BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Âlemlerin Rabbine hamd, Resulüne ve onun ashabına salat ve selam olsun. Satırlarıma Gazze’de, Suriye’de, Kürdistan’da şehit edilen kardeşlerimizi ve zalimlerle cihat eden kardeşlerimizi selamlayarak başlamak istiyorum. Rabbimden bizleri de şehitlerin ve mücahitlerin himmetinden feyizyab eylemesini niyaz ediyorum.
Aslına bakarsanız sevgili okuyucular, günlük yazmaya pek alışık değilim. En azından 2000 senesinden bu yana… Ancak bir seneye yakındır günlük yazıyorum. Halen de günlük tutmaktayım.
Zira zindan sürecimin bence en mühim zaman dilimi olması; hücrede kaldığım bu süreçte diğer hücrelere gelip giden her tür mahkûma dair tanıklığımı, tecrübelerimi kayda almaya gördüğüm lüzum üzere ve bir de dışarıdaki mektuplaştığım sevgili annem, babam, bacım ve kardeşlerim ve çok sayıdaki dostlarımın zindan yaşantıma dair ısrarlı ve meraklı sorularına cevap olması için ve en mühim de şu satırları okuyan salih okuyucuların dualarını almak için günlüğümü paylaşma gereği duydum...
Şu an Kırıkkale Cezaevi’ndeyim. Dört küsur ay önce sebep belirtilmeden Tokat Cezaevi’nden buraya sevk edildim. Toplam 5 Hizbullah mahkûmu olarak biz dördümüzü Kırıkkale F Tipi’ne, bir arkadaşımızı da Ankara F Tipi’ne gönderdiler. Neden apar topar gönderildim? Üstelik kaç senedir başka illere sevk taleplerine Adalet Bakanlığı ısrarla ret cevabı vermesine rağmen… Birkaç sebebi var: Kırıkkale’ye gönderilişin… Ama en ehem ve tetikleyen etkeni öğrenmek isterseniz, bunu öğrenmek için hücre günlüğüme bakalım.
Bunu öğrenmek için de mecburen Nisan’ın ilk haftasında tuttuğum günlükleri sansürlemeden size aktarayım. Kararı siz verin…
Aslında “Hücre günlüğüm” ta geçen sene yaz mevsiminden başlıyor. İnşallah hatıratımı temize çekip kitaplaştıracağım. Ancak mühim gördüğüm için, önce sürgün edildiğim haftayı, yani Tokat Cezaevi yaşantımın son haftasını sizinle paylaşmak istiyorum. Yine de öncelikle fikir vermesi açısından kısa bir mukaddime yazmak istiyorum:
(Aylardır tek kişilik hücrede kalıyorum. Benden başka, on dokuz kişi daha komşum olarak tekli hücrede kalıyorlar.) Benim tekli hücrede kalmamın sebebi; dizimden ameliyat oldum ve ameliyattan sonra direk hücreye kendi talebimle geldim. Zira koğuşlarımız merdivenli olduğundan, merdivenleri tırmanamazdım. Hastalığım sebebiyle arkadaşlarıma yük olmak, sıkıntı vermek istemediğimden, hem ayrıca yazdığım eserlerimi de daha verimli yazabilir, daha çok okuma, tefekkür vs. imkânı da bulurum diye düşünüp tekli hücreye, cezaevi idaresine baskı yaparak gelmiştim. İnşallah ileride detaylıca buranın fiziki ve sosyal yapısını açıklayacağım. Ancak şimdilik fikir vermesi açısından bu konuda kısaca şunu da belirteyim ki, kaldığım hücre, ikinci kattaki en son hücre… Son derece dar olan toplam 20 hücre var… Siyasi mahkûmların haricindekiler, yani bu hücrelere “hücre cezası” çekmek için gelen mahkûmlar, cezaevinin en belalı, en külhanbeyi veya en zayıf veya en kavgacı mahkûmlardır. Yüzü gözü morarmış olanlar, boynu jiletlenmiş olanlar, ırz düşmanları, sapıklar, sol örgütler… Burası iki katlı bir kompleks… Bir avlusu var. Herkes günde 45 dk. Avluya çıkabiliyor. Tüm pencereler avluya bakıyor. Hücrede vaktimi Risale-i Nur’un tercümesi, günlük, dergi yazılarım, mektuplar, tefekkür ve zikr-i ilahi ile geçiriyorum. Yorulduğumda veya bir işten sıkılınca Rehber TV’yi izliyorum.
