Ahmet Yılmaz / Analiz
Geçen hafta, Türkiye-israil ilişkilerini Adnan Menderes dönemine kadar anlatmıştık. Bu hafta bu tarihi sürecin devamını anlatacağız ve bugünkü durumu işleyeceğiz.
israil, kendi imkânlarıyla kurulan bir devlet olmadığı gibi, kendi imkânlarıyla ayakta durabilecek bir devlet de değil, daha çok bir askeri karargâh...
Uluslararası sistem, bu karargâhın korunması için, kendisine bağlı bütün birimlere ödevler yükledi. Türkiye, bu ödevlerden en geniş anlamda pay aldı.
1-Türkiye, israil’i siyasi anlamda tanıyarak bu gayrimeşru yapının “Filistin davasının, sadece bir Arap-Yahudi davasıdır” tezine delil sağladı.
2-Türkiye, başka ülkelerden alabileceği silahları israil’den almaya zorlandı; israil’in paralı ordusuna hazine akıttı.
3-Türkiye, manevra alanı dar olan israil’e hem tatbikatlarda yer verdi hem de israil uçaklarının tatbikat dışında da Konya üzerinde eğitim uçuşları yapmasına imkân tanıdı, israil ordusunu güçlendirdi.
KIBRIS MESELESİ BAZI GERÇEKLERİ DEĞİŞTİRDİ
israil’e uluslararası sistemin istediği siyasi, ekonomik ve askeri her desteği veren Türkiye 1974’te Kıbrıs Harekâtı sırasında yapayalnız kaldı: Çünkü Doğu’yu küstürmüş, Batı’ya da yaranamamıştı.
Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü’yle temas kurdu; 1967’de işgal edilen Doğu Kudüs’ün israil toprağı olamayacağını vurguladı, zaman zaman israil’e cephe alır bile göründü.
Buna rağmen uluslararası sistemin yüklediği görevleri de ihmal etmedi. israil’le ekonomik ilişkisini güçlendirdi, Amerika’nın da baskısıyla askeri anlamda israil’e bağımlı hale geldi.
israil lobisinin Türk medyası üzerindeki etkisi ve orduyla kurduğu yakınlık, hükümetlerin etki ve yakınlığını neredeyse geçti.
BU SÜREÇ, 90’LI YILLARDA 500. YIL VAKFI’NI DOĞURDU
Yahudilerin Endülüs’ten Osmanlı topraklarına gelişinin 500’üncü yılı anısına kurulan bu vakıf, israil dostluğunun adeta parlamentosu oldu. İş adamları bir yana Süleyman Demirel, Erdal İnönü, Alpaslan Türkeş gibi Türkiye’nin etkin siyasetçileri vakfın çalışmalarına katıldı.
Parlamentoda oluşturulan Türkiye-israil dostluk grubuna başka hiçbir ülke için görülmedik şekilde yüzlerce milletvekili üye olma yarışına girdi.
Manzara, adeta “israil’e yanaşan kazanır” görmemişliğine büründü.
Ama en utanç verici olanı, israil’in sözde milli gününe gösterilen ilgiydi.
O gün, hiçbir ülkenin milli gününe benzemiyordu. O gün bir terör örgütünün İslam’ın mukaddes topraklarını katliamlar yaprak uluslararası despotların desteğiyle gasp edişini simgeliyordu.
O kutlama, Müslümanların esir, İslam düşmanlarının özgür olmasını simgeliyordu. O kutlama, Resulullah’ın Miraç öncesinde namaz kıldığı, Kur’an-ı Kerim’de kutsiyeti açıkça ifade edilen Mescid-i Aksa ve etrafının işgalini kutlamak anlamına geliyordu.
Oysa halkının %99’u Müslüman olan bu ülkenin idarecileri başta Genelkurmay olmak üzere heyet halinde o kutlamada yer alıyordu.
İş çığırından çıkmıştı; o güne katılmak için yarışan milletvekillerinin israil elçiliği kapısındaki itişip kakışmaları ve israil elçisiyle bir iki laf etmek için didişmeleri ertesi günün köşe yazılarına kara mizah olarak yansıyordu.
O hava içinde Başbakan olan tecrübesiz politikacı Tansu Çiller, israil’e bir ziyarette bulundu ve Arz-ı Mev’ud’un israil’in hakkı olduğunu söyledi.
Tarihten habersiz o kadına danışmanlarının söylettirdikleri bu söz, tarihe geçecek nitelikteydi: Çünkü Arz-ı Mev’ud’un içinde Urfa da vardı. Arz-ı Mev’ud’u israil’e ait gören Çiller, resmen “Urfa sizindir” diyordu. Hiçbir özür, hiçbir düzeltme bu kabahati kapatamazdı.
