MARDİN – Toplumda her gün farklı olaylar yaşanıyor. Bu olayların sonuçlarına bakıldığında ailelerin dağıldığını, gençliğin yoldan çıktığını, toplumun yozlaştırılmak ve hatta topluma cinnet geçirtmek istendiğini görüyoruz. Tüm bunları ve daha fazlasını İlahiyatçı-Yazar M. Burhan Hedbi ile konuştuk.
DÜN BUGÜNDEN İYİYDİ
Toplumda her gün farklı olaylar yaşanıyor. Bu olayların sonuçlarına bakıldığında ailelerin dağıldığını, gençliğin yoldan çıktığını ve toplumun yozlaştırıldığını görüyoruz. Sizce toplum nereye gidiyor!
Bismillah! Bir yalanla başladı âdemoğlunun dünyadaki serüveni. Şeytan, Âdem’e yalan söyledi! İnsanı dünyaya süren yalandı. Ancak bu serüvenin en acı olan yanı da insanoğlunun aslından uzaklaşarak, bu aldatıcı yolu öğrenip tüm çirkinliklerini bu şekilde örtbas etmeye başlamasıdır. Yalan insanı özünden uzaklaştırdı. Bu durum meselenin can alıcı noktasıdır. Çünkü insan yalanla özünden uzaklaşmaya başladığı andan itibaren dünyada; kaos ve kargaşa, şiddet, taciz ve tecavüz, kısacası ‘sınırları aşmanın’ her türlüsü baş göstermeye başladı. Dünyanın hali ortada; dün bugünden iyiydi…
Şeytanlaşan insan şeytandan daha tehlikelidir. Buradan yola çıkarsak toplumun bu kadar raydan çıkmasının başlıca sebeplerinden en önemlisi yalancı bir toplumun oluşması yatmaktadır.
Hatırlayın! Allah’a yemin ederek fakat buna rağmen yemininde samimi olmayıp yalanla aldatan kimdi? Peki, ya aldatılarak asli vatanından kovulan! Bana sorarsanız en büyük devrim, hedeflerine ulaşmak ve karşı tarafı yenmek için; şeytanın dili olan yalan ve aldatmadan uzak kalabilmektir.
Sorunuza dönersek: Bence bu soruya cevap vermeden önce başka bir soruya hatta iki soruya cevap vermemiz gerekiyor: Aslında bu toplum nereden nereye geldi? Ve neden o eski şirret ve çirkin yaşama özlem duyuluyor?
Bilindiği gibi 1435 yıl öncesine gittiğimizde de yine bu ve benzeri vahşet ve huzursuzluklarla karşılaşmaktayız. O asırda aile yapısı ne haldeydi, kız çocuklarını diri diri toprağa gömebilecek kadar vahşileşen o zamanın toplumunu ve o dönemde yaşanılanları bilmeyen kalmamıştır.
Batı toplumunun çıkmazları bizi ilgilendirmiyor olabilir. Fakat İslam ümmetinin gerilemesi ve çıkmazlarının başında, peygamberimizin (s.a.s) “Kendine istediğini kardeşine de istemedikçe iman etmiş sayılamazsın” düsturundan uzaklaşılmış olmasıdır. Asr-ı saadete baktığımızda; Sahabelerin (r.a) bırakın kendine istediklerini kardeşlerine istemesini, onları kendine tercih etiğini görüyoruz. Zira onlar, maksadı Allah olan bireylerin nasıl davranması gerektiğini çok iyi kavramışlardı. Çünkü bir eş, bir baba, bir arkadaş, bir rehber ve hayatın her alanında ‘Üsveyi Hasene’ olan bir rol modelleri vardı. Ne zaman ki Müslümanlar kardeşlik hukukunu bireysel haklara feda etti, İslam âlemi acılara gark oldu. Müslümanım diyen her bireyin inancını Kur’an’a havale etmesi gerektiğine ve Kur’ani prensiplerle örtüşüp örtüşmediğine dikkat etmesi ve bu bağlamda kendini yeniden dizayn etmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabiri caizse; fabrika ayarlarına geri dönmek!
