Ahmet Yılmaz / Yazı Dizisi

11 Eylül’ün yıldönümünde Amerikan yönetimi günler önce New York ve Washington  halklarına duyurularda bulundu. Belediye başkanları medya üzerinden anonslar yaptı: İslamcı teröristler, yürüdüğünüz caddenin altına bomba koyabilir, bindiğiniz metroyu havaya uçurabilir, havadaki uçağınızı evlerinizin çatısına düşürebilir, siz her şeyden habersiz masumlar bir İslamcının çılgınlığıyla paramparça olarak hayatın güzelliklerinden yoksun kalabilir, bol olacağı şüpheli kara toprağın altına girip çürüyebilirsiniz.

Propagandanın dozajı, New York ve Washington halkının dünyadan kopuş korkusunu iliklerine işleyinceye kadar artırmış olacak ki televizyon kanallarının kent sokaklarından seçtikleri beli bükülmüş ihtiyarlar mikrofonlara “Çok korkuyorum, o gün dışarı çıkmayacağım” diyordu.

11 Eylül 2011 gelip çatmış; ama iki kentin sokaklarından çocukların patpatları, bile patlamamıştı. Öyleyse bu propaganda oyunu niye oynandı, bu korku piyesi niye sahnelendi? Bunun içerikleri neydi, nereye kadar gidiyordu?

Ağustos sonlarında basına yansıyan bir habere göre büyük Amerika şirketleri düşünce kuruluşlarını; düşünce kuruluşları da F0X, CNN gibi haber kaynaklarını besliyor, kooperatif bir yapılanmayla İslam ve Müslümanlar aleyhinde haber üretiliyor, toplumda bir “İslam korkusu” oluşturuyorlardı. Bu kuruluşlar sayesinde Batı’da “İslamofobi” diye bir kavram türemişti. “Fobi”, içten gelen, tutkulu korkudur, Batılı insanın karanlık fobisi, yükseklik fobisi, yalnızlık fobisi vardı. Bu fobiler romanlara, filmlere konu olur; uzman psikiyatristler tarafından pahalı seanslarla tedavi edilirdi. Bunlar yetmiyormuş gibi Batılının sırtına bir de İslamofobi yüklendi. Batılı, bir de ondan kurtulmak için mi harcamada bulunacaktı? Hem de bu ağır ekonomik kriz içinde...

Batılı sıradan insanın zihnine bu saçmalığı kazıyan güçlerin yapısı nasıldır ve amaçları nelerdir?

Norveç’te kendi halkından onlarca öğrenciyi kurşunlayarak katleden cani Anders Behrin Breivik, bu katliamı kendi halkına İslam’ın yayılmacılığının yol açacağı dehşeti duyurmak için yaptığını söylüyordu.

Norveç gibi İslam fetihlerini hiç yaşamamış bir ülkede bile bu neticeleri doğuranlar nasıl bir çalışma yürütüyorlardı?

Bugüne kadar bu sayfada 1400 yılı geçen tarihimizin; ama özellikle son iki yüzyıldaki bahtsız günlerimizin serüveni aktarıldı. “Dün, bugünün başı; yarının aynasıdır” diyerek modern çağı anlamaya çalıştık. İnşallah bu yazı dizisinde de sizlere Şarkıyatçılıkla profesyonel düzeye ulaşan Batı’nın İslam aleyhindeki propagandasının dününü anlatacağız, dünden yola çıkarak bugünü anlamaya çalışacağız.

Hep ifade ettiğimiz üzere bu sayfada anlatılanlar, uzun araştırmaların ürünü olsa da sadece birer yol işaretidir. İnşallah genç kardeşlerimiz dünyanın en iyi üniversitelerinde okuyarak bu konuları Kur’an-ı Kerim’in ışığındaki bir akademik içerikle araştıracaklar ve yazacaklar.

Batı, İslam’ı yenemeyince ‘yalan’ı sanat yaptı

İslam, doğuda Sasanileri tarihten silerek Orta Asya’ya ve Hint yarımadasına yayıldı. Kuzeyde Batı’nın en büyük imparatorluklarından Doğu Roma’yı (Bizans’ı) yerinden ederek yol aldı.

İslam orduları, İslam’ın daha sahabe çağında Tarsus-Malatya hattını büyük ölçüde sağlama aldı. İzmir’de aylarca konakladı, İstanbul surlarına ulaşıp oraya şehid sahabe mezarlarından işaretler bıraktı. Eba Eyyüb el-Ensari’yi sonradan gelecek mücahitler için dergahın başına bıraktı.

