İmralı’da yatan şahıs sözde bir mahkum.
Hem de kendi halkına karşı işlemiş olduğu suçlar bakımından dünyada eşi benzeri görülmemiş bir mahkum.
Mahkemede 30 bin insanın katlinden sorumlu olduğunu kendisi ifade etti.
Hem de Kürt-Türk, çoluk çocuk demeden…
Öyle iken, dış devletler bu kişiyi bize teslim ederken şart koştular.
Dediler ki “bu kişiye iyi bakın, planladığımız gibi Türkiye’yi parçalayıp Kürt devleti kurma hususunda bize lazım olacak.” Biz de aldık başımızın üzerinde kabul ettik…
Şimdi ise ülke o kabullenmenin faturasını ödüyor.
Türkiye istihbaratının uygulamış olduğu yöntemlerde terörün dindirilmesi için örgütün ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum olan lideri ile sürekli görüşmeler pazarlıklar yapılıyor.
İşe yarasa barı…
Terör diniyor mu?
Aksine barış ve süreç rehavet döneminde…
Terörün toparlandığını.
Daha da azıttığını.
Şehirleri yakıp yıktığını.
Kendine göre devlet oluşturduğunu.
Halktan vergi topladığını.
Mahkemeler kurarak yargılamalar yaptığını.
Türkçe eğitime müsaade etmediğini görüyoruz…
Sözde barış sürecine girildiğinde örgüt silah bırakacaktı bırakmadı.
Kandil’i boşaltacaktı boşaltmadı…
Kehanetçi olmaya gerek yok, her şey aleni olarak ortada.
İmralı Türkiye için bir barış köprüsü olmaktan ziyade cezaevinden örgütünü rahatlıkla idare eden bir sorun olarak çıkıyor karşımıza.
Hiçbir mahkuma tanınmayan ayrıcalık İmralı’ya tanınsa da yine de sonuç yok.
Aksine işler hep tersine gidiyor.
Devlet verdikçe onlar da istiyorlar, ta ki Kürt devleti aşaması tamamlanıncaya kadar.
Beş yıl öncesinde PKK yapılanmasında yöre ile sınırlı iken, şimdiki halinde kolları Kobani’ye kadar uzanıyor. Kobani aslında Kürtçülüğün ülkeye giriş kapısı sayılır.
Kürt devleti buradan başlatılarak Kuzey Irak’a kadar uzanacak.
Proje yeni değil, Sevr antlaşması gereği Osmanlı parçalara bölündükten sonra Beşli Çete dediğimiz Birleşmiş Milletlerin “her ulus kaderini tayin etme hakkına sahiptir” kuralı gereğince ırkçılık belası çıktı sahneye. ABD ile müttefikleri işbaşında.
Açıktan PYD ile PKK’ya silah yardımı yaptıklarını, desteklediklerini görüyoruz.
Anadolu’nun ırkçı bazında bölünmesi gündemlerinden hiç düşmüyor.
O nedenle, Kobani ile İmralı aynı ağırlıktadır.
Birbirlerini tamamlarlar.
Miroğlu gibi bazı yazarların sürekli İmralı’yı adres göstermelerinin elbette ki bir nedeni var. Öcalan ihmal edildiğinde örgüt dağılır, adam yerine konulduğunda toparlanır.
Aslına bakılırsa, Türkiye’nin bu aşamada yapmış olduğu yanlış şudur.
Örgüt tam da dağılacağı esnada araya kimler girmişse sözde barışa doğru bir çalışma başlatıldı. Örgüt zor durumda olduğundan barış bahanesi ile toparlanmak istiyordu.
Hatta lider kadrosunda yaşadığı sıkıntılarla Öcalan ikinci, üçüncü plana itilmek üzere iken birileri işi yönlendirerek İmralı’yı adres gösterdi.
Devlet de bu adrese ağırlık verince örgüt lider etrafında yeniden toparlanmış oldu.
Akil Heyeti gibi çakma tedbirlerin barış adına hiçbir işe yarayamayacağını defaten söyledim. Kadir İnanır gibi isimler Yeşil Çam filmi çevirmekten anlar
Halkın derdinden anlamazlar.
Keza halka ne anlatılacağını bu heyet içerisinde çeşnilik bir iki kişiyi sayabiliriz.
Oysa ki Güneydoğu’nun akil insanları sayılan kanaat önderleri var.
Kürt halkı otoriter olarak Müslüman alimlerle aile reislerini bilir.
Bana göre bu doğrular atlanarak hiç alakası olmayanlarla yola koyulmak önemli taktık hatasıdır. Hele de Kürt halkı deyince, ikidebir İmralı’ya koşmak yanlışın ta kendisi.
Güneydoğu halkı Müslüman, örgüt Marksist, yanı Kemalizm’in bir eşi...
Yörede Kuran’ı anlamada milleti baz alan HÜDA-PAR gibi siyasi aktörler var, bu gibilerin muhatap kabul edilmemesi nedendir bilinmez.
Kısır bir döngü, Kobani ve İmralı takıldık gidiyoruz…
Nusret Çiçek - Yeni Akit