MÜSLÜMAN GÖRÜNMEK VE MÜSLÜMAN OLMAK AYRI ŞEYLERDİR
Peki, yüzde 99`u Müslüman olan bir ülkede bu nasıl oldu?
Fanilerin baki olma hevesi, yeryüzünü cehenneme çevirmeye yetiyor! Zira bu anlayış; zulmü beraberinde getiriyor ve Allah, zulme karşı çıkabileceği halde susanları türlü yollarla rezil eder ve onlara diz çöktürecek birilerini musallat eder. Bizler, aslında huzurlu bir yaşam felsefesi de olan İslam’ı aşındıra aşındıra, zahiri ritüellerden ibaret olan bir anlayış-din haline getirdik.
İslam’ın; ‘Lafızcı, şekilci, görünen, zahir; geçici olan dünya hayatını ve dünyadaki cezai müeyyidelerden ‘kurtarmaya’ yarayan’ tabiri caizse Maddi İslam kısmıyla ilgilenip; “Dünya hayatıyla beraber ebedi hayatın cezai müeyyidelerinden de kurtarmaya vesile olan, ‘Kamil İnsan’ karakter ve kişiliğini oluşturan” Manevi/ahlaki İslam’dan uzaklaştık.
Maddi İslam; fenomonolojik yani imaj, Manevi İslam ise; içerik, muhteviyat ve öze tekabül eder.
Her inanç, ideoloji ve doktrin hayata döküldüğünde bir form, bir biçim kazanır. Bazen asıl olan öz ve mesaj imaja kurban edilir. Günümüzde her alana sızan bu hastalık, maalesef bu naif alana da sızmış bulunmaktadır. Hakikat ve maksat, mecaz ve araca dönüşünce hakikat, maksat ve vermek istenilen mesaj kirletildiği gibi sadece Maddi İslam ile yaşayıp Manevi İslam’dan nasiplenmemek aynı şekilde din-i mübin olan İslam’ı anlamamak dolayısıyla; İslam’ı ve dinin sahibini de layıkıyla tanımamaktır.
Dini sadece birkaç şekil ve pratiğe indirgediğimizde; bu, önünü alamayacağımız bir ‘riyakârlık, gösterişçilik, din bezirgânlığı, din tüccarlığı, din kisvesi altında türlü türlü rezalet ve kepazelikleri saklama, hatalara dini kılıflar bulma’ türünden enva-i çeşit manipülasyonlara neden oldu.
Yapılan bu maddi işlerin bir ruhu (sağlam bir niyet ve ihlâsı) yoksa maddi kısmı zaten değersizdir... İbni Ebi Şeybe, Abdullah b. Amr`dan rivayet etti: Resulullah (s.a.s) buyurdular ki; ‘Bir zaman gelecek ki (insanlar) toplanıp camilerde namaz kılacaklar ve aralarında bir tek mü`min bulunamayacak.’ Maddi İslam yani zahiricilik dış görüntü; zamanla sadece bir kalkan olarak kullanılmaya başlandı. Nasıl ki ihsana ulaşmamız için“görüyormuşçasına ibadet etmemiz” gerekir, takvaya ulaşmamız için de görüyormuşçasına günahtan uzaklaşmamız gerekir.
Bir birey, maddi ve manevi İslam’ı birleştirmedikçe, ikisini beraber yaşamadıkça yalnız ‘Maddi İslam’ı’ tek başına yaşamak; Allah ve peygamberlerin arzu ettiği ve ebedi hayatta fayda sağlayacak olan İslam’ı yaşamış sayılmaz. Maddi İslam; sadece günü kurtarmak veya hemcinslerin toplumunda ‘itibar’ kazanmaya yarar.
