ABDULKADİR TURAN / ANALİZ
Başta Amerika olmak üzere, Batı’nın İslam dünyası düşmanlığı gündemden hiç düşmüyor. Kendi içindeki Müslümanlara bir ölçüde insancıl davranan Batı’nın İslam dünyası ile ilgili olumsuz projeleri hep konuşuluyor.
Açık bir ifadeyle Batı’da İslam karşıtı organize edilmiş, sürekli bir kin var. Süreklilik arz eden bir kini oluşturmak ve işlevsel hâle getirmek için örgütlemek kolay değildir.
Batı’daki mevcut İslam dünyası karşıtı kin nasıl oluşturuldu ve katliamlar yapacak kadar fonksiyonel bir örgütlülüğe nasıl büründü?
Hz. Ömer (ra) döneminde İslam ordularının Kudüs, Mısır, Şam fethi...
İslam ordularının Endülüs’ü fethedip Fransız dağlarına dayanması...
1071’den sonra Anadolu’nun Selçuklu ordularınca fethi...
Haçlı ordularının imhası...
Moğollara bağlanan umudun Moğolların Müslüman olmasıyla sonuçlanması...
Rusya içlerine yönelen Moğolların İslamlaşıp bugünkü Kırım’da Müslüman Altın Ordu devletini kurmaları...
Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u fethi ve ardından Roma kapılarına dayanması...
Osmanlı ordularının Balkan fetihlerini tamamlayarak Viyana kapılarına dayanmaları...
Batı, tarih boyunca İslam ordularının ayak seslerini hep kapısında hissetmiş, her an bir İslam ordusunun onun yaşadığı toprakları fethedeceği korkusuyla yaşamış. Avrupalılık kimliğini de bizzat Endülüs’ten Fransa’ya yönelen İslam ordularına karşı savaşlarda inşa etmiş.
19. yüzyılda gerçekleşen Cezayir, Hindistan, Orta Asya, Kırım işgallerinin bütün İslam dünyasını işgalle sonuçlanacağına dair oluşan umudun, I. Dünya Savaşı’ndaki büyük güce rağmen gerçekleşmemesinin yol açtığı hayal kırıklığı... Bir yarım kalmış rüya...
Batı, hâlâ o rüyayı görüyor ve rüyanın gerçekleşmemesinin kahrını yaşıyor.
Kin ve nefreti, bu gerçekleşmeyen rüya ile izah etmek yanlış değildir.
Ama Batı’daki kin, sadece bu kayıt altına alınmış tarihi olaylarla sınırlı değildir. Meselenin önemli bir yanını, Batı’nın kayıt altına alınmayan “öteki”ye karşı kimlik inşası oluşturuyor. Batı, tarih boyunca kendi “öteki” si olarak İslam’ı görmüş; “istenmeyen evladı” sosyalizm ile mücadeleye ayırdığı 46 yıl gibi kısa bir ara (1945-1991) hariç, İslam’ı sürekli kendisine karşı “1 Nolu Düşman (The First Enemy)” olarak konumlandırmıştır.
Tarihî sürece bakıldığında Müslümanların bu kin karşısında şaşkınlığa düşmeleri için hiçbir neden yoktur. Ama özellikle sosyalizm ile uğraşma ara sürecinde Batı’nın insan severliğine inanan, şarkiyatçı bir bakış açısıyla “İslam dünyası vahşeti yaşıyor, Batı cenneti” efsanesine inanan Müslüman ülkelerdeki kimi gruplar, uluslararası sistemin İslam dünyasına yönelik kanlı projelerini hep konjönktürel gerekçelerle açıklama yoluna gidiyorlar. Büyük rüyasını ne kadar saklarsa İslam dünyasını o kadar uyuşturarak en az zayiatla ele geçirebileceğine inanan Batı’nın böyle bir açıklama tarzına ihtiyacı olduğundan Batı bu açıklama tarzına sürekli malzeme taşıyor. Bu gerçeklere kör, bu yüzeyi aşmayan açıklama tarzını sürekli besleyerek büyük emeline doğru yol alıyor.
“HIRİSTİYAN ESİRELER” EDEBİYATI
Kadın esareti herhalde bir toplum için en ağır esarettir. Kadın esaretini sürekli gündemde tutmak, bir kini sürekli gündemde tutmakla eştir.
