ABDULKADİR TURAN / DOĞRUHABER/ANALİZ

‘Basın’ denenince çoğu zaman ‘medya’ anlatılmak istense de gazete akla gelir. ‘Gazete’ denince de hatırlanan, İslam düşmanlığıdır.

Gazetelerin İslam düşmanlığı oldukça eski olsa da bu düşmanlığın Müslümanlar tarafından fark edilmesi ancak ‘yerli’ gazetecilerin sayısının artması ve ciddi bir okuyucu kitlesine ulaşması ile gerçekleşebildi.

Müslümanlar, daha önce Batı’da ağır bir İslam düşmanlığının var olduğunu biliyorlardı. Ancak basın üzerinden yürütülen o düşmanlıkla hem doğrudan muhatap olmuyorlardı hem de “Gavur, gavurluğunu yapar” diyerek onu çok önemsemiyorlardı.
Müslümanın İslam’a düşmanlık etmesi ise kabul edilebilir değildi. Müslümanlar, kendileri ile aynı adı taşıyanların, üstelik okusunlar da bilge olsunlar diye Avrupa’ya gönderdikleri öz evlatlarının İslam’a açıktan veya gizliden saldırdıklarını duyduklarında adeta şoke oldular: “Bir İslam evladı nasıl olur da İslam’a hakaret ederdi? Bir İslam evladı nasıl olurdu da İslam’a karşı savaşırdı?”

Ancak ağır bir şaşkınlık sürecinden sonra hem Batı’daki İslam düşmanlığına, hem bu yerli İslam düşmanlığına karşı bir tedbir olarak İslamî kalemler devreye girdi ve İslamî basın doğdu.

Bu yönüyle İslamî basın, dışarda ve içerde olmak üzere iki cephede savaşmak zorunda kaldı. Belki bu büyük savaşta yetersiz kaldığı oldu ama daima mukaddes bir görevi yerine getirdi.

GAZETELER İSLAM’A NİYE DÜŞMAN?

İslam dünyasındaki ‘merkez basını’ da denen yüksek tirajlı gazetelerin çoğu, doğrudan ve dolaylı olarak İslam düşmanlığı yaptı, onlardan bir kısmı da yapmaya devam ediyor. Bunun bir nedeni olarak çoğu zaman ‘Yahudi sermayesi’ gösterildi.
Kesinlikle doğrudur. Özellikle Türkiye’de Yahudilerin basına sağladığı sermaye her zaman basının İslam’la savaşmasında etkili oldu. Yahudiler, basına bazen doğrudan sermaye yatırdılar, çoğu zaman ise basını besleyen reklam sektörünü ellerinde bulundurarak basının arkasındaki sermaye gücü konumunda durdular.

Parasını Yahudi’den alan bir basının İslam’a karşı nasıl bir tutum içinde olacağını anlatmaya bile gerek yok. Basın, bir yandan ahlaksızlığı yayarak Müslümanları günahkârlıkla niteliksizleştirdi, diğer yandan zihinsel bombardımanda bulunarak İslam gençlerinin İslamî hafızalarını tahrip etti.

Müslümanların bir kısmı, medyadaki İslam düşmanlarının oyununa gelerek içki ve benzeri günahlar üzerinden şahsiyetini kaybetti, Batılı şirketlerin ahmak bir tüketicisi oldu. Bir süre sonra da “Bu, benim özgürlüğüm” diyerek günah işleme noktasından, günahın bekçisi olma, ona günah ortamı oluşturan yapının koruyucusu olma çukuruna düştü. Bugün İslam şehirlerinin fikir çukurları bu tiplerle doludur. Onlar, politik bir cephe de oluşturuyorlar, parlamentolarda kimi zaman çoğunluk grubunu bile oluşturuyorlar.

Bir kısım Müslüman da fikren gazetelere yenildi; sosyalist oldu, ırkçı oldu, İslam’a karşı savaşanların arasına katıldı; Batı’nın kirli projelerinin çöpüne dönüştü. Hepimizin çevresinde bu çöp durumunda olan gençler vardır. Kimisinin babası, bir İslam âlimi, kimisi nesiller boyu dindar bir ailenin evladı…

Yahudi sermayesi dışında basındaki durumun diğer bir nedeni olarak azınlıkların gazetelerdeki etkinliği ifade edilir.