İlk dönemde: Sadece uhrevi mertebelerin oluşmasına katkı sunacak şekilde veya hem dünyevi hayatın huzurlu bir şekilde idamesini hem de uhrevi hayatın selametini sağlayacak şekilde dünyayı ahretin mezrası olarak algılayıp birleştiren yorumlamanın neticesinde oluşan İslam anlayışı vardı. Fakat saadet döneminden uzaklaştıkça tarihi süreç içinde: Dünyevileşmiş egemen elitlerin hırs ve makama ulaşmaları adına ön açıcı olacak şekilde algılamanın ve yorumlamanın neticesinde oluşan bir ‘İslam’ gelişti. Bu da İslam toplumunda Kûfelileşmeyi beraberinde getirdi. Günümüz Müslüman toplumları Hüseynilerin yanında durmamakla Kûfelileşen bir karaktere büründüklerinin farkına varmadan aslında bir nevi kendi sonlarını da hazırlamakta olduklarının farkına varamıyorlar.
Müslüman görünmek ve Müslüman olmak ayrı şeylerdir. Dr. Fehmi Şinnavi`nin de dediği gibi; ‘Namaz kılıyor, oruç tutuyor, hacca gidiyor, kısacası İslam`ın öngördüğü bütün ibadetleri yerine getiriyor olsak bile, şayet hakları ellerinden alınmış, zulme ve gadre uğramış kardeşlerimizin sorunlarıyla ilgilenmiyorsak, onların sorunları karşısında dilsiz ve sağır olmayı tercih ediyorsak, hiç kuşkusuz bütün bu amellerimizin-ibadetlerimizin hiçbir faydası olmaz. Biz biliyoruz ki bütün bu ibadetler, zulme karşı direnmeyi gerektirir. İbadetlerin özünde bu anlayış yatar.’
Tüm sorunlarımızın çözümü böylesi bir anlayış ve algının toplumda yer etmesiyle gelişeceğini düşünüyorum.
AİLE DUYARLI OLMALI Kİ DAVA SAHİBİ OLAN BİR GENÇLİK YETİŞTİRMEYİ BAŞARABİLSİN
Aile ve gençlik… Bu iki değerini kaybetmiş bir toplumdan her hangi bir şey beklenmez herhalde… Bunların kaybedilmesi ne anlama geliyor?
Allah için sevdiğini söyleyen, Allah`ın; onu inkâr edenin ağacını da ona iman edenin ağacını da meyvesiz bırakmadığını bilsin! Aynı deryada bulunan Müslümanlar; birbirlerinin `rengine` tahammül etmeyip birbirlerini boğmaya çalışıyorsa, başka deryada bulunanların kendi renklerine tahammül etmesini beklemesin! Aile duyarlı olmalı ki dava sahibi olan bir gençlik yetiştirmeyi başarabilsin. Bunu dilemeliyiz ama sadece dilemekle olmuyor; o, sadece bir başlangıç!
GENÇLERE SEVGİ VE ÜMİTLE YAKLAŞMALIYIZ
Günümüz gençliğine bir tavsiyeniz olacak mı?
Gençlere sevgi ve ümitle yaklaşmalıyız. Öncelikle büyüklere yani anne-babalara bir tavsiyede bulunmak isterim.
Lütfen! Çocuklarımızın yetişmesi için kendilerine geniş ve zengin bir kültürel ortam hazırlayalım. Ancak bunu yaparken; düşüncelerini bağımlı ve tutsak kılacak davranış tarzlarından uzak duralım. Bu tutsaklık farkında olamadığımız bir tutsaklık şeklidir. İşin vahim tarafı da anne-babaların bunun farkında olmadan, çocuklarına bu tutsaklığı ‘iyilik veya koruma adı altında’ reva görmeleridir. Çocuklarını kendi yaşam tarzlarına mahkûm eden anne-babalar olduğu gibi yaşayamadıkları ‘hayatı’ veya ulaşamadıkları makamları, çocuklarına dayatarak da bir nevi çocuklarını tutsak eden anne-babalar da vardır. Bu davranış biçimi çok tehlikelidir. Zira bizler böyle davranarak aslında “özgür iradelerin” oluşmasının önüne geçerek, yeni bir bireyin oluşmasının da önüne geçtiğimizin ve dolayısıyla yeni bir birey olarak yaratılanı da kendi kopyamız olmaya ittiğimizin farkına varamıyoruz.
