“Bölücü Terör Örgütünün Hakkâri bölge sorumlusu olan bir terörist, Şanlıurfa/Suruç Mürşitpınar Sınır Kapısından yaralı olarak teslim alınmış, Emniyet Müdürlüğü Ekipleri nezaretinde, Diyarbakır Devlet Hastanesine sevk edilmiştir.”
TSK sitesinde, ‘’Güncel Duyurular’’ bölümündeki duyuruda bahsedilen isim ‘’Sofi’’ kod adlı Selahattin Dilek. Gazeteler, pek çok eylemin emrini verdiği söylenen Dilek’in arananlar listesinde üst sıralarda olduğunu yazdı.
Google’da adını aratınca karşınıza bundan bir yıl önce Diyarbakır’da AK Partili siyasetçilere kendi el yazısıyla gönderdiği iddia edilen bir ‘uyarı’ mektubu haberi çıkıyor.
O haberlere göre mektubun bir yerinde şöyle demiş: “Devlete güvenerek iş yapmaya kalkma. Hesap vermek zor bir iştir. Bu borcun altına girmemeniz gerekir. Tek yapman gereken safını bir an önce netleştirmendir.”
“PKK’lıların leşlerini askerime toplatmam” diyen komutanların devletinden, Kobani’de savaşırken yaralanan PKK komutanlarının sınırdan alınıp tedavi için hastaneye götürüldüğünü duyuran devlete geldik.
“Tükürüğümüzle boğacağız”larla “tek bir terörist kalıncaya kadar”larla atarlanan Başbakanlardan, polise verilecek yetkilerin özgürlük alanlarını kısıtlamayacağının garantisini vermeye çalışan Başbakanlara geldik.
Katı olan her şey buharlaşıyor.
PKK hariç.
PKK, dün cenazesi kaldırılan Doğan Güreş’in kudretli bir komutan olduğu günlerdeki gibi bir örgüt hâlâ. Dili, talepleri, tehditleri, örgütlenme biçimi, hâlâ “yakarız biz de İstanbul’u”yla iş yapabileceğini zannetmesi…
Sovyetler yıkıldı. Gorbaçov bile yok artık. Castro yok. Arafat yok. Ama PKK 80’lerin, 90’ların dünyasında yaşıyor
O yüzden çözüm sürecinde ilerleyemiyor.
O yüzden kendi kendine verdiği takvime bile bağlı kalamadı. Söz verdiği çekilmeyi yapmadığı gibi, çekilen güçleri de tekrar Türkiye’ye döndürdüklerini açıkladı. Sebep; devlet adım atmadı. Bizzat Karayılan’ın Türkiye basınına açıkladığı aşamalara göre önce çekilme, sonra adımlar değil miydi?
Çekilmeyi “doğa ve coğrafya koşulları” diyerek Hasan Cemal’in yürüme hızında yürütmüş bir örgüt, geri dönmeyi ise herhalde helikopterle gerçekleştirdi.
Yani PKK çözüm süreci başladığından beri neredeyse hiçbir şey yapmadı. Ne karşısındaki muhatabı hakkındaki düşmanca, tehdit eden dilini, ne taleplerini değiştirdi ne de örgütlenme biçimini. Yıllarca barış diyen bir hareket çözüm sürecinden sonra neredeyse barış kelimesini unuttu. Tabanını barışa ve çözüme hazırlamak bir yana tam tersine, IŞİD-AKP örneğindeki gibi sürekli masada oturduğu iktidarı şeytanlaştırmaya devam etti. Taban, Türkiye’de demokratik çözüme değil, Rojava Devrimi’ne doğru mobilize edildi. En heyecanlı nutuklar Türkiye’de barış için değil, Rojava’da devrim için atıldı. Seferberlik hali hiç bitirilmedi, dağa gidişler durdurulmadı. Fikri ve ideolojik olarak barışa, çözüme, demokratik siyasete hiç yatırım yapılmadı.
“İŞİD eşittir PKK” diyen Erdoğan’ın bu sert sözü, en yumuşağı “Hitler’den tek farkı bıyıkları” olan bütün o düşmanca açıklamalar, yayınlar karşısında İngiliz aristokrasi sınırları içinde bile kalabilir.
PKK’nın çözüm süreci boyunca yaptığı tek şey devletin yaptığının aynısı. Çatışmasızlığa uymak. Devlet de bu süre boyunca hiç operasyon yapmadı.
PKK’nın çatışmasızlık sözüne ne kadar uyduğu da meçhul. Defalarca karakollara ateşler açıldı. İnsanlar kaçırıldı. Yollar kesildi.
PKK, militanlarını sınır ötesine çekmediği gibi, şehirlerde asayiş için YDG-H gibi paramiliter grupları örgütledi. İlk ciddi serhildan çağrısında o milisler sahaya çıktı ve 38 insan öldü.
