahkûm eden;
“Sen zaten hep kolaya kaçarsın!” “Aynı küçük bir bebek gibi davranıp sürekli sorumluluklarından kaçıyorsun!” “Sen geri zekâlı ahmağın birisin!” “Zaten şikâyetten başka bir şey bilmezsin ki!” “Bir gün olsun bir sıkıntıya katlandığını görmedim!” gibi sözleri bir mızrak gibi sürekli yüreğine saplayan, yargılayan, eleştiren, damgalayan ve daha sonra onlardan gelen öfke patlamalarını kendine konduramayan biz anne-babalar mı?
Aslında tam da Allah Resulü (SAV)’nün 1400 yıl önce yaptığı bir tarifin üzerinde duruyoruz. Allah’ın Resulü (SAV) “Çocuk reyhandır! Yedi sene koklarsınız, bir yedi sene de onlar size hizmet eder. Ondan sonra ya dost olur ya da düşman” buyurmuştur.
Yüce Rabbimiz insanı en güzel surette yaratmış ve kendi ruhundan üflemiştir. Çocuk ilk yedi sene aile tarafından sevilir, koklanır, hataları affedilir, görmezden gelinir. Sonraki yedi sene de annenin adeta yardımcısıdır. Bakkala gitmekten, evdeki işlere yardım etmekten gocunmaz. Fakat ergenlik dönemine geçiş olan on dört yaşına adım atınca işler değişir. Ergenliğin getirdiği değişimlerin oluşturduğu karmaşa ile bunca bozucu müdahalenin ve teknolojinin yaydığı zehrin taarruzu altında; ailesinin kendisiyle doğru bir iletişim kuramadığı gençler, aileyle çatışmalı ve onlara karşı kapalı hale gelir. Anlaşılmadıkları, sevilmedikleri, dışlandıkları düşüncelerini taşıdıklarından; aile ne kadar maddi imkân tanırsa tanısın onlarla geçinemezler ve doyumsuz bir kişiliğe bürünürler.
Çünkü gençlerin asıl ihtiyacı olan şey aslında kendilerini yargılamadan, eleştirmeden, azarlamadan kafasındakileri paylaşabilecekleri, her ne olursa olsun saygın bir insanı dinler gibi kendilerini dinleyebilecekleri, sorunlarını paylaşabilecekleri, takıntılarını anlattıklarında saçmalık olarak değerlendirmek yerine teselli edecek, sözleriyle bunaltmak yerine rahatlatacak anne-babalarıdır.
Beklediklerini ailelerden bulamayan gençler maalesef sosyal medyanın ağına takılıyor. Etraflarındakilerle yüz yüze iletişim kurmak yerine; gerek sosyal medyada gerekse cep telefonlarında devamlı yazmayı tercih ediyorlar. Ailesinin kendisiyle sağlıklı iletişim kuramadığı gençlerde bu durum hastalık derecesine ulaşmış bir halde. O yalancı dünyada fikirlerini, resim ve videoları paylaştıkça önemsendiklerini düşünüyorlar. Böylece gerçek yaşamla bağları zayıfladıkça ruhsal dirençleri de zayıflıyor ve psikolojik sorunların pençesine düşüyorlar.
Çünkü gençlerin konuşma ve kendini ifade etme ihtiyacı yüz yüze ve ancak aile içinde karşılanabilir.
Peki, bu kadar pislik yayan sosyal medya İslami şahsiyetler tarafından kullanılmamalı mıdır?
İslami çalışmaları ve...
Tam ergenlik acılarıyla tanıştığı bir esnada; masum duygularını, gençliğini, hayallerini, hedeflerini, şahsiyetini çalmaya gelen hırsızların niyetini bilemediğinden bir misafir karşılar gibi kendi dünyasına buyur eden; şahsiyet hırsızlarının niyetini kavrasa dahi giriş yollarına barikat öremeyecek kadar şaşırtılmaya, uyutulmaya çalışılan bir gençlik…
Bilgisayar oyunlarıyla damarlarına merhametsizlik ve şiddet aşılanmaya çalışılan; vicdanının sesiyle, kalbini işgal edenlerin vesveseleri arasında doğruyu bulmak için çırpınan bir gençlik…
Yaşadığı çağın aydın geçinenleri tarafından tanınamamış, tanımlanamamış; bunca taarruzun ortasında uzatılmış ergenlik yaşadığı için bir türlü büyüyemeyen… Kendisini hep içindeki çocuğun isteklerine adaması gerektiğine inandırılan… Sınırlarını yıkmaya zorlandıkça sınırsızlığın boşluğunda yuvarlanan; yuvarlandıkça beynindeki sarsıntıları tarif etmeye çalışırken hiç kimsenin kendisini anlamadığından yakınan, değersizlik duygularına kapılan bir gençlik…
Ailesinden kopartılmaya ve mensubiyet duygusu çalınmaya çalışılan; bu duygularını futbol, müzik, estetik ve şehvet putlarına kurban etmeye çalışan sistemin karşısında direnme gücü zayıflatılan bir gençlik…
Ağzında sakız varmış gibi konuşmanın, yaka paça giyinmenin, biri üflese düşecek kadar aciz yürümenin, şarkı düzeyinde düşünmenin, geyik muhabbeti yapmanın, ritimle oturup ritimle kalkmanın bir değer olarak görüldüğü dünyada yaşayan bu gençlik, beli kırılmadan nasıl ayakta duracak? Kim tutacak onu yaşlanmasın, yıkılmasın diye elinden?
