Hamd alemlerin rabbi olan her şeye kadir yüce Allah Azze ve Celle’ye mahsustur.

Her saniyesi bir incidir ömrün. Hal böyle olunca geçmişimiz de, kaybettiğimiz koca bir define oluyor. Belki de bu yitik definenin acısıdır geçmişe hasreti kamçılayan, onu hatırladıkça insana içten derin ahlar çektiren.

Bilmem yolunuz çocukluk ve gençlik dönemlerinizin geçtiği yerlere uzun yıllar sonra düştü mü hiç? İnsan, yaşamının böyle önemli bir bölümünün geçtiği mekânlara uzun bir süre sonra döndüğünde kendini duygu yüklü bir tefekkür sarmalına girmekten alıkoyamıyor. Bu duygu ve tefekkür yoğunlaşmasında hüzünden tut sevince, özlemden tut arzuya, pişmanlıktan tut heyecana kadar her türlüsünden duygular kaplar insanı, ama bunların en coşkulu, en albenili olanı, en sevinç dolu kıpır kıpır olanı dahi hüzünle karışıktır artık. Maziye devir teslimi yapılmış en şen anılarda saçılan duygular bile yüzde tutunmaya çalışan mahzun, gariban bir tebessümü andırıyor artık.

İşte eski koğuşuma yeniden dönerken ki duyumsadıklarım… Halden koptum mazi derelerinde aktım, yuvarlandım. Gerçi koğuş yine eski koğuştu, havalandırmayı çevreleyen telleri yeni duruşları dışında pek bir şeyi değişmemişti, ama yine de kendimi değişik duygu ve düşünce alaborasına düşmekten alıkoyamadım. Zira koğuşun eski üç sakininden sadece bir ben varım koğuşta bu az değişiklik mi? Yani bir zamanlar burada konuşan, gülen, havalandırmada tur atan, sağa sola koşuşturan iki hayattan, iki candan hiçbir eser kalmamış anılar dışında. Ne bir ses, ne bir nefes, ufacık olsa dahi en küçük bir alamet… Her şey camit, her şey suskun … Oysaki çok ses çok ders gördü bu mekânlar; çok nefeslerle buğulandı bu camlar. İyisiyle kötüsüyle çok kayıtlar aldı bu duvarlar; ruz-i mahşere çok şahitler yolladı bu havalandırma, bu parmaklıklar… Oysaki şimdi her şey sağır, her şey camit, her şey suskun…

Esaslı ilk sarf ve nahiv dersimi, esaslı ilk hocamdan burada aldım mesela. Oysaki o şimdi çok uzaklarda, selamlar yolluyorum Ankara Sincan’a. Kendisini hürmetle bu satırlarda yâd etmek işitiyorum diyeceğim ama acaba hürmetle yâd etmek yeterli mi? Şayet o geçmiş an diliminde gerekli hürmeti tam ifa etmemişsem, ona yönelik şimdiki hürmetli, selamlı çok cafcaflı sözlerimin bir kıymeti harbiyesi olur mu acaba? En kıymetli servetini, zamanını yani hayatını Allah rızası için dersime harcayan birine gerekli hürmeti, hizmeti yaptım mı acaba? Evet, havalandırmada olduğum şu sıralarda hocamı düşünüyorum. Havalandırmada tur atıyoruz yine birlikte. Yüzü henüz de güleç… Öyle güleç ki ben de ister istemez gülümsüyorum. Zaman hiçbir şey silememiş gülümsemesinden. Değerli hocam, hafıza perdemde sizden yana güleç bir yüz kalmış. Ama acaba benim resmim nasıldır sizin hafıza perdenizde?

Dediğim gibi eski koğuşumdayım şimdi. İnanır mısınız sanki mazinin kapıları açıldı bana. Adeta hayatın akışı tersine döndü de geldiğim bir yolda şimdi geri geri gidiyorum gibi. Ya da bir film şeridi hızlı hızlı geri sarılıyor sanki.
Evet, bir “beni” yani kendimi burada gömmüştüm ve şimdi ben “o ben” değilim.