Kobani’yi korumak için yakılan okul sayısı 112. Bırakın Kobani’yi, bütün Rojava bölgesinde bu kadar okul yoktur. Tahrip edilip yağmalanan iş yeri sayısı 3000. Bütün Rojava bölgesinde bu kadar iş yeri de yoktur. 1113 bina yakılmış. Kobani’deki bina sayısına yakın olabilir.
Yani boşalmış Kobani’yi korumak adına Kobanililerin ve Kürtlerin yaşadığı şehirlerde birkaç Kobaniliyi yok etti bu milisler.
O milisler için “fırtına gençlik”, “kontrol edilemeyen son nesil”, “heyecanlı yeni kuşak” deniyor, sosyolojik mazeretler ortaya sürülüyor. Peki Öcalan’ın mektubuyla bir anda nasıl dindi bu fırtına, nasıl kontrol altına alındı bu kontrol altına alınamayan öfkeli gençler?
Bazıları da “Barış süreçlerinde olur bunlar” diyor. Olur da o örneklerin hiçbirinde bunlar barış süreçlerinde olur diyen çıkmadı. Kimse de bir daha olmaması için “olur böyle şeyler” deyip meşrulaştırılmadı. Tarih tekerrür etmek zorunda da değil. Olur böyle şeyler deyip geçilmesini teklif ettiğiniz şey; bazıları vahşi yöntemlerle öldürülmüş 38 insanın hayatı!..
Çözüm sürecinin birinci hedefi o 38 insanı hayatta tutmaktı.
Kürt sorunu denen sorunun en acil, en hayati kısmı, hayatı en felç eden çözülmesi en zaruri gündemi de anadilde eğitim değil, insanların ölmediği, silahların konuşmadığı bir ortama geçişti, hâlâ da öyle.
Ama böyle bir çözüm sürecinin ortasında siz hiçbir sözünüzü tutmayıp bir de üstüne şehirlerde milis kuvvetler kurarsanız, çoğu Kürt 38 insan da onlar tarafından, onların başlattığı çatışmalarda ve yakıp yıkmalarda ölürse o zaman sizin çözümden ne anladığınız hakkında yeniden konuşmak gerekir.
PKK’yı bunun için eleştirmek çözüm sürecine zarar vermek değil, aksine bunu eleştirmemek, 38 insanın ölümünü görmezden gelmek, PKK’nın gençlik çeteleri hiçbir şey yapmamış gibi davranmak, linç edilmiş, binadan atılıp kafası ezilmiş 16 yaşındaki çocuğun cesedine dönüp bakmamak çözüm sürecinden, barıştan tabii insanlıktan hiçbir şey anlamamış olmanın bir işareti olabilir.
PKK’yı bu eleştirilerden muaf tutup suçu ‘üç harfliler’le, bilinmez çetelere atarak Kürtlere, HDP’ye, PKK’ya yaranmaya çalışanlar Kürtlere, Türklere, PKK’ya, HDP’ye en büyük kötülüğü yapıyor.
90’ların devlet terörü karşısında neredeyse tek başına durmuş İnsan Hakları Derneği örneğin.
Kobani olayları için yayınladıkları rapor dünya insan hakları tarihinin kara bir sayfasında yer almayı hak ediyor.
Şöyle başlıyor rapor:
“Gösterilerde devlet şiddetinin yaygın olarak kullanılması sonucu çok sayıda kişinin yaşamını yitirmesi ve kamu/özel bina ve iş yerlerine yönelik saldırıların artması nedeni ile başta HDP olmak üzere DTK, DBP, STK’lar ve yetkililerin açıklamaları ile ortamın sakinleşmesine dönük çağrılar yapılmıştır. Aşağıda belirteceğimiz rapor bu gösteriler sırasında devlet şiddeti, devlet güçlerinin göz yumması sonucu paramiliter grupların şiddeti sonucu meydana gelen hak ihlallerinden bahsedilmiştir.”
“Paramiliter grupların şiddeti” cümlesinin ilerleyen sayfalarda açılıp ortaya adil bir rapor çıkması ümidiyle okumaya devam ediyoruz. Ama raporun temel mantığını keşfetmeniz uzun sürmüyor. Birkaç örnek okuyalım:
“7 Ekim 2014’te, Siirt`in Kurtalan ilçesinde ise AKP`li Belediye Başkanı Navzat Karatay`a yakın korucular tarafından açılan ateş sonucu Y.Ç. (17) ile Mehdi Erdoğan (35) isimli 2 kişi yaşamını yitirdi. 11 kişi de yaralandı.”
“8 Ekim 2014’te, Mardin’in Dargeçit ilçesinde Kobanê`ye yönelik saldırılara karşı yapılan protesto eylemlerinde Bilal Gezer ve Sinan Toprak isimli vatandaşlar hayatlarını kaybetti.(Bu kişilerin HUDA-PAR ilçe başkanı tarafından öldürüldükleri iddia edilmektedir.)”