Bu da doğru bir tespittir. İslam dünyasında hiçbir zaman basındaki Hıristiyan, Yahudi sayısı bu azınlıkların nüfusuyla orantılı olmamıştır. Basında o kadar çok azınlık mensubu var ki bu konuyu araştıranlar ister istemez “Acaba azınlıklar, sadece basılı ve görsel sektörlerde mi çalışıyor?” sorusunu soruyorlar.

Bununla birlikte bu azınlık mensupları, sıradan bir azınlık mensubu değildir; onların pek çoğu masonluk gibi yapılanmalar üzerinden uluslararası sistemin bir çalışanıdır. Maaşını onlardan alır ve İslam’a düşmanlık etmekten başka hiçbir işin organizasyonu ile uğraşmaz.

Ancak gazetelerin İslam’a düşman olmasında bu ikisini de aşan bir başka neden vardır: Avrupa’daki İslam düşmanlığı mirası…

KİLİSEDEN MİRAS ALINAN İSLAM DÜŞMANLIĞI

Avrupa’da gazetecilik, kilisenin henüz güçlü olduğu 17. Yüzyıl başında yayıldı. Katolik kilisesi, ta Endülüs’ün fethinden beri İslam’ı kendisine karşı “1 Numaralı Düşman” olarak tanımlamış, bütün gücünü bu düşmanlık yolunda seferber etmişti.
Ve işte o kilise, yayın sektörü üzerinde mutlak bir güce sahipti. Matbaacıların yayınladıkları her kitap, kilesinin kontrolünden geçiyordu. Bu, yayıncılık önünde büyük bir sansürdü. Bu sansürü aşmak isteyen matbaacılar, kilisenin İslam düşmanlığı zaafından yararlanma yoluna gittiler. Günah bağışlayarak para kazanan kilisenin gözüne girmek için İslam düşmanlığı içeren kitap basma yarışına girdiler.

Ne kadar çok İslam düşmanlığı yaparlarsa sansürden o kadar kolay kurtulacağını bilen matbaacılar, bir müstehcen kitabı dahi katı kurallara sahip kilisenin sansüründen kurtarmak için ya bizzat o kitabın içine İslam düşmanlığı serpiştirdiler. Ya da öyle bir kitaptan önce İslam’a ağır hakaretler içeren bir broşür basarak kilisenin dikkatini çektiler, sonraki kitaplarının daha üstün körü incelenmesinin yolunu buldular. İslam aleyhinde hikâyeler uydurdular, sahte anı ve seyahat kitapları yazdılar. İslam dünyasını hiç görmemiş kişiler, İslam dünyasını baştanbaşa dolaşmış gibi Müslümanlardan bahsetti ve Batı’nın kötülük olarak bildiği ne varsa hepsini İslam’a atfetti.

Katolik kiliseyi yenerek bölgesel iktidarlar kuran Protestan kilise de sürekli “Bölücülük yaparak İslam hesabına çalışıyorsunuz” ithamına maruz kaldı, bu ithamın kendisi üzerindeki etkisini azaltmak için Katoliklerin yaptığından çok daha ağır bir İslam düşmanlığı yaptı. “Akıl Dini Hareketi” olarak bilinen Batı’daki laik hareket de benzer bir ithamla karşılaştı ve Katolik kilisenin kendi aleyhindeki propagandasını bertaraf etme adına din karşıtı söylemini neredeyse tamamen İslam düşmanlığı üzerine oluşturdu.

İslam dünyasındaki basın ise tam da bunların elinde yetişti, kiliseden devralınan “1 Numaralı Düşman İslam” ilkesini miras aldı ve ilk gününden bu yana Müslümanları aralıksız bir zihinsel bombardımana tabi tuttu.