Güya inanç ve ‘Kutsal’ değerler adına yapılan bu dayatma, bireylerin beyinsel özgürlüğünün gelişimini kısıtlayarak, sorgulama yetisini kendisinden almaktadır. Bu da beraberinde taklidi imanı getirmektedir. Oysa Hz. İbrahim’in (a.s) hayatına baktığımızda sorgulama ile tahkiki imana ulaşmayı görmekteyiz. Evet, sorgulama ile tahkiki imana varılır.
Hz. Ali (k.v) bu konuda şöyle demektedir: ‘Çocuklarınızı yaşadığınız çağa göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin.’ Zaten dinin temel felsefesi; içi dışı bir, samimi, yaşadığı toplumla barışık, sorgulayan, araştıran, üreten insanlar yetiştirmektir.
KUR’AN VE SÜNNETİ KAYNAKLARINDAN OKUYUN
Gençlere verilecek tavsiyeye gelece olursak; onlara Kur’an ve Sünneti kaynaklarından okumalarını tavsiye edebilirim. Fakat bu okumanın ‘klasik okuma’ dışında nasıl olması gerektiği konusunda da birkaç tavsiyede bulunmak isterim.
İslam’ın ilk emri nedir, diye bir soru sorulsa, istisnasız kendine Müslümanım diyen her birey bu soruya semadan inen ilk ayetin ‘İkra: Oku!’ olduğu ve dolayısıyla İslam’ın ilk emrinin okumak olduğunu söyleyecektir. Fakat farkına varamadığımız; bu emrin ilk muhatabının ümmî, yani okuma yazma bilmeyen bir peygamber olduğu ve bu ilahi emir ile birlikte kendisine yazılı bir metnin de sunulmadığı noktasıdır. Yani vahiy meleği Cibrillin elinde üzerinde ayetler yazılı sayfalar yoktu.
Günümüzde bazı Müslümanlar Kur`ân’ın sayfalarındaki kelimeleri/ayetleri seslendirmekle yetiniyorlar. Daha doğrusu seslendirmekle yetinip, okuduklarını sanıyorlar. Oysa Kur`ân’ın ayetlerini okumak başka, seslendirmek başkadır. Kendine Müslümanım deyip Kur`ân’ın ayetlerini okumayıp seslendirmekle yetinen toplumların hali işte tam da böyle olur. Kur`anı seslendirmek değil Okumak Gerek! Kur`ân, okumak demektir. Okumak ise; seslendirmek değildir, zira seslendirmek tam olarak okumak değildir. Gelen mesajı anlamak! Bu, demek oluyor ki okumanın bildiğimizin dışında başka manaları da var. Bunun farkına vardığımızda, bizim anladığımız/algıladığımız “Okuma” ile ilahi emir olan “Okumanın” arasındaki farkı da kavramaya başlayabiliriz.
KÖKLERİNDEN AYRILAN KÖKLERİNE YABANCI KALIR
Çocukların özgür bırakılması konusuna değindiniz. Bu konuda İfrat ve tefrit arasında savruluyoruz. Bunun çıkış yolu nedir, neler yapılabilir?
Eğitim-Öğretim alanında özgür olmalılar. Biz sadece yardımcı olmalıyız. Zaten ihtida rolüne moduna geçtiğimiz an işler bir birine karışır. Allah, Kasas Suresinde; Peygamberimize hitaben şöyle demektedir; ‘Sen dilediğini hidayete getiremezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola iletir.’ Bu mesajı çok iyi kavramamız gerekir.