02 NİSAN 2014
Bugün sabah erken vakitte mazgalım açıldı. Bir el usulca hücreme bir gazete bıraktı ve mazgal kapandı. Oysa gazete filan istememiştim. Yanlışlıkla bıraktıklarını düşünerek gazeteye baktım. Fesat grubunun, israil ve ABD muhibbi gazetesiydi. Koridordan gelen mazgal ve konuşma seslerinden, bu gazetenin her koğuşa ücretsiz dağıtıldığını anladım. Son günlerde hükümete karşı giriştikleri ihanetten sonra, gerçek yüzleri ortaya çıkmış ve bu panikle millete ücretsiz gazete dağıtarak kendilerini masum göstermeye çalışıyorlardı. Hemen kapıyı yumrukladım ve gazeteyi bırakan gardiyanı çağırdım. Geldi “Buyur…” dedi. Bana karşı saygılı bir gardiyandı. Kimin emriyle bu gazeteyi dağıttığını sordum. Bilmiyormuş. Bu gardiyanın da fesat grubuna mensup olduğunu biliyordum. Kendisine bu iftiracı ve israil taraftarı gazeteyi bir daha benim hücreme getirmemesini söyleyerek iade ettim. Neye uğradığını şaşırdı adam. Zira diğer adli mahkûmlar, beleş gelen bu gazeteyi reddetmemiştiler. Fesat grubuna mensup gardiyan panikle: “Olur… Tamam” deyip gitti. Ama bu hadiseyi örgütün üst sorumlularına rapor edeceğini biliyordum. Ama be minnettirler diye düşündüm. Zaten yapacaklarını yapmışlardı. Bana daha ne zarar verebilirlerdi ki… Beni yakalatanlar, fesat grubunun istihbaratçılarıydı. Sorgulayıp en ağır işkenceleri yapanlar da yine aynı fesat grubuna mensup polislerdi. Bana müebbet hapis cezası veren hâkim ve savcılar da yine fesat grubunun yargı mensuplarıydı.
Öğleden sonra bilgisayar odasına gittim. Cezaevinde bir tek benim fotokopi, tarayıcı, yazıcı cihazım olduğu için arkadaşlar fotokopilerini bana gönderiyorlar. Tabi makine bozulmuş. Her gün ellerim ve elbisem mürekkep içinde hücreye dönüyorum.
Bugün, kabadayılığıyla nam salmış Serdar benden sarık istedi. Kendi sarığımı uzunlamasına ikiye böldüm ve bir parçasını ona hediye ettim. Maşallah hem o hem Şener Ağabey namaza başlamışlar. İkisi de sakal bırakmışlar. “Artık biz de Hizbullahiyiz.” diyorlar.
03 NİSAN 2014
Havalandırmaya ince kıyafetlerle çıkmıştım. Umut’a hem mahreç hem tecvit dersi veriyorum. Maşallah o kadar hevesli ki, ben odama gittikten sonra da beni pencereden çağırıp sık sık ders tekrarı yapıyor. Kalkıp pencereye, rüzgâra çıkmak bazen hastalığımı azdırıyor ama ona belli etmiyorum.
Bugün Umut’a havalandırmadan ders verirken yağmur yağdı. Ayrıca soğuk bir lodos ta esmeye başladı. Üşüdüm… Zaten bugün migrenim tutmuştu. Uyku düzensizliği, lodos, dağ havası, bulutlu hava ve çimen kokusu migrenimi tetikliyordu. Tabii migren de uyku bozukluğuna yol açıyordu, uyku bozukluğu da migrene yol açıyordu.