“Hıristiyan esireler” kavramı, Batı’da İslam dünyasıyla savaşlarda ya da Akdeniz’deki deniz karşılaşmalarında Müslümanlara esir düşen Hıristiyan kadınlar için kullanılıyor.
Batı, yüzyıllardır bu esareti en kirli şekilde bir siyaset aracı olarak akıllarda tutuyor. Bu konu, Batı’da daha romancılık çağından önce neredeyse başlı başına bir edebiyat türü oluşturacak şekilde işleniyor.
Kadın esaretini anlatan eserlerde, İslam düşmanlığı; denizci maceraları, cinsellik ve Hıristiyan dindarlığı ile iç içe geçirilerek ilgi çekici bir anlatıma büründürülüyor, her Batılının okuyup etkileneceği bir dini-siyasi nefret malzemesine dönüştürülüyor.
Kilise, yüzyıllar boyunca İslam’ı putperest bir din, Müslümanları şehvet düşkünü barbar bir topluluk olarak anlatmıştır.
Bu anlatımda “putperestlik”, Kilisenin kurtulacak hâl olarak gördüğü ilkellik anlamını taşıyor. “Şehvet düşkünlüğü” de hayvanî duygular içinde olmayı ifade ediyor. Dolayısıyla bu ithamlarda bulunanlar, “İslam, Hıristiyanlık sonrası bir ileri adım değil, Hıristiyanlık öncesi bir putperest ilkelliğidir. Ona inanan Müslümanlar da henüz insanlaşmamış, hayvanlara özgü şehvet bağımlılığını aşmamış bir topluluktur” diyorlardı.
Bu, İslam’a karşı bütün saldırıları ve İslam yurduna karşı işgal hareketlerindeki bütün vahşetleri meşrulaştırıyordu. İslam vatanına doğru yönlendirilen ordular, bu ağır anlayışı onlarda oluşturacak ve sürekli canlı tutacak hikâyelerle besleniyordu. Bu alanda yalanın sınırı yoktu. Kim ne kadar yalan söyleyebiliyorsa o kadar büyük bir Hıristiyanlık mücahidiydi ve kim o yalanlara ne kadar inanabilmişse o kadar mutmain bir Hıristiyanlık aziziydi.
Putperestlik ve İslam... Hiç yan yana gelecek iki yol mu? İslam, ilk cihadını putperestliğe karşı yapmamış mıydı? Putperestleri “necis” sınıfında görüp Hicaz’dan uzak tutmamış mıydı? Hatta İslam, Hıristiyanlardan cizye alırken putperestlerin Arap yarımadası dışında tutulmasını emretmemiş miydi?
Kilise bütün bunları biliyordu. Ama kilise için doğrunun hiçbir değeri yoktu. O sadece İslam’a karşı kin oluşturma derdindeydi. Cennete ulaşmanın yolunu o kinde görüyordu. Bunun için bu kadar sınırsızdı. Toplum da onun propagandasına kanarak şekil alıyordu.
KİTAP İZNİ ALMAK İÇİN İSLAM’A DÜŞMANLIK YAPIYORLARDI
Batılı prensler ve orta sınıfın kiliseye karşı iktidara gelmesinden önce matbaaların denetimi tamamen kilisenin elindeydi.
Para karşılığında günah bağışlayan kilise, matbaa sahiplerinin iş yapma iznini de adeta İslam düşmanlığına bağlamıştı.
Matbaa sahipleri, İslam düşmanlığı yaptıkları kadar kiliseden kitap izni koparabiliyor; binler satıp çok para kazandıracak müstehcen bir eseri basmak isteyen bir matbaa sahibi, işin yolunu o müstehcen kitaba İslam düşmanlığı sokuşturarak buluyordu.
“Para kazanmak için kiliseden izin almak- kiliseden izin almak için İslam’a düşman olmak” zorunluluğundan gelen işte bu aşağılık yol, Batılı kitap basıcılarını “Hıristiyan Esireler” edebiyatına götürdü.