Kilise için İslam dünyası, ‘necis putperest Müslümanlar’ın elinde bir cennetti. Müslümanlar, mukaddes topraklara yerleşmiş ‘zalim’ ve ‘günahkâr’ bir topluluktu. İslam dünyasının üzerine kurulduğu mukaddes coğrafyayı Müslümanlardan kurtarmak her Hıristiyan’ın hatta her insanın göreviydi.

İslam dünyasında basının başına geçirilen laik elit, kilisenin ‘mukaddes topraklar’ kavramı yerine ‘vatan’ kavramını yerleştirdi.

Kilisenin söylemini dünyevileştirmekten öte hiçbir değişiklik yapmadı.

Zihinsel beslenme ile davranışlar arasında doğrudan bir ilgi vardır. Kişi, zihnen nereden besleniyorsa davranış olarak oraya benzer.

Basını elinde bulunduran elit sınıf, kiliseden, masonlardan ve Yahudilerden besleniyordu. Dünyaya onların gözüyle bakıyordu. Onlara göre ‘aziz vatan’, ‘cahil-kirli (pis)- tembel’ (Müslüman) halkın elinden mutlaka kurtarılmalı, çağdaşlığın azizlerine teslim edilmeliydi.

Kiliseden ve Yahudilikten asla bağımsız düşünülemeyecek olan çağdaşlığın ulaştığı her yer özgür, çağdaşlığın ulaşmadığı her yer esirdi. Kadınlar da aslında ‘cahil-kirli (pis)- tembel’ (Müslüman) erkeklerin elinde birer esireydi. Her çağdaş özgürlükçü, kadınları onların elinden kurtarmak ve özgürleştirmek (!) için çalışmak zorundaydı.

Burada Katolik kilise-Protestan kilise- Yahudi kini söyleminin tamamen çevirisi, taklidi söz konusudur. Taklitçi daima asıldan daha aşırı olur. İslam dünyasında basındaki çağdaş elit sınıf da İslam düşmanlığı konusunda Batı’dan bile daha aşırı, daha kindardı. İslamî değerlere saldırı konusunda çok daha cesurdu. Bunun için İslam dünyasındaki basın, ahlaksız müstehcen yayıncılıkta Batı’dan daha aşırıydı. Batı basınında hiç olmazsa fikir gazeteleri müstehcen yayınlardan kaçınırken İslam dünyasında fikir gazeteleri bile müstehcen resimleri yayınlamayı çağdaş bir sorumluluk olarak görüyor, o sorumluluğu yerine getirmeyenleri gericileri desteklemekle itham ediyorlardı.

İSLAMÎ BASININ OLUŞMASI

İslam’da “helal iletişim” çok önemlidir. Müslüman, midesini helalden beslemek zorunda olduğu gibi zihnini de helalden beslemek zorundadır. Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de açık bir hükümle kaynağı fasıklar olan habere araştırmadan inanmayı yasaklamıştır. (Hucurât 6)

Kaynağı fasıklar olan habere araştırmadan inanmak yasak ise Müslüman kaynağı İslam düşmanı kâfirler olan haberlere nasıl araştırmadan inansın.

Bu durum sadece küfür basınından korunmayı değil, küfür basınının etkin olduğu bir dünyada İslamî bir basına sahip olmayı farz (-ı kifaye) kılıyor.

Zira “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.” ayet-i kerimesi fasıklardan gelen habere doğrudan ‘inanmayın’ demiyor, o haberin araştırılmasını istiyor. Bu da alternatif bir haber kaynağı oluşturmayı gerektiriyor.

Ne yazık ki Müslümanlar, ilk dönemde ayet-i kerimedeki ‘araştırın’ hükmünü pratikte sadece ‘inanmayın’ olarak anladılar. Elit laik kesimin elindeki gazetelere karşı haber kaynakları oluşturmak yerine o gazeteleri, dergileri evlerine getirmemekle, onlardan taşınan haberlere kulaklarını tıkamakla yetindiler.