28 ŞUBAT’TA İSRAİL VARDI
Türkiye-israil ilişkilerinin doruğa ulaştığı, hükümetlerin bu ilişkinin içinde çok az şey ifade ettiği bir dönemde 28 Şubat sürecine girildi.
Süreci başlatanlar, bir Kudüs Günü etkinliğini simgesel olarak başlangıç almışlardı.
Nitekim etkinliğin yapıldığı ve etkinlik dolayısıyla yürütülen tanklar sürecin simgesi haline getirilmişti.
“Demokrasiye Balans Ayarı” denen o süreçte her adım “Bu topraklarda israil düşmanlarına yer yok” mesajı veriyordu.
Halk 28 Şubat uygulamalarının asla yerlilerin elinden çıkamayacağını, bu işin arkasında mutlaka bir dış güç bulunduğunu ve o gücün israil olduğunu söylüyordu.
Dolayısıyla 28 Şubatçılara yönelen bütün öfke, israil’e yöneliyordu.
Bu haksız bir yöneliş değildi:
28 Şubatçılar Yahudi dostluğunu Yahudi akrabalığına kadar götürmüşlerdi. O dönemde İslami kesimleri izlemek üzere kurulan Batı Çalışma Grubu (BÇG)’nun başında bulunan ünlü Balyoz soruşturması sanığı Orgeneral Çetin Doğan hem kızını, hem oğlunu ünlü Amerikan Yahudileriyle evlendirmiş, soyunu onlar üzerinden sürdürme kararı almıştı.
Amerika’ya yakınlığı bilinen Gazeteci Mehmet Barlas, “Erbakan, israil’le ilişkilere sessiz kalırsa düşürülmez” diye açık beyanda bulunuyor, süreci teşhir ettiği için de rahatsız ediliyordu.
HALK, HİÇBİR ZAMAN İSRAİL’İ SEVMEDİ
Bu ölçüde derin ve geniş çalışmaya rağmen, halk hiçbir zaman israil’i sevmedi. Aksine israil’in Türkiye hükümetlerini aşacak şekilde Türkiye’deki kurumlarla kurduğu doğrudan ilişkiden ürktü. israil’in etkinlik genişletmesini Türkiye’nin bağımsızlığına karşı bir tehdit olarak gördü. “Ordumuz, israili mi dinler, hükümetleri mi?” sorusunu açık açık sordu, korkuya kapıldı; “Medyamız, israilin emrinde” yargısına “iki kere iki dört eder kesinliğiyle ulaştı ve sadece israile öfke duymakla kalmadı, devletten de uzaklaşmaya başladı...”
Durum, israil dostları için vahimdi, israil lehine yapılan her haber, atılan her başlık israile ve 28 Şubat’ı ilan eden israil dostları cephesine karşı öfkeyi nefrete dönüştürmekten başka bir işe yaramıyordu. “Türkiye’yi kim iyi yönetir? Sorusunun cevabı “Kim israil’in adamlarını diskalifiye edebilirse o yönetir” olmuştu.
Vaziyeti gören israil, Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye iadesinde rol aldı, bu Türk halkının öfkesini bir süre dindirdi, ancak asla halkın zihninde bir isaril muhabbetine dönüşmedi.
Özellikle 17 Ağustos 1999 depremi, israil dostlarının hesaplarını alt üst etti.
Depremin merkez üssü Gölcük Donanma Komutanlığı idi, orada ilan edildiği kadarıyla ondan fazla israilli askeri uzman ölmüştü. Basına yansıdığı kadarıyla orada ilan edilmiş bir toplantı vardı ve halk o toplantıda konuşmacıların Kur’an-ı Kerim’i ayakları altına alarak Türkiye’de İslam adına ne varsa onu yok edeceklerine yemin ettiğini, tam o sırada depremin bir ilahi ceza olarak gerçekleştiğini Ankara sokaklarında bile söylüyordu.
“israilin emrindeki bu adamlardan kurtulmazsak Allah, başımıza daha çok felaket getirir” diyenlerin sayısı günden güne artıyordu.
28 Şubat’ın ürünü olan DSP-MHP-ANAP hükümetinin depremdeki yeteneksizliği ve depremden sonra yaşanan ekonomik kriz öfkeyi daha da büyüttü, sistemi kökten tehdit edecek boyutlara ulaştı, sistemi kendisini güvenceye alma arayışlarına itti ya da sistemin uluslararası destekçileri sisteme böyle bir arayış için alarm verdi.
israille bugünkü sürece gelince bunun anlattıklarımızdan (tarihi süreçten) bağımsız düşünülemeyen iç nedenleri ve ondan bağımsız dış nedenleri vardır.