Takdir edersiniz ki mezar muhasebe demektir. Ve ben şimdi mezarımın başucunda derin muhasebelerdeyim. Ah geçmiş! Maalesef geçmiş mazi olup da geçip kaybolmuyor. O, ensede sıcak bir canavar soluğudur şayet yalan dolan ve utançla geçmişse. Ve yine o, mazinin penceresinden el sallayan bir mahbubedir tabi eğer vefa, sıdk ve şerefle gitmişse. Yani geçmiş bir yere gitmemiştir; bir taraftan hal-u vaktimizdir. Diğer yandan geleceğimizdir de. Yüzümüzde bazen en safından, en çocukçasından mütebessim güller açan o geçmiş değil midir? Yine o değildir bazen utançla başımızı öne düşüren.
Haliyle hayatı temiz, helal ve sıdk ile yaşamak ve o şekilde geçmişe emanet etmek lazım. Geçirdiğimiz her an kayıt altında, bunlar kıyamette karşımıza çıkacak. Ama hayır, bu kayıtlar her an karşına çıkıyor zaten. Biz anı ve geleceği geçmişte birlikte yaşıyoruz. Geleceğin güleç, asude şafaklarına namzet olanlar “an”a yönelsin ve henüz o geçmiş adını almamışken ona bir gül diksin.

Yeni geldiğim eski koğuşumda üç mezar taşı… Yaklaşıp bakıyorum birinde adım yazılı. Günler geçtikçe doğuşa girişteki bu duygulu halimin kaybolacağını biliyorum. Nitekim öyle oldu, günler hızla gelip geçiyor. Şimdi havalandırmada bu mezarların gâh başucunda gâh ayakucunda tur atıyor, top oynuyor gülüyor, bazen şen teraneler söylüyoruz.

İşte insanoğlu bu! … Kesinlikle kendimize az acıyor, az ihtimam gösteriyoruz. Tabi istisnaları yok değil mesela bir yerlerden okumuştum: Filistinli bir Müslüman israil bombardımanında yitirdiği bacakları için her gün tekerlekli sandalye ile mezarlığa gidiyormuş ve bacaklarının gömülü olduğu mezarın başında onlar için tövbe ve istiğfarda bulunuyormuş. Ya biz… Biz sadece bir bacak mı yitirdik? Biz kol, bacak, baş, gövde bütün her şeyimizi mazi kabristanına gömdük. Peki, onlar için ne kadar tövbe ve istiğfar ediyoruz. Filistinlinin “cüz”e gösterdiği ihtimamı biz “kül”e gösteriyor muyuz?

Kendimize acımak mefhumuna da şöyle bir bakmak gerekir. Evet, bu kavram hiç de ehli bir tabir olarak durmuyor. Biraz yabancı geliyor bize. Onun için “kendine acımak” kavramı çok ürkek duruyor. Öyle ürkek ki sanki ‘kışt!’ desem hemen kaçacakmış gibi. Biz gözü pek insanlarız ya kendine acımayı erkekliğe bağdaştırmıyoruz. Evet, kendine acımak diyordum. Ölen kocası üzerinde ağıt yakan kadını sakinleştirmek isteyenlere kadın ne diyordu: “Çocuk evin yolunu kaybettiği için ağlıyor, bense evin sahibini kaybettim, nasıl ağlamayayım?”

Çocuk kaybolan yola, kadın giden kocaya ağlıyor. Ya biz, biz ne zaman kendimize ağlayacağız. Giden otuz, kırk, elli yılın mezar taşında senin ve benim adım yazılı. Ona mağfiret dileyelim mi? Zaman, gözyaşıyla tövbe ve istiğfar zamanıdır vesselam.

SAİT BURAK
KANDIRA 1 NOLU F TİPİ CEZAEVİ/ İZMİT