Emin Güneş / Doğruhaber / Araştırma
‘İnsan neden ihanet eder ki?’ denilebilir. Ancak örnekler verildiğinde ihanetin nedenleri çok iyi anlaşılır. İttihat ve Terakkicilerin cafcaflı söylemleri ve sloganları bir tarafa, asıl maksatlarının Osmanlı iktidarını ele geçirmek olduğunu herkes kabul eder. İktidarı ele geçirmenin yolu, iktidardakileri devirmekten geçer. Bu iş için çoğu zaman mevcut iktidarın düşmanları ile işbirliği kaçınılmaz olur. Lozan, İttihatçı artıklarının iktidarı ele geçirmek uğruna sadece devleti değil, dini de işbirlikçilerine sattıkları bir “sözde antlaşmadır”.
İhanete tipik bir örnek olarak Osmanlı’dan şu bilinen örneği veririm. Bizans tahtı için mücadele eden Kantekuzen, Orhan Bey’den yardım ve destek ister. Orhan Bey, oğlu Süleyman Şah’ı Kantekuzen’in yardımına gönderir. Süleyman Şah şehit olur. Bu desteğe karşı Kantekuzen elindeki Çimpe Kalesi’ni Osmanlılara verir. Avrupa yakasında bir üs ele geçiren Osmanlı, Avrupa’ya ayak basar ve Bizans’ı arkadan çevirir. Lozan adeta, bu olayın rövanşı gibidir. Lozan’da iktidar için toprak verilmesinden ziyade, İttihatçıların sırf iktidar olmak bir avuç toprağa razı olmuşlardır.
Olaya şöyle de bakılabilir: Biz hep tarihte şurayı burayı fethettik deriz ya, İngilizlerin başını çektiği kâfirler de İslam coğrafyasını içimizdeki hainlerin desteği ile fethettiler. Bu fethedilen yerleri kolay denetlemek için her bir çiftliğin başına bir kâhya yerleştirdiler. Kâhyanın çiftlik halkı ile birleşip isyan çıkarmaması için de kâhyalar genellikle halk düşmanlarından seçildiler. Kâhyalığa aday olanlar, oval ofislerde daha iyi kâhyalık yapacaklarına dair teminatlar, yeni üsler vereceklerine ya da üsleri pekiştireceklerine dair güvenceler verme yarışına girerler. Sömürgeci çiftlik sahibi, kâhyalar içerisinde işe en uygununu seçmiştir.
Lozan’da amacına ulaşmış olan, başta İngiltere olmak üzere İtilaf devletleri ele geçirdikleri yerleri kalıcı hale getirmek ve olası yeni kıyamları önlemek için yukarıda izah edildiği üzere kendi adlarına işgal edilen toprakları idare edecek kâhya arayışı içerisindeydiler. Ankara Hükümeti adı altında bu görüşmelere katılan heyet ise bir an önce uluslararası arenada resmen tanınmak derdindeydi. Resmen tanınmalarına engel gördükleri Osmanlı Devleti’ni, 1 Kasım 1922 de ebediyen tarihe gömdüklerini ifade etmişlerdir. Osmanlı Devleti’ni yıkanlar, İtilaf Devletleri değil sonradan Cumhuriyet Fırkası’na dönüşen İttihatçı zihniyettir. Sırf iktidar makamlarına sahip olmak adına yapılan ihanetleri iki temel başlık altında ele alabiliriz.
DÜNYEVİ VE UHREVİ KAYIPLAR
Dünyevi kayıplar;
1- Batum, 12 Adalar ve Batı Trakya toprakları. Buraların alınamaması şöyle düşünülebilir. Buraları almaya güçleri yeter miydi acaba? Bu yerler talep edilmediği için güçlerinin yetip yetmediğini bilmemiz mümkün değildir. Çünkü bu topraklar talep dahi edilmemiştir. Hainlerin acelesi vardır, adeta işi uzatmak istememektedirler, ancak buna rağmen görüşmeler uzadıkça uzamıştır.