Benzer bir tavrı daha sonra televizyona karşı da takınmak zorunda kaldılar. Nitekim Şeyh Alaaddin-i Haznevi Hazretleri ‘Kötü Alimler’in en büyük özelliklerinden biri olarak radyo ve televizyon bulundurmayı gösteriyor. O halde iyi olmanın bir özelliği de bu iletişim araçlarını bulundurmamaktır. Ancak, bu istenen durum değil, ‘mecburi kalınan’ bir durumdu. Zira hiçbir İslam âlimi, iletişimin ve bu çağ özelinde helal iletişimin önemini inkâr edemezdi.

Müslümanlar, haberciliğin Batı’daki gelişmesiyle uzun süre ilgilenmediler. Batı basınında İslam’la ilgili çıkan haberleri duymadılar, önemsemediler.

İslam dünyasında önce Yahudi, Ermeni, Rum gibi azınlıklar haberciliğe el attılar; Batı’dan getirdikleri matbaalarda kendi topluluklarına yönelik çoğu zaman kendi dinsel inançlarını öne çıkaran dergi ve gazeteler çıkardılar.

Müslümanlar, bu durumu ne yadırgadılar ne de örnek aldılar.

Ama zaman durmuyordu, gün geldi Batı’da yetişen, Paris, Londra gibi kentlerde okuyan Batıcı aydınlar, Batı’nın desteği altında ve çoğu zaman deneyimli oldukları gerekçesiyle gayri Müslim gazetecilerle ortaklık kurarak gazete ve dergi çıkarmaya başladılar.

Bu dergi ve gazeteler çoğu zaman “Biz söylemiyoruz, şu Batılı gazete haber veriyor” deyip düşmanlıklarının üzerine bir Batı maskesi geçirerek İslam’a ve Müslümanlara saldırdılar.

Müslümanlar, düşmanlarını kendi içlerinde bulmuşlardı; onlara cevap vermek gerekiyordu ve bu cevap için minberler de, cami avluları da yetersiz kalıyordu. Belki gazete çıkarma imkânı yoktu ama dergi yayımlanabilirdi.

Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un ta Paris’e uzanarak 1884’te “Urvetül Vuska”yı çıkardılar. Bu, bilinen ilk İslamî dergidir. Sonraki yıllarda Reşit Rıza, Mısır’da El-Menar’ı çıkardı. Üstad Bediüzaman’ın yazıları 1900’lı yılların başında dergilerde yayımlandı. Mehmet Akif Ersoy ve arkadaşları Sebilürreşad-Sıratılmüstakim dergileriyle fikirlerini duyurdu. Üstad Mevdudi, Pakistan’da Tercüman’ül Kur’an’ı (1933); İhvan-ı Müslimin hareketi ise 1950’lerde Seyyid Kutup yönetiminde Yeni Fikir dergisini çıkardı. Bunlar hep İslam’ı müdafaa yayını niteliğindedir.

Bugün için ise artık “müdafaa” da yetersizdir. Müslümanlar, Batı’nın zaafiyetlerini sergileyerek Batı hayat anlayışına karşı Din-i Mübin’i sadece İslam dünyasına değil, Batı’ya da anlatarak İslam’ın hürriyeti ve dünya hâkimiyeti için çalışmak zorundalar.
Bu da İslamî iletişim kanallarını, İslami dergileri, gazeteleri, radyoları, televizyonları zorunlu kılıyor.
Ne var ki geçmişte ağır yasaklar, bugün ise ekonomik engeller ve “ekonomik yasaklar” Müslümanların bu alanda yeteri kadar yol almasını engelliyor.

Bu engelin aşılması ancak İslamî basına sahip çıkmakla mümkündür. İslami basın, dev medya organları karşısında küçük olabilir. Ama İtalyan tankları karşısında Ömer Muhtar’ın omzundaki tüfek misali değerlidir, önemlidir.

“Madem, tankımız yok, o halde tüfeğimiz de olmasın, ona da sahip çıkmayalım” demek Ömer Muhtar gibi bir kahraman için ne kadar yersiz bir tutum olacaksa bugün İslam dünyasında “Madem dev medya organlarımız yok o halde mütevazı medya organlarımıza sahiplenmek boşunadır” demek de o kadar yersizdir.