Sonraki dönemde bir yandan Ankara önleri zorlandı, öte yandan Güney ve Batı Avrupa, hem Kıbrıs, Sicilya gibi Akdeniz adaları hem de Endülüs üzerinden kıstırıldı. Batı’nın da Sasaniler gibi tarihten silinmesi an meselesiyken Müslümanların fetih ruhu, yerini kahrolası bir hantallığa bıraktı.

Miladî 10. Yüzyılın sonlarına gelinirken İslam orduları, fetihler yapmak bir yana İslam topraklarını bile savunamaz duruma düştü.

Bizans, Anadolu içlerinde ilerledi, İslam’ın Rusya bozkırına yayılmasını engelleyen Gürcüler Kafkasya’daki İslam kalelerini zorladı, orada Şeddadiler gibi şanlı İslam beyliklerinin kuruluşuyla ancak durdurulabildi.

Müslümanlar, dinden uzaklaştıkça Batı dine sarıldı; Doğu Akdeniz sahillerine 600 binden fazla Haçlı askeri sevk edebilecek bir güce ulaştı.

İspanya orduları tek başına Endülüs’ü günden güne Hıristiyan yurdu haline getirirken Doğu Akdeniz’e yığılan Haçlı orduları Kudüs’ü Miladi 11. Yüzyılın sonunda ele geçirdi. Mısır siyasetini ele geçirdi, Şam’ı, Musul’u hatta Mekke ve Medine’yi tehdit etmeye başladı.

Endülüs, Kuzey Afrika Müslümanlarının tarihi gayretlerine rağmen Emevi alışkanlığı içinde erirken Doğu Akdeniz sahillerinde Haçlıların karşısına önce İmadeddin Zengi, Necmeddin Eyyüb ve onun yiğit kardeşi Şerkah (Dağ Aslanı) gibi birinci kuşak mücahitler ardından Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyübi çıktı.

Selahaddin, Haçlıları Akdeniz sahillerinden süpürdü ancak gemilere binip Batı Avrupa’ya  geçemedi. Akdeniz sahillerinde danışmanıyla sohbet ederken danışmanı “Allah’a yemin ederim ki dünyayı verseler bir sandala binip de şu denize açılmam” derken Selahaddin, (özetle) “Allah’a yemin ederim ki Haçlı belasından kurtulduktan sonra gemilere bineceğim ve yeryüzündeki bütün kiliselerden haçı indirinceye kadar Allah yolunda cihada devam edeceğim” dedi.

Ne yazık ki ömrü buna yetmedi. Onun hem düşünce hem fetih ruhunu kendi kurduğu medreselerde yetişen Şeyh Edebali, Molla Fenari gibi alimler üzerinden devralan Osmanlı, Balkanlar üzerinden Avrupa’ya açıldı, İstanbul’u alarak Ortodoks Hıristiyanlığın siyasi varlığına son verdi. Doğu Avrupa’yı tamamen fethetti, Kırım’ı alarak Rusya’nın kapılarını araladı. Doğu Karadeniz’de Gürcü gücünü kırdı, Karadeniz’i bir İslam denizi hâline getirdi. Katolik dünyayı İtalya’nın güneyinde zorladı, Protestanları destekleyerek Katolikleri parçalamayı denedi. Viyana’nın kapılarını zorladı. Ne var ki Batı Avrupa’yı dize getiremedi. Haçlı Seferleri’ni düzenleyen Katolik kilisesinin belini kıramadı.

Ne oldu da koca Osmanlı, Viyana kapılarında durdu? Katolik dünyası, kimsenin durduramadığı Osmanlı ordularıyla nasıl başa çıktı?

Bu sorunun cevabı, bugünkü Amerika’nın da mayasını oluşturan Batı Avrupa’nın, “Batı” denince temsil olunan uluslararası gücün propaganda savaşına verdiği önemin, duyduğu güvenin gerekçesini ortaya koymaktadır.

Batı, kılıç kullanan şövalyeleriyle İslam’la baş edemeyince dilini ve kalemini yalan üretmek için kullanan, kılıç cambazı değil, dil cambazı şövalyeler yetiştirdi.

O şövalyeler, “Kalem, kılıçtan keskindir”’ tezini bir kez daha ispatladı; papaların, rahiplerin “İsa’nın yurdunu kirli ayaklardan kurtaran cennete girer” vaatlerine artık kanmayan Katolik Avrupa’sı, “Müslümanlar, sizi biçmeye gelen vahşi bir toplumdur” yaygarası karşısında İslam’a karşı halktan bir savunma kalkanı oluşturmayı başardı. Nasıl mı?

Selahaddin’in zaferi Hristiyanlığı sarstı

Batı insanı, güçle haklılık arasında ilgi kuruyor; zafere ulaşanın doğruyu temsil edebileceğini düşünüyordu. (Ki bu düşünce gizli olarak bütün halkların özellikle alt sınıfında vardır.)