Örneğin Asrımızda Tales’ten Marks`a, Aristo’dan Hegel`e, Darwin`den, Nietzsche`ye kadar tüm felsefecilerin hayatını ve felsefe doktrinini öğrenmeyi bir makam veya üstünlük mihengi edinen bir aile yapısı mevcuttur. Bu anlayış, çocuklarını Gazali’den, Ömer Hayyam`dan, Farabi`den, İbn Rüşd`ten, Ahmet Yesevi’den, Ahmed-î Hanî`den, Feqiyê Teyran’dan, Şafii’den, Ebu Hanife`den habersiz bırakmayı; ilericilik sayan ‘sakat’ bir anlayıştır. Bu aile yapısı; doğuyu okumayı çocuklarına; ‘kendilerini gerici ve küçük bırakacağı’ fikrini dayatabilmektedir. Bu da kendine ait olanı ‘küçük’ görmeyi çocuklarının bilinçaltına yerleştirmekte ve çocuğun kökleriyle irtibatını kesmeye yol açabilmektedir. Köklerinden ayrılan köklerine yabancı kalır, hatta kökleriyle ters düşebilir.
Oysa bizim tavsiye ettiğimiz anlayışta şu vardır: Bir genç, Tales’i de okusun Gazali’yi de. Marks`ı da okusun Ebu Hanife`yi de. Aristo’yu da okusun Farabi`yi de. Hegel`i de okusun Ahmed-î Hanî ve Feqiyê Teyran’ı da. Darwin`i, Nietzsche`yi de okusun İbn Rüşd, Ahmet Yesevi ve Muhammed İkbal’i de. Ve bunların doktrinlerinden en iyileri seçip mezc ederek toplumunu daha ileriye taşısın.
Bizim kastettiğimiz özgürlük, değişim ve gelişim, köklerinden haberdar olan ve onları kendi asır ve zamanlarına göre aşılayarak, kökleri özerinden değişimi ve gelişimi sağlayabilecek özgür alan ve beyinlerin oluşumuna olanak sağlayacak bir özgürlüktür.
FATIMALARI YETİŞTİRMEYEN TOPLUMLARIN ÇOCUKLARI, KENDİ TOPLUMLARINI HEP RAHATSIZ EDECEKTİR
Özelikle çalışan kızların “Ev hanımı” ve “Anne” olmak gibi bir dertleri yok sanki. Siz ne dersiniz?
Günümüz toplumunda kadın denilince bir rol bulabiliyor musunuz? Ama eskilere baktığımızda… İşte buradan da toplumların yaşadıkları olumsuzluklara yaklaşılabilir. Fatımaları yetiştirmeyen toplumların çocukları, kendi toplumlarını hep rahatsız edecektir.
HİÇ KİMSE MAZLUMLAR ARASINDA FARK GÖZETMEMESİ GEREKİR
Toplumun ıslahı veya öze dönüş için medya başta olmak üzere devlete, STK’lara ve bireylere ne gibi görevler düşüyor?
Burada gerçek anlamda dini yaşayan bir Müslüman portresi ortaya koymaktan ziyade, İslam’ın evrensel ilkelerine riayeti açısından olması gereken “Müslüman Karakterini” değerlendirerek açıklık getirmeye çalışırsak asrımızda yaşanan birçok sorunun nedenini de bulabiliriz...
İşte İslam’ın evrensel ilkeleri açısından bir Müslüman…
1- Müslüman, yalan söylemez. Safvan İbnu Süleym (r.a) anlatıyor: Ey Allah`ın Resulü! Mü`min yalancı olur mu? Dedik. Peygamberimiz, "HAYIR! Buyurdular." Hadi, Kendimizi bir de bu açıdan sorgulayalım!
2- Müslüman, kul hakkını yemez.
3- Müslüman, gayrı meşru yollarla kazanç elde etmez.
4- Müslüman, gayrı meşru yollarla kazanç elde edenlerle dost ve yoldaş da olmaz. “Kişinin dostunun dini üzerine haşr olunacağını” bilir.