2- 400 bin Osmanlı altını olan Düyunu Umumiye borçları, çok cüzi miktarda ödenmesi gerekirken %65 oranında ödenmiştir. Düyunu Umumiye denilen günümüzdeki İMF benzeri kuruluş, bu borçları harcama yerlerini belirterek vermiş. Alınan borçlar daha ziyade işgalcilere bırakılan balkanlarda yatırımlara harcanmıştır. Bir bakıma verilen borçların kullanıldığı toprakları almakla paralarını tahsil ettikleri halde kalan Anadolu toprakları borçlandırıldı. Bu yüzden Anadolu kıtlıklar yaşadı, belini doğrultamadı. Japonya, Almanya yerle bir edildikleri halde kalkındılar, ‘biz niye hala sürünüyoruz?’ diyenler bu ihanetin farkında olmayanlardır.
3- İngiltere’den parası ödenmiş üç savaş gemisi, talep edilmemek suretiyle adeta İngilizlere hediye edildi. (12 milyon İngiliz altını değerinde)
4- Eskiden kâğıt para altın karşılığı olduğundan, basılan paraya karşılık altın stok etmek mecburiyeti vardı. Kâğıt para Viyana’da basıldığından altın da burada stok edilmiş idi. Bu altın istenmediğinden orada kaldı. Bir kısım altın da Viyana’ya taşınamadığından Osmanlı bankasında idi. Ancak Osmanlı Bankası Müslümanlara ait değil Yahudilere ait idi. Onlar da bu altını yurt dışına kaçırdılar. Bu paranın bir kısmının Koç’a sermaye olarak verilmiş olduğunu iddia edenler vardır. Yani Koç’un sermayesinin milletin parası olduğu iddiası oldukça ciddi bir iddiadır.
5- Mübadele yasası uyarınca Yunanistan’dan Türk gibi görünerek (Çoğu Sabataist) gelen Yahudiler Anadolu’da çok geniş arazilere sahip çıktılar. Yunan gümrük memurlarına rüşvet vererek Yunanistan’da üç beş dönüm arazileri varsa üç beş bin dönüm arazileri varmış gibi belge alıp Anadolu’da binlerce dönüm araziye sahip oldular.
6- En önemlisi Osmanlı ailesine ait “özel mülkiyet” devletleştirildiğinden bu günkü Filistin toprakları ve Irak’taki petrol bölgeleri uluslararası hukuki güvenceden yoksun bırakılmıştır. Yani bir devlet savaşta yenilip bütün topraklarını kaybetse dahi özel mülkiyete dokunulamaz. Kaybedilen toprak kamuya yani devlete ait topraklardır. Bu hainler bu devletleştirmeyi yapmamış olsalardı Sultan Abdülhamit’in geleceği görerek satın alıp özel mülkiyeti altına aldığı Filistin toprakları ve Iraktaki petrol bölgeleri devlet malı olarak kaybedilmeyecekti.
Daha ne dünyevi kayıplar var ki yerimiz buna müsait değil.
UHREVİ KAYIPLARIMIZ ÇOK DAHA ÖNEMLİDİR:
1- Evvela bu anlaşma ile hilafetin kaldırılması sözü verilmiştir. Hilafetin kaldırılması ile ümmetin kafası bu hainler tarafından koparılmıştır. Kafası kesilen dev gibi ümmet, kâfirlerin oyuncağı haline gelmiştir. Hilafet öylesine kaldırılmıştır ki ümmetten koparılan her coğrafyasında yeniden ihyası talebi de ağır cezalık suç sayılmıştır. Ümmetin bu başsızlığıdır ki halen kanı oluk oluk akmaya devam etmektedir.
2- Hilafetin kaldırılması cinayetini seri cinayetler takip etmiştir. İnkılaplar adı altında İslam’dan küfre inkılap için ne gerekiyorsa yapıldı. Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırıldı, Şer’i kanunlar kaldırılıp doğrudan galip devletlerin kanunları tercüme edilip yürürlüğe konuldu. “Batı medeniyetine” ulaşma açıkça hedef ittihaz edildi ki gelinen noktada da onların birliklerine katılma için çabalanmaktadır. Yıllarca şimdi şikâyet ettiğimiz, Doğu Türkistan, Azerbaycan ve Arakan benzeri zulümlere maruz bırakıldık. Çocuklarımızın tesettür yasağı daha tam olarak kaldırılmış değildir. Bu ihanete karşı çıkan beldelerimiz denizden bombardımana maruz bırakıldılar. Planlı bir şekilde ulemamızı hem fiziki hem de fikri katliamlara maruz bırakmak suretiyle iman kalelerimizi yıktılar. İmanımızı komünizm, Marksizm, liberalizm, nihilizm vs. rüzgârlarla söndürmeye çalıştılar. Bütün bunlar bu lanetli anlaşmanın neticesi idi.