Selahaddin’i Eyyübi Hazretleri, “Mukaddes” olduğu söylenen, meleklerle desteklendiği iddia edilen orduları kılıçtan geçirmiş, 10. Yüzyıldan sonra Batı Avrupa’da doruğa çıkan Hıristiyan dindarlığının ev bark edinmeden Batı Avrupa’yı gezen rahiplerin emeğinin ürünü olan savaşçı gücü neredeyse imha etmişti.

Zayıf olan Selahaddin’di; oysa zaferi kazanan o idi.

Güçlü olan Haçlı ordularıydı; ama Haçlı orduları imha olmuştu.

Yoksa Tanrı’nın gücü Selahaddin’in yanında mıydı? Bu güç onun yanındaysa Selahaddin haklı, onun dini hak; Haçlı ordularını hazırlayan Hıristiyan vaizlerin dini batıl değil miydi?

Neredeyse her evden en az bir kişinin öldüğü Batı Avrupa halkının bunu düşünmemesi mümkün değildi.

Bunu hisseden ve tarihi boyunca ince bir örgütlenmeye sahip olan Katolik kilisesi, mensuplarını yitirmemek için harekete geçti.

Akış, Hıristiyanlıktan İslam’a doğru olacaktı. Hıristiyanlıktan kaçan İslam’a gidecekti. İslam’a giden yol kapanırsa Katoliklerin, kiliselerine güvenleri azalmışsa da orada kalmaktan başka çare kalmayacaktı. Bir durgunluk bile Katolik kilisesine “haklılığını ispat için” zaman kazandırırdı.

Bu yüzden kiliseler, kendi etkilerindeki şairleri, İslam aleyhinde propaganda yapmaya yönelttiler. Bu propagandanın ilk şövalyelerinden biri Dante’ydi. Dante, “İlahi Komedya” adlı eserinde kalemini İslam aleyhinde vicdansızca kullandı. Hz. Resulullah (sav) hakkında hiçbir şey bilmeyen Batılıların zihninde olumsuz bir portre oluşturmak için sanatını sattı, kilisenin hizmetine verdi.

Dante, Selahaddin-i Eyyübi’yi Batı’daki şanından etti; ama eserinde o şana saygı duyuyormuş havası verdi. Selahaddin-i Eyyubi’yi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi isimlerle birlikte cehennemin cezası en hafif tabakasındaki günahkar Hıristiyanların arasında gösterdi. Bir süredir, pek çok Hıristiyan propagandacı sıradan halkı Selahaddin’in şanından korumak için “Selahaddin, dinini saklayan, günahkâr bir Hıristiyan’dı” propagandası yapıyorlardı. Dante, bu propagandaya bir miktar daha malzeme sağladı.

Onun tek derdi, daha doğrusu tek görevi vardı: Resulullah’tan nefret ettirmek. Türkçe çevirilerde yer verilmeyen ilgili bölümlerden bazı cümleleri Edward Said “Şarkıyatçılık” kitabına almış (Takdir edersiniz ki o bölümlere burada yer vermek istemeyiz.)

Dante, Resulullah’a (sas) karşı nefreti sözde sanatlaştırmanın mükâfatını kiliseden fazlasıyla aldı. Eseri, İtalya’da fazlasıyla okuyucu buldu. İtalyan ulusal kimliğinin bir parçası gibi kabul edildi, modern İtalyan dili ona dayandırıldı.

Ne yazık ki bu insanlık yoksunu adam hâlâ “erken insan severliğin temsilcilerinden” başlığı altında okul kütüphaneleri üzerinden okutuluyor; örnek alınacak edebiyatçılar arasında gösteriliyor.

Kilise kirli propagandadan verim aldıkça yalan sanatına bilimsellik (?) katmak istedi; daha müteşekkil (organizeli) yapılar kurdu, propagandanın özünde de sınırsız yalancılığa geçildi.

1312’de Viyana’da toplanan “Kilise Şurası” Paris, Oxford, Bologna, Avignon, Salamanca Üniversitelerinde İslam’la ilgili sözde araştırma yapacak bölümlerin kurulmasına karar verdi.

Bu kararla yalan ve iftira, kurumsallaşmış ve bilimin aldatıcı maskesine büründürülmüştü.

İlgili üniversitelerin papazları, sözde araştırmalar yapıyor, bir araya geliyor, İslam aleyhinde uydurduklarını halka nasıl sunarlarsa etkili olacağını tartışıyor ve süzülmüş yalanlarını halka servis ediyorlardı.

Onların durumu Mekke’de Kur’an-ı Kerim karşısında aciz kalan müşriklerin durumu gibiydi. İnkârı ve toplumlarını Kur’an-ı Kerim’den uzaklaştırmayı akıllarına koymuşlardı. Bir araya geliyor, düşünüyor ve akıl almaz iftiralar atıyorlardı.