Ameliyatlı dizim de ağrıyor ve namazlarda, dizimi kırarak oturamıyorum. Elbiselerimi yıkarken, abdest alırken büyük zorluk çekiyorum. Egzersizlerimi yapıyorum. Ancak her gün kullandığım ilaçlarımın üçünde ve bazen kullandığım migren ilaçlarımın prospektüsünde “Eklem ağrılarına, burun kanamasına, baş ağrısına ve baş dönmesine” yol açabileceği belirtiliyordu. Tüm bu yan etki rahatsızlıkları da bende mevcuttu. Tüm hastalıklarım için Rabb-i Rahim’ime şükrediyorum… Şifa diliyorum. Uzun yıllar boyunca zindanın daracık, soğuk, nemli, havasız, tozlu ve ufunetli duvarları arasında yaşamaya mahkûm edilince, vücut metabolizmasında geri dönüşü ve tamiri imkânsız işte böyle ağır hastalıklar oluşuyordu. Bugün Risale-i Nur tercümesi yapamadım.
04 NİSAN 2014
Bugün haşerelere karşı ilaç sıkan işçiler geldi. Onlara izin vermedim. Zira hem hücremin hem banyomun kenarlarında karınca yuvası var. Banyo zemininde dolaşan karıncaların kanalizasyona akıp ölmemeleri için, banyoyu kullanırken çok dikkat ediyorum. Yuvalarının yanına ekmek kırıntıları ve toz şeker bırakıyorum.
Bugün T.C. rejimi aleyhine dava açılması için bir dilekçe verdim. Birincisi: Beni haksız yere T.C. vatandaşlığından çıkardıkları halde halen cezaevinde tutmaları hukuksuzdur. On dört senedir tekrar vatandaşlığımı kazanmak için yaptığım tüm girişimlere ret cevabı geliyor. Tabi vatandaşlık derdinde değilim ama sırf bu yüzden, dört sene çocuklarımı görmeme izin verilmedi, ayrıca okul tahsilimi devam etmeme izin verilmedi. Yoksa bu zalim rejimin vatandaşı olmak dünyada da itibar sebebi değil, ahirette de… İkincisi: İşkencenin en ağırına maruz kaldığım için, beni sorgulayan işkenceci polisler ve T.C. rejimi hakkında, işkence raporlarımı “Yangında yok oldular” diyerek kaybeden, 29 Mayıs Diyanet Hastanesi Acil Bölümü, Haseki Hastanesi ve “Evrakına rastlanmadı” diyen Mardin Devlet Hastanesi hakkında dava açtım. Son olarak, İ.T. yönetimi döneminde köyümüze askerler tarafından yapılan soykırım sebebiyle ve 1925’te Şeyh Said’in şanlı kıyamına katılan 17 tane mücahit akrabamın, Beşiri kırsalında bir mağarada saklanırken yargısız infaz edilmesi sebebiyle maddi tazminat açılması gerekçesi ile de suç duyurusunda bulundum.
Hamd olsun seri bir şekilde on parmak klavye kullanabiliyorum. Bugün de Risale-i Nur’dan “Mirkatus Sunne” risalesinin tercümesine ve romanımın tasnifine devam ettim. Sağ olsun sevgili dostlarım İbrahim Abi, Mahmut Abi ve Şeyhmus Abi ve M. Ali ağabeyler 350 sayfalık romanımın Word’e geçirilmesinde yoğun bir şekilde çalışıp bana yardım ediyorlar. Bu yüzden romanımla pek uğraşmıyorum. Sadece birkaç sayfa kalmış tamamlanmasına… İnşallah tamamlanınca yayınevine yollayacağım.
