Dünya sevgisinin küçük bir tahta kurdu gibi, gönül evimizin odalarına bir misafir gibi girdiğini, ama onu bilerek fark etmediğimizi ve davet ederek izin verdiğimizi düşünürüm. Biz her zamanki yaşantımızı sürdürürken, o çoktan ev sahibi olmayı başarmış bile… İblisin kendisine vermiş olduğu görevi yerine getirmek için, içimizde hiç sıkılmadan sabırlı bir şekilde emin adımlarla ilerler. Kazdığı tünelleri, büyük bir ustalıkla bir birine bağlar sessizlik ve karanlık içerisinde büyük bir zevkle, kesin olarak inandığımız her şeyi kemirir. Bizler hala güçlü olduğumuzu sanırız. Ama ne yazık ki artık değilizdir. En ufak bir esinti, her şeyi yıkmaya yeter. O zaman çıplak, evsiz ve ufuksuz olduğumuzu fark ederiz. Ölümün soğuk nefesini, hiç beklemediğimiz bir anda ensemizde hissedince, ansızın ciddi anlamda uyarıveririz. Ölüm ötesi sonsuz geleceğimizi, kısa süreli geçici zevkler uğruna, kumar masasında kaybettiğimizi anlarız.

Hayatımızın keyfini çıkartmayı tasvir eden, bir resme benzeyen, dünya tablosunun bir köşesinde, ölünün kimlik bilgisinin yazıldığı mezar taşını, ölüsünü arayan mezarı ve yanı başındaki düşüncesi silik kafatasını görebiliyor musun? Yani etrafımızdaki güzelliklerin bir gün çürüyeceğiyle ilgilenmeyip görmek istemeyenler çok fazla olduğu gibi ilgilenenler de çok azdır.

Olup biten şeylerin, bir ölüm sessizliği içinde seyredildiği, bir tiyatro ve film sahnesi gibidir bütün dünya, aslında yaşam gezinen bir gölgeden ibaret; padişah rolünü oynadığını zanneden adi bir soytarı, zavallı bir komedyen, boş ve anlamsız sözlerle, bağıra çağıra, zamanını doldurur sahnede ve bir daha duyulmaz olur sesi, ardından dünya güzel ve ebedidir. Benliğimizden başka varlık, zevkimizden başka gaye tanıma diye bir ses işitilir. Bilinmelidir ki bir ahmağın avazı çıktığınca bağırarak anlatmaya çalıştığı ve hiç bir anlamı olmayan bir masaldır. Bir masal, en önemli şeyin bile önemi olmayan bir şey çünkü, bir rüyadır bütün yaşam, kısacık bir zamana uzun bir zaman sığdırırız. Kimi zaman, gölgesinde dahi oturulması caiz olmayan, bir firavunun sarayında uyuyakalır...

“Ey ademoğlu, seni kendim için yarattım. Eşyayı da senin için yarattım. O halde senin için yarattığım şeyler uğruna, kendim için yarattığımı kirletme” Kudsi Hadisinde buyrulduğu gibi kul olma bilinci içinde, yaratılış gayemize uygun bir şekilde, gören ve sorumluluklarımızı öğrenip yerine getirdiğimiz gibi, aynı inancı paylaştığımız ve ihtiyaç içinde olan insanların da, duygularını anlamayı ve ilgilenmeyi öğrenmeliyiz. O insanları dinlemeli ve bir annenin çocuğunun acısını anlaması gibi; onların acısını anlamalıyız. Bu anlayış yaraların çabuk iyileşmesine yardımcı olacaktır.

Aç bir çocuğa “Öpeyim geçsin” demek ne kadar mantıklı değilse, “Bir dahaki sefere kendini bu duruma sokmaktan kaçın da böyle incinme” demek de o kadar mantıklı değildir. Çünkü onun ihtiyaç duyduğu başka şey, o ihtiyacı gidermek için kendisine verilen şey ise başka bir şeydir.

Kaybettiğiniz 10 liraya gelince… Tam da yanı başınızda, acıktığı için parmağını emmek zorunda olan küçük bir bebeğin annesinin yanında, düşürmüş olmamız imkânsız bir şey değildir. Belki de pazar yerinde ucuz bir şey almayı bekleyen yaşlı fakir bir nine onu buldu. Sonra da görüşe gitmek için, tren istasyonuna gitmiş, giderken kaybetmiş ve Yusuf’unu ziyaret edememiştir. Aynı gün bu onluğunu otobüsle eve dönebilmek için, 10 liraya ihtiyacı olan, babası şehit olmuş yetim bir kız tarafından alınmış olması da mümkündür. Eğer gerçekten böyleyse bunun bir tesadüf olduğunu söyleyebilir misiniz?
Küçük bir kum taneciği, sebepsiz yaratılmayıp kendi hacmi ve büyüklüğünde, bir boşluğu doldurduğu gibi, 10 liranızın kaybolması da sebepsiz değil. Eğer bu konuda yanıldığımı söylüyorsanız, o zaman hiç yanılmayan bir kimse söyleyebilir misiniz; ben size yanılan binlerce insan göstereyim. Örnek mi? Ölenler ve yaşayanlar...

NOT: Kaybolan 10 lirayı aramanıza yardım edeceğimi söylemiştim. Bu kıyağımı da unutma...

Aydın TAMAÇ
2 Nolu F Tipi Kapalı Cezaevi – Kocaeli