“Müslümanlar, şeytanın soyundandır; Müslümanlar bununla övünüyor, onlara göre İblis bir kahramandır” diyorlardı. Nereden mi çıkarıyorlardı bu saçmalıkları? Kaynak önemli değildi, önemli olan özellikle sıradan halkın etkilenmesi ve İslam’dan uzak tutulmasıydı.

Bu arada okumuş kesim için de ağırdan ağıra hazırlık yapıyorlar, Kur’an-ı Kerim ayetlerini bütünlüğünden ve dolayısıyla mesajından uzaklaştırarak okuyor; Kur’an-ı Kerim’le toplum arasında bilgi kirliliğinden bir duvar örüyorlardı.

Bu bilgi kirliliğinin ürünü olan eserler aşama aşama bir araya getirildi, Kütüphanelere kondu, onları okuyup değerlendiren sözde akademisyenler türedi ve Batı’da adı “Şarkıyatçılık” olan bir alan doğdu.

Belki tarihte ilk kez yalan ve iftira akademik bir kisveye bürünüyordu.

Batılıların “Şarkıyatçılık”; Müslümanların müsteşriklik dedikleri bu alan gittikçe büyüyecek; ama hiç bir zaman oluşum çağındaki kirli çekirdeğinden uzaklaşmayacak; özü o çekirdekte saklı koca bir ağaca dönüşecekti.

Batılıların “Şarkıyatçı”; Müslümanların “Müsteşrik” dedikleri kelli felli adamlar; bir bilim adamı gibi anılacak onlardan bilim adamlarından alıntı yapılır gibi alıntı yapılacak hatta İslam dünyasının sapmış Batıcıları onları çoğu zaman Müslümanlardan daha güvenilir alimler olarak anacak ve en kötüsü kimi İslam alimleri bile onları adeta bir “Şahit” gibi gösterecekti.

Şarkıyatçılık, özü bakımından şu aşamalardan geçti:

Resulullah’ın ve Kur’an-ı Kerim’in Katolik bakışıyla hedef alındığı dönem: İslam bir yana farklı Hıristiyan mezheplerin bile ağır ceza konusu olduğu o günün Avrupa’sında İslam dünyasındaki binlerce kiliseye karşılık Batı Avrupa’da Endülüs dışında tek cami yoktu; iftiralar kolayca tutuyordu.

Resulullah’ın ve Kur’an-ı Kerim’in Katolik veya Protestan bakışıyla hedef alındığı dönem: Bu dönemde Martin Luther gibi Protestan öncüler, yalan ve iftirada Katoliklerle yarıştılar. Katolikler, onları Müslümanlarla ilişki içinde olmakla suçladıkça onlar Müslümanlara karşı yalan ve iftiralarının dozajını artırdılar.

İslam’ın Fransız laiklerinin bakışıyla hedef alındığı dönem.

İslam’ın sosyalist bakışıyla dinler ana başlığı altında sıradanlaştırılarak hedef alındığı dönem: Bu dönemde İslam, Resulullah ve Kur’an-ı Kerim üzerinden değil, Müslümanların pratiği üzerinden eleştiri yaygınlaştı. Müslümanların her eksiği İslam’a mal edildi.

Belirli Müslüman grupların pratiklerinin hedef alınarak “aşırıları kınama” adına bütün Müslümanların ötekileştirildiği son dönem.

Şarkıyatçılık, Batı’nın detay amaçları açısından da kısmen değişti. (“Detay amaçlar” diyoruz çünkü ana amaç hiç değişmedi.):

Avrupalıların İslam’la şereflenmesini engellemeye yönelik ilk dönem

Avrupalıların İslam Dünyasını sömürgeleştirmeye teşvik eden orta dönem

Avrupalıları sömürgeleştirilmiş İslam topraklarını tanımaya, oralarda yaşamaya teşvik eden dönem.

Avrupalıların İslam’la şereflenmesini engellemeye ve onları Müslümanlara yönelik baskılar konusunda duyarsızlaştırmaya hatta saldırganlaştırmaya yönelik bugünkü dönem.

Bu dönemleri kesin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir; önümüzdeki sayıda bu yönde başlıklandırma yapmadan Şarkıyatçılığı bir bütün olarak size anlatmaya çalışacağız.

Dünyanın büyük bir köye döndüğü bugünün dünyasında bir yalanın tutması zor. Ama Batı’nın elindeki muazzam iletişim araçları bu zorluğun üstesinden geliyor. Bu yüzden New York’un 100 yaşına merdiven dayamış ihtiyar kadını Müslümanların kendisini öldürmesinden korkuyor.  

Devam edecek...