Risale-i Nur’un okunması ve yazımına biraz ara versem ruhum sıkılıyor veya bir şefkat tokadı yiyorum. Bu yüzden Nurlara hizmet ve nurlarla meşgul olmak bana ekmek gibi, su gibi, hava gibi ihtiyaç… Ve birinci meşgalem… Hamd olsun, aziz Üstadımın himmeti ve nurların bereketiyle zindan şartları beni ezemiyor. Bilakis huzurlu ve mesudum. Bugün sevgili annemin telefonda sesi mahzun geliyordu. Hep aklımda…
05 NİSAN 2014
Rüyamda yerde bir saat buluyordum. Kaliteli, içi beyaz bir kol saati… Sadık bir rüya olduğunu bildiğim için, unutmamak amacıyla yazdım rüyamı.
O. isminde bir gardiyan, benim Risale-i Nurlarla meşguliyetim sebebiyle, beni her gördüğünde Risale-i Nur’dan bahis açıyor, dua istiyor. Her seferinde patavatsızca ve münasebetsiz yerde fesat grubunu eleştiriyordu. Beni koridorda yürürken bile görse hemen yanıma gelir, otomatik makine gibi konuşurdu. Ben de bu konuda onun beklediği görüşümü söyledim. Yani kendi mensup olduğum cemaatin büyüklerimin mutedil görüşünü dillendirdim. Adam mutedil görüşüme çok şaşırdı. O ise her seferinde fesat grubuna ateş püskürmeye devam etti. Bu tavrından işkillendim. Aslında kendisini temize çıkarmak istediğini anladım. Zaten İbrahim Ağabeyle aylar önce sohbet ederken kendisinin de fesat grubundan bir fert olduğunu övünerek itiraf etmiş. İbrahim Ağabey’den bu adamın gerçek yüzünü öğrenmiştim. Ama yine adamın her defasında gelip bana dalkavukluk yapmasına ve kendisini temize çıkarmasına ses etmiyordum. Ancak adam işi zıvanadan çıkardı. Gece gündüz beni rahatsız ediyordu. Dayanamadım. İkiyüzlülükten zaten nefret ediyordum. Bir de mert olmayışı ve kendi arkadaşlarını eleştirmesi eklenince ona döndüm ve kendisini gerçek kimliğiyle tanıdığımı, iyisi mi bunları terk etmesini tavsiye ettim. Adamın önce dili tutuldu. Kızardı, bozardı. Sonra: “Yok vallahi ben onlardan değilim.” dedi. Bu adam beni enayi yerine koyduğu için onunla bu tarzda konuşmuştum.
Bu gardiyanın T. isminde bizi bilgisayara götürüp getiren bir gardiyanı var ki bana ve arkadaşlarıma karşı düşmanca tavırlar sergiliyor. Beni asıl rahatsız eden yönü ise bir ara neden yakalandığımı sormuş, benim devleti eleştirmem üzerine “Biz devletimizden razıyız” demişti. Bugünlerde ise hükümet taraftarı gardiyanlarla fesat grubuna mensup gardiyanlar feci şekilde tartışıyorlardı. Biz de yer yer bu tartışmalara şahit oluyorduk. Bu tuhaf gardiyanın son günlerdeki depresif tavırları, kurnazca soruları dikkatimi çekiyordu. Hele aylar önce beni revire götürürken, elim cebimdeydi. Aklınca beni elimi cebinden çıkarmam için uyardı. Tabi hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşınca dilini yutarcasına sesini kesti. Ona dedim ki: “Elimi cebimden çıkarmayacağım. Burası askeriye midir? Beni adli mahkûm mu sanıyorsun da böyle bir laf söylüyorsun? Ben siyasi mahkûmun ve bir daha da böyle bir laf duymayacağım senden, sakın...!” demiştim. Fena bozulmuştu. Belki de kuyruk acısını unutmamıştı. Onun da fesat grubuna mensup olup olmadığını bugün test ettim. Hükümet taraftarlarının, fesat grubu hakkındaki bir iddiasını sordum. Adam sazan gibi meseleye atladı ve safını belli etti.
Devam Edecek…
SELAMİ BİLADERİ KIRIKKALR / F TİPİ CEZAEVİ