Müslümanlara esir düşmüş bir Hıristiyan kadının dramını duyurma adı altında akla hayale gelmeyecek yalanlar uyduruldu, en aşağılık müstehcen tasvirler yapıldı, olaylar anlatıldı. Ne anlatırsa anlatsın bunun İslam düşmanlığına yol açtığını gören kilise, yapılanlardan memnun kaldı, yalanı teşvik etti.
Kilisenin ardından gelen sözde “Akıl Dini İktidarı Çağdaş Batı” da İslam’a karşı kilisenin yolunda yürüdü. Nitekim Fransa, Cezayir’i işgal sürecinde askerlerine kilise döneminde yazılmış bir kadın esareti eserini okutuyor. Okunsun diye müstehcen yazılmış, kiliseden onay alsın diye Hıristiyan mistisizmiyle iç içe geçirilmiş ve İslam’a karşı düşmanlıkta konumlandırılmış bir kitap... Kitabın kahramanı “Ah şu barbar Şark insanlarının kölesi olmak ne kötü şey!” diyor. Oradaki bütün sıkıntıları kendisine yalvarmayla verilen bir İncil’le aştığını iddia ediyor. Bugün Batı, o İncil’in yerine çağdaşlığı koyuyor. Kadın için esaretten kurtuluş İslam’dan uzaklaşıp çağdaş değerlere teslim olmaktır, diyor.
Dünün insanı, bu paragraftan önce sözü edilen “kitap izni” denklemini anlamakta güçlük çekebilir. Bugünün insanı için böyle bir problem hiç olmamalı. Daha dün, bu ülkede müstehcen basın “irtica” adı altında İslam düşmanlığı yaptıkça yasal meşruiyete bürünmüyor muydu, akredite olmuyor muydu? Ve Mısır’daki Sisi yönetimi tipi yapılar, bugün hâlâ uluslararası sistem nezdindeki meşruiyetlerini sadece İslam düşmanlığında aramıyorlar mı? Ya bu tür yönetimlerden önceki ulusal sol yönetimler? Batı açısından onları meşrulaştıran iki etken; 1. Ülkelerini sömürüye açık tutmaları, 2. Bunun için de İslam düşmanlığını ve İslamî kesimlere karşı zorbalığı sürdürmeleri değil miydi?
KÖLELİK KARŞITLIĞI İÇİN İSLAM’A SALDIRMAK!
Türkiye’de sosyalizme karşı cepheleşme sürecinde kimi muhafazakâr kesimler, bir tür “Amerikan muhabbetti hareketi” oluşturdular. “Avrupa’nın İslam’la olumsuz hatıralar içeren bir kötü serüveni var. Amerika’nın ise böyle bir serüveni yok. Amerika, buraya uzak. Bunun için İslam dünyası karşıtlığında Amerika daha ılımlıdır” dediler. Aralarından Amerika’nın İslam dostu olduğunu söyleyenler bile çıktı.
Uzaklığı, dostluk için gerekçe yapmak başlı başına bir tespit faciasıydı. Zira böyle bir tespit “İslam’a yakın olan, ona düşman olur” gibi bir netice doğururdu. Hâlbuki sosyolojik gerçek bundan çok farklıdır.
Hıristiyanların İslam’a karşı düşmanlığı yakınlıkları ile zıt orantılıdır. (İstisnaları olmakla birlikte) İslam dünyasına yakınlık arttıkça İslam’a karşı anlayış yumuşamış, İslam dünyasına uzak oldukça İslam dünyasına karşı kin artmıştır. Coğrafik olarak Müslümanlara yakın olan Doğu Hıristiyanları, İslam karşıtı bir edebiyattan kaçınırken Müslümanlara en uzak olan Portekiz, Fransa, İngiltere Hıristiyanları en aşağılık hikâyeleri kaleme almışlardır. Ruslar siyasi olarak Müslümanlara hangi zulmü yaparsa yapsın Rusya’da İslam karşıtı bir edebiyat oluşmazken Müslümanlarla karşılaşma ihtimalleri bir zamanlar neredeyse sıfır olan Amerikan Hıristiyanları arasında başlı başına bir İslam karşıtı edebiyat oluşmuş.
Nasıl ki bir İngiliz ve Fransız rahip İslam’ın putperest bir din olduğunu anlattığında bir İngiliz veya Fransız’ın bunun yanlış olduğunu öğrenme imkânı çok az ise bir Amerikalı yazar da köleliği İslam toplumlarına özgü bir faaliyet, Müslümanlardan Hıristiyanlara geçmiş bir kötü hal olarak anlattığında bir Amerikalının bunun yanlış olduğunu öğrenme ihtimali zayıftı.