5- Müslüman, çalmaz.
6- Müslüman aldatmaz. “Aldatan bizden değildir.” uyarısını dikkate alır.
7- Müslüman, başkasının namusuna kem gözle bakmaz.
8- Müslüman, kadına şiddet uygulamaz. Kadının Allah tarafından bir emanet olduğunu bilir.
9- Müslüman, emanete ihanet etmez. Emanete ihanetin münafık alameti olduğunu bilir.
10- Müslüman, çocuklara masumiyet karinesi ve anlayışıyla yaklaşır.
11- Müslüman, kardeşini öldürmez.
12- Müslüman, Müslümanlara karşı kibirli olmaz, onlara kaba davranmaz.
13- Müslüman, zülüm yapmaz, zalimle aynı safta bulunmaz. Zalimlerin sofrasındaysan hala, mazlumlardan taraf olduğunu söylemenin hiçbir anlamı yok.
14- Müslüman, zengin birisine zengin olduğu için tevazuda bulunmaz, övmez.
15- Müslüman, kin beslemez, hased etmez. Müslümanlara iftirada bulunmaz.
16- Müslüman, eli, dili ve davranışları ile Müslümanlara hatta insanlara zarar vermez.
17- Müslüman, adam kayırmaz. Liyâkâti ön planda tutar.
18- Müslüman, Allah’tan başkasından korkmaz. Hakkı söylemekten çekinmez. Zulümden ve öldürülmekten korkmaz.
19- Müslüman, Müminlerin arkasından konuşmaz, kusurlarını araştırmaz.
20- Müslüman, Zenginlik ve mevkiden etkilenmez.
21- Müslüman fitne çıkarmaz.
22- Müslüman tefrika yapmaz. Tefrikaya yol açıcı davranışlara tevessül etmez.
23- Müslüman zanda bulunmaz, zan ile kimseyi suçlamaz.
24- Müslüman tecessüste bulunmaz. ‘Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs de etmeyin (Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın). Birbirinizin gıybetini yapmayın. 49/12’ Bunu yapanların kendilerini Müslüman olarak tanımlamaları ayrıca üzücüdür. Zira Müslümanlar, Allah’ın; içi de dışı da bildiğini ve iç yüzlerini kuldan gizleseler de Allah’tan gizlenemeyeceğini bilmelidirler ve ancak bu şekilde olan imanın Allah katında bir değerinin olduğuna inanmalılar.
Aksi davranışta bulunmanın, Kur’an ve sünnetin özüne vakıf olmamaktan kaynaklandığını düşünmekteyim.
Zira Bir iddiada bulunan kişi o iddiasını ispat etmekle yükümlüdür. Müslüman’ım diyen kişi de bir iddiada bulunuyor ve bu iddiasını ispat etmekle sorumludur. İddia kanıt ister. Dava sahipleri ile İddia sahiplerini birbirinden ayırmak ve İslam davası ile İslam iddiasında bulunmayı karıştırmamak gerekir.
Can alıcı güncel meselemiz bu olmalıdır bence... Devlet, medya veya STK’ların mazlumlar arasında fark gözetmemesi gerekir. Zulüm ve insan hakları ihlali olunca din, dil, ırk ve cinsiyet farkı gözetmemelidir. İnsan merkezli bir mefkûreye sahip olmalı. Temiz vicdanın tecellisi de olan mazlumdan taraf olma erdemini sahiplenmeli! Bu bağlamda: Hakiki dindar, mazlumlar arasında din, dil ve ırk farkı gözetmemeli ve aynı tepkiyi göstermelidir. Öldürülen Filistin, Afganistan, Uygur, Arakan, Myanmar, Şengal ve Rojava çocuğu arasında ayırım yapmaz, sahte olan dindar da mazlumlar arasında fark gözetip birisi için gözyaşı döker fakat kendinden olmayan ve Kerbela faciasında yaşananları yaşayarak susuzluktan ölen mazlumu görmezden gelir. İmanda samimiyet olmayınca; zalim ve mazlum tanımı da şahsi çıkarlara dayalı keyfi ve nefsi olmaya başlar.