Kalbine kır düştüğü için büyümeden yaşlanma girdabına yakalanan, duyguları tahrip edildikçe kalbi ağlayan, gözleriyle ağlamayı isteyip de ağlayamayan gençliğin yüreğinden akan yürek yaşını kim eline bir mendil alıp da silecek?
Kendisine acımayan bir dünya düzeninin karşısında kim acıyacak, merhamet edecek, kötülerin ve kötülüklerin ağına düşmekten koruyacak? Köşeye sıkıştırmadan, sorgulamadan, incitmeden savaş meydanından sağ selim çıkması için elinden sımsıkı kavrayıp tutacak? Her an yara alan ruhuna bir doktor edasıyla an be an merhem sürüp derman olacak? Yüreğine bulaşan kirleri merhametli sözleriyle temizleyecek?
Yoksa bunca taarruzun ortasında her inatlaştığında, sorumluluktan kaçmaya çalıştığında, zorluk ve sıkıntıları şikâyetle karşıladığında; sözleriyle ilaç olması gerekirken anlık gafletlerine mahkûm eden;
“Sen zaten hep kolaya kaçarsın!” “Aynı küçük bir bebek gibi davranıp sürekli sorumluluklarından kaçıyorsun!” “Sen geri zekâlı ahmağın birisin!” “Zaten şikâyetten başka bir şey bilmezsin ki!” “Bir gün olsun bir sıkıntıya katlandığını görmedim!” gibi sözleri bir mızrak gibi sürekli yüreğine saplayan, yargılayan, eleştiren, damgalayan ve daha sonra onlardan gelen öfke patlamalarını kendine konduramayan biz anne-babalar mı?
Aslında tam da Allah Resulü (SAV)’nün 1400 yıl önce yaptığı bir tarifin üzerinde duruyoruz. Allah’ın Resulü (SAV) “Çocuk reyhandır! Yedi sene koklarsınız, bir yedi sene de onlar size hizmet eder. Ondan sonra ya dost olur ya da düşman” buyurmuştur.
Yüce Rabbimiz insanı en güzel surette yaratmış ve kendi ruhundan üflemiştir. Çocuk ilk yedi sene aile tarafından sevilir, koklanır, hataları affedilir, görmezden gelinir. Sonraki yedi sene de annenin adeta yardımcısıdır. Bakkala gitmekten, evdeki işlere yardım etmekten gocunmaz. Fakat ergenlik dönemine geçiş olan on dört yaşına adım atınca işler değişir. Ergenliğin getirdiği değişimlerin oluşturduğu karmaşa ile bunca bozucu müdahalenin ve teknolojinin yaydığı zehrin taarruzu altında; ailesinin kendisiyle doğru bir iletişim kuramadığı gençler, aileyle çatışmalı ve onlara karşı kapalı hale gelir. Anlaşılmadıkları, sevilmedikleri, dışlandıkları düşüncelerini taşıdıklarından; aile ne kadar maddi imkân tanırsa tanısın onlarla geçinemezler ve doyumsuz bir kişiliğe bürünürler.
Çünkü gençlerin asıl ihtiyacı olan şey aslında kendilerini yargılamadan, eleştirmeden, azarlamadan kafasındakileri paylaşabilecekleri, her ne olursa olsun saygın bir insanı dinler gibi kendilerini dinleyebilecekleri, sorunlarını paylaşabilecekleri, takıntılarını anlattıklarında saçmalık olarak değerlendirmek yerine teselli edecek, sözleriyle bunaltmak yerine rahatlatacak anne-babalarıdır.
Beklediklerini ailelerden bulamayan gençler maalesef sosyal medyanın ağına takılıyor. Etraflarındakilerle yüz yüze iletişim kurmak yerine; gerek sosyal medyada gerekse cep telefonlarında devamlı yazmayı tercih ediyorlar. Ailesinin kendisiyle sağlıklı iletişim kuramadığı gençlerde bu durum hastalık derecesine ulaşmış bir halde. O yalancı dünyada fikirlerini, resim ve videoları paylaştıkça önemsendiklerini düşünüyorlar. Böylece gerçek yaşamla bağları zayıfladıkça ruhsal dirençleri de zayıflıyor ve psikolojik sorunların pençesine düşüyorlar.
Çünkü gençlerin konuşma ve kendini ifade etme ihtiyacı yüz yüze ve ancak aile içinde karşılanabilir.
Peki, bu kadar pislik yayan sosyal medya İslami şahsiyetler tarafından kullanılmamalı mıdır?
İslami çalışmaları ve...