Faillerin adı, kimlerden, hangi partiden/örgütten hatta kimin yakını olduğuna kadar detaylar verilmiş. İddia edilenler de iddia olarak yer almış. Tabii fail AKP’ye yakın ve Hüda Par/Hizbullahtansa (Raporda HDP/PKK diye bir kullanım olmadığını söylemeye herhalde gerek yok.)
Diğer ölümler için İHD’nin uygun gördüğü muamele şu:
“9 Ekim 2014’te, Diyarbakır’da Kobani protestoları düzenlendiği sırada karşıt görüşlü protestocular arasında çıkan çatışmada Yasin Börü ve Hasan Gökgöz yaşamını yitirdi.”
Linç edilip, başı ezilerek öldürülen 16 yaşındaki bir çocuk olsa da. Bir de üstüne linç edilen insanlar çatışmanın bir tarafı yapmış. Bu kadarını 90’ların devleti yapardı eskiden..
Ama şu kadarını da yaparlar mıydı emin olamıyor insan:
“9 Ekim 2014’te, Adana’nın Yüreğir ilçesinde çatışmaların devam ettiği esnada kimliği belirsiz bir grupla evinin önünde oturan Ahmet Albay (69) uğradığı bıçaklı saldırıda yaşamını yitirdi, oğlu Veysi Albay da yaralandı.”
Mantığı anladık artık. Hizbullahçılar öldürdüyse adına kadar yaz. Ama PKK’lılar yaptıysa fail-i meçhulleştir. “Sen İŞİD’çi misin” diye öldürülen yaşlı adam için bile…
Bu garabetin daha felaket bir örneği:
“8 Ekim 2014’te, Mardin’in sokağa çıkma yasağının olduğu Kızıltepe ilçesinde akşam saatlerinde 2 kişi vurularak öldürülmüş halde bulundu. Ölenlerden birinin Suudi Arabistan vatandaşı Fehad İbrahim Elduveric diğerinin de Suriye vatandaşı Abdullah Muhamet Latif olduğu öğrenildi.”
“7 Ekim 2014’te, Mardin Kızıltepe`de, Kerem Karaaslan (22) isimli bir genç, protestolar sırasında plakası belirlenemeyen bir araçtan açılan ateş sonucu hayatını kaybetti.”
Birincisinde sokağa çıkma yasağı vurgusu, failin devlet olduğuna bir işaret.
Halbuki yakınlarının anlattıklarından bütün hikayeyi biliyor Türkiye. İHD hariç.
YDG-H’ciler tarafından sakalları yüzünden nasıl İŞİD’çi diye arabalarının durdurulduğunu, sonra akrabalarıyla yaptıkları görüşmeleri, o sırada çekilip internette atılan korku dolu fotoları…
Maktulü suçlu ilan eden şu cümledeki kadar kör testereyle yapılmış bir karartmayı bu rapora bile yakıştıramıyor insan:
“10 Ekim 2014’te Diyarbakır`da Kobanê`ye yönelik saldırılara karşı halkın protesto eylemlerine yönelik saldırılarda çıkan çatışmada 7 Ekim`de Bağlar`da yaralanan Hizbullah-HÜDA-PAR üyesi olduğu belirtilen Cumali Güneş (30) de hayatını kaybetti.”
Fail? Halk…
Galiba en kötüsü bu. Eşi başörtülü diye başlayan bir tartışmada IŞİD’çi diye vurulan Mahmud Enez ve Hizbullah’a yakın Cami-Der’e yönelik saldırıda öldürülen Turan Yavaş’a yapılan…
“Diyarbakır’da polis ve Hizbulkontracıların açtığı ateş sonucu 55 yaşındaki Mahmud Enez, 19 yaşındaki Süleyman Kale, Turan Yavaş,….”
Utanç verici demek bile insanın yüreğini soğutmuyor.
Başı ezilerek öldürülen Kürt çocukları için vicdanından tek bir satır çıkmayan ünlü bir Kürt şairin, ensesinden bir kurşunla öldürülen Azadiya Welat Gazetesi çalışanı hakkında attığı bir tweette söylediği gibi: “Korkunçsunuz”
Türk Silahlı Kuvvetleri sınırdan yaralı PKK’lı taşırken, İnsan Hakları Derneği 90’larda o TSK’nın yaptığı gibi failleri meçhullaştırıyor.
İnsan Hakları Derneği böyle olan bir ülkede bir barış sürecinin olması bile bir başarı.
Kıymetini bilelim.
Belki insanlık adına gurur duyacağımız tek şey o olabilir…
Yıldıray Oğur / Türkiye Gazetesi