TÜM KABİLLERE İNAT HABİL OLMAYA DEVAM ETMELİYİZ
Peki, son olarak neler söylemek İstersiniz?
Tüm Kabillere inat Habil olmaya devam etmeliyiz. Müslümanlar sadece bir şekilde zalime yardım edebilir o da Hz. Peygamberin (s.a.s), sahabelerine; zalime yardım etmek, onu zulmünden vazgeçirmektir” şeklinde tavsiyede bulunduğu üzere olmalıdır. Biz Müslümanların da artık tarafını seçme zamanının geldiği kanısındayım! Tarihe bakıldığında İslam’ın mazlumların dini olduğu görülecektir. Ortada menfaat ve makam davası yoksa kimimiz bilinçli/doğrudan, kimimiz de saflığından batının uşaklığını yapmakta. Herkes arzu ettiğine uşaklık eder! Bu da bireyin tutkularına bağlıdır ki bunu koruyan da iffettir. İffet bir tür özgürlüktür aslında; zira özgür olmak isteyen öncelikle kendi tutkularının esaretinden kurtulmalıdır.
İnsanlar, biz Müslümanların yaptıklarından dolayı (birçoğu bilmeyerek ve bu inceliğin farkında olmadan) İslam’ı yargılamakta ve İslam’dan uzaklaşmaktadır. Artık Müslümanların kendilerini biraz da İslam’la temizlemelerinin zamanı gelmiştir.
Günümüz Müslümanları eleştirilmektedir, eleştirilebilir bu gayet doğaldır zira onlar da insandır ve her insan gibi hata yapabilir... Fakat onların üzerinden İslam eleştirilirken dikkatli olunmalıdır.
Dünyada kaybedeceklerini bile bile muaviyeleşmeden Ali gibi davranmayı başarabilenlere müjdeler olsun! Tüm karamsarlıklara rağmen; ümitvar olunuz, ümitvar olunuz ve yine ümitvar olunuz! Ümitsizlik mü’minn şanından değildir. İstikbal İslam’ın ve İslam’la şereflenenlerin olacaktır.
Arapça bir beyitte şöyle denilir: "Dünya seni bunalttığında (Her ne sebepten olursa olsun, dünya sana dar geldiğinde) hemen Elem Neşrah suresini düşün. Göreceksin ki; bir zorluk iki kolaylık arasındadır. Bunu düşün ve ferahla!"
M. Burhan Hedbi kimdir?
1976 yılında doğdu. İlköğrenimini kendi köyünde okudu.
1985 yılından itibaren bölgenin çeşitli medreselerinde eğitim aldı. 1994 yılında Orta öğrenimi Kızıltepe Sıtkı Türkoğlu okulunda, lise öğrenimini Diyarbakır İmam Hatip Lisesi’nde ve 2005 yılında İlahiyat Fakültesini (şuan Sosyoloji 2. sınıf okuyor) tamamladı. 1997 yılında şiir ve deneme türü yazılar yazmaya başladı. 2002 yılında çevirilere başladı. 12.02.2014 yılında, Ortadoğu Halklarının Birliğini Koruma, Kalkındırma Ve Strateji Araştırmalar Merkezi OHAK-DER`i kurdu. Birçok Haber sitesinde “Arafta Kalanlar” köşesinde makale ve yazı yazmaktadır.
Eserleri
2009 yılında Pendên Şafiî (İmam Şafii’nin divanı Arapçadan çeviri) yayınlandı.
2010 yılında Mevlid (Mewlûda Kurdî Bi Şêwaza Hedbî, Kürtçe)
2011 yılında Eqîde û Fiqha Zelal (Akide ve Fıkıh/İlmihal).
(M. Salih Keskin/Mehmet Aslan – İLKHA)