Putperestlik nasıl İslam’a uzaksa köleye kötü muamele de İslam’a o kadar uzaktır. Ama Amerika’da köle karşıtlığı hareket oluşturulurken kölelik hep İslam’la özdeşleştirilmiş. Batı’daki köleliğin Roma kökleri saklanmış, bu vahşi kölelik Fas ve Cezayir’deki uygulamalarla açıklanmış. Halk kölelikten nefret ettirilirken aynı anda İslam’dan da nefret ettirilmiş. Belki bu yolla, köle karşıtı bir hareketin İslamlaşmaya yol açmasının önüne geçtiler. Sebep ne olursa olsun, onların uydurduğu yalanlar karşısında insanın tüyleri diken diken oluyor. İnsan, yazar diye tanıtılan o yaratıklar karşısında kendi yazarlığı bir yana insanlığından bile utanıyor. Burada Amerika’nın İslam yurduna uzaklığı suiistimal edilmiş, “nasıl olsa doğruyu öğrenme imkânları yoktur” denerek insanları İslam’a düşman edecek her tür yalan uydurulmuştur.
Susanna Rowson, Amerika’nın ve modern Batı’nın ilk büyük kadın yazarlardan biri kabul ediliyor. Rowson, daha 1794’te (yani bundan 220 yıl önce) “Cezayir’deki Köleler veya Özgürlük Mücadelesi” diye 72 sayfalık bir tiyatro kaleme alıyor. Bu tiyatro, Amerikan sahnelerinde oynanıyor, belki hâlâ okul piyesi olarak oynanmaya devam ediyor ama ondan ötesi 19. yüzyıl boyunca ilkokul çocuklarına okutuluyor.
Rowson, kitapta Amerika için “fazilet yurdu” diyor, İslam için barbarların dini... Kadın esaretini ve köleliği konu edinme adına bütün kötülükleri İslam dünyasına atfediyor, bütün yücelikleri ise Amerika’ya... (Bugün de Amerika’nın resmi bakış açısı bu değil midir? Kadının kurtuluşunu İslam’dan uzaklaşıp çağdaşlığa bürünmeye bağlayıp bunu uğrunda savaşılacak bir insanî dava olarak anlatmıyor mu? Saldırılarına, işgallerine bununla meşruiyet katmaya çalışıyor mu?)
Birkaç yıl önceki “Afganlı kız Ayşe’yi burnuna kavuşturma” kampanyasını ya da Nobel Barış Ödülü’ne bile aday gösterilen sözde Pakistanlı eğitim gönüllüsü Malala’nın Taliban’ın saldırısından yaralı kurtulunca tedavi efsanesini... Her biri bir simgeydi sadece... “Kadın esirleri kurtarma simgesi(!)”...
Daha açık ve Batı’dan bir örnek mi?
2003’te bir Amerikan kadın askerinin Iraklılara esir oluşu ve onlardan kurtarılması tamamen Susanna Rowson’un kitabındaki iftiralara uyarlanarak Amerikan kamuoyuna aktarıldı.
Artık gerçeklerin saklanamadığı bir dünyada Amerika ve diğer İslam karşıtları kendi anlatımları ile uyuşan İslam dünyası parçacıkları arıyor. Onların düşmanlığını diri tutacak, onların İslam düşmanlığını halklarına kolay izah etmelerinde araç olacak ama onlara büyük zararlar vermeyecek parçacıklar...
Bunun için hâlâ İslam dünyasında kadın esaretinden söz ediliyor. Dün Hıristiyanlığın çıkarı için kullanılacak bir kadın esareti edebiyatı, bugün çağdaş Batı’nın dünya iktidarını sürdürmek için bir kadın esareti edebiyatına dönüşüyor. Batı’nın anlayışında değişen bir şey yok. Batı için 1 Nolu Düşman hâlâ 1 Nolu Düşman’dır. Batı, kendi kamuoyunu ayık tutmak için sürekli o 1 Nolu Düşman’ı hatırlatacak parçacıklar bulmak istiyor.