3- “Dini azınlık” esası kabul edildi. Dini azınlıklara o kadar geniş haklar talep edildi ki Müslümanların hakları yok edilmeden bunları hayata geçirmek mümkün olamayacaktı. Azınlıkların dini hürriyetleri Birleşmiş Milletler’in garantörlüğüne verildi. Mesela Pazar günü bir gayrı müslim, mahkemeye davet edildiğinde gelmezse kimse onu zorlayamaz. Çünkü o gün, onun ibadet günüdür. Bir Yahudi’ye cumartesi tebligat dahi veremezsiniz. Bu günlerde onları devlet dairesinde çalıştıramayacaksınız. Ancak antlaşmanın 37 ile 41 arasındaki maddelerine göre bunları devletin her kademesinde istihdam etmek zorundasınız. Bu açmaz, ancak Müslümanların ibadet günü ilga edilip onların ibadet günleri olan Cumartesi tatil edilmekle halledildi.
4- Azınlıkların Kur’an harflerini öğrenmek zorunda bırakılmamaları için harfleri onların bildiği şekle dönüştürdük. Bu dönüştürmeler halen uyum yasaları ile devam etmektedir. Şimdi de birliklerine katılacağız gerekçesi ile Avrupa müktesebatı gönüllü olarak ödev kabul edilmiştir.
İçki, kumar, faiz ve fuhuş maalesef kanuni teminat altına alınmıştır. Yılbaşı gecelerinde büyük şehirlerimiz içki ve eğlencede gâvurların şehirlerinden ileri gidebilmekte, geri kalmamaktadırlar. Gâvurlardan geriye bir “Lutiliğin” (LGBT) kanuni teminat altına alınması gibi şenaatler kalmıştır. Bu konuda da adeta dindar Kürtlerden intikam alınırcasına onların çocuklarına bu şenaatlerin öncülüğü görevi tevdi edilmiştir.
Bu gâvurlaştırma, köleleştirme, teslimiyet, icraatları “özgürleştirme” kılıfında takdim edildi. “Mandacılık” sözüm ona reddedildi ama yerine “esaret” kabul edildi. Mandacılık belki siyasi bağımlılık olarak kabul edilemezdi ama topyekûn kimliksizleştirme karşısında tercihe şayan bir durumdu.
Lozan müzakereleri sırasında heyette bulunan Haim Naum, Batılılara Kur’an’ın içini boşaltacağı sözünü vermişti ki çok önemli ölçüde muvaffak olmuştur. Bir dizi filminde “Amerikalı” rolündeki adamın şu sözü anlamlıdır: “Kur’an Muhammed’in yorumu ama benim yorumum olacaktır.” Bugün Kur’an’ımızı Amerikan yorumuna uygun anlamayanlar, yorumu da Muhammed (AS)’e ait olsun diyenler halen zindanlardadırlar. Onları iştahla zindanlara tıkanların elinde de maalesef Kur’an-ı Kerim vardır. Hatimleri yarım kalınca ağlamaklı olanlar, Kitabımızın Amerikan yorumuna bağlı aynı zamanda Lozan’ın ruhuna sadakat gösterenlerdir.
Lozan, ümmetin Kur’an’dan uzaklaşmasının, lükse, zevk u sefaya dalmasının, gafletinin, dünyevileşmesinin kaçınılmaz bir neticesidir. Bu nedenle hem dünyaları hem de ahiretleri berbat olmuştur. Bu girdaptan çıkış ya da Lozan’ın kötü sonuçlarından kurtuluş tekrar Kur’an’a dönmekle hakiki imanı elde etmekle mümkün olacaktır.