HALK, İSRAİL KARŞITLARINI SEVİYOR
israille yaşanan ilişkilerin vardığı boyut halkın zihninde “israile karşı olmayana güvenmeme” hatta onları tehdit olarak görme hissi oluştu. Açık bir ifadeyle Türkiye’de halkın muhabbet beslediği, arkasında durduğu sürdürülebilir bir yönetim için, israil karşıtlığı en önemli koşuldur.
Halk, israile karşı çıkmayı kahramanlık olarak görüyor ve sandık başında bunu ödüllendiriyor.
Mason localarında yetişmeyen, İslam’la bağları güçlü, Müslüman halkın duygularına ortak olan her siyaset adamında gizli ve açık bir israil karşıtlığı vardır. Bu karşıtlık halkın ödüllendirmesiyle buluşunca örgütlü bir coşkuya dönüşüyor, siyaset alanında karşılık buluyor.
Neresinden bakılırsa bakılsın bu tarihi bir vakadır ve vakanın hem halk ayağı hem siyasi ayağı birbiri kadar önemlidir.
DIŞ SÜREÇ İSRAİL KARŞITLIĞINA UYGUNDUR
Uluslararası sistemin İslam dünyasındaki çıkarlarını korumaya yönelik Amerikan merkezli iki tez atıldı ortaya:
1-israil öncelikli tez: Eski Amerikan başkanı Bush’un temsil ettiği bu tez, “siyonist Hıristiyan” da denen Evanjelistlere aittir. Amerikan Kongresinde “Neo-Muhafazakâr Şahinler” tarafından desteklenmektedir.
Tezin sahipleri, israil’in öncülüğünde bir Ortadoğu tasarlıyorlardı.
2-Türkiye öncelikli tez: Obama’yı iktidara taşıyan çevrelerin tezidir. Tezin sahiplerine göre israil’in varlığı ve güvenliği önemliyse de “ağabeyliği” imkânsızdır. Bunun yerine eski Osmanlı topraklarının İslam coğrafyası içinde kalan bölgelerinde (Balkanlardaki Kosova ve Bosna dâhil) Batı’yla iyi ilişkiler içindeki bir Türkiye ağabeyliği daha gerçekçidir.
Avrupa’daki sol çevrelerden de geniş destek gören bu tezin sahiplerine göre birinci tez bölgeyi bir ateş alanına çevirecek ve israil’i dahi nihayetinde yok edebilir bir boyuta ulaşacaktır, uçtur, gerçekçi değildir. (Bu tez 2008’de Radikal gazetesinde yayımlanan bir Amerikan raporunda ayrıntılı olarak yayımlandı)
Tezin sahiplerine göre Türkiye’nin Arap coğrafyasında etkili olması israil karşıtlığının hoş görülmesine bağlıdır. Türkiye’nin önü bu yönde açılmalıdır. israil için hayati öneme sahip askeri ve ekonomik ilişkiler için israil; Hindistan ve Yunanistan’a yönelmelidir. Tez yerini bulduğunda israil düşmanlığı frenlenecek, dolayısıyla israil için büyük bir güvenlik sorunu da olmayacaktır.
israil’in ilişkilerine bakıldığında bugün bu tezin yürürlükte olduğunu görmemek mümkün değildir.
Dolayısıyla Ak Parti hükümetinin israil karşıtlığını uluslar arası sistemi karşısına almak olarak görmemek, aksine o sistemin mevcut iktidarıyla uyum içinde olmak olarak görmek gerekir.
Hükümet, uluslar arası sistemin bu tezini Türkiye açısından birinci teze tercih edilir buluyor, onu uluslar arası sistemle ağır bir sorun yaşamadan uyguluyor. Bu doğrultuda NATO Füze Savunma Sistemleri gibi dayatmaları da “sineye çekebilir” kabul ediyor.
Sürecin en büyük avantajı, uluslar arası sistemin ‘israil komutasında bir Ortadoğu tasarlayamayacak kadar ekonomik kriz içinde olmasıdır. Bu durum, Batı’dan duyulan korkuyu azaltıyor ve “koşullara uygun siyaset’ felsefesiyle yetişen Başbakan Erdoğan ve ekibine cesaret veriyor.
Öte yandan sürecin riskleri de vardır.
Sürecin Riskleri:
1. Uluslar arası sistem, bu süreci kendisini ekonomik olarak güçlendirinceye kadar bir ‘ara dönem’ olarak görüyor olabilir. Hükümetler, Müslüman halktaki israil karşıtlığını törpüleme yoluna giderse süreç, ara dönem sonrası için sadece bir ayak olur.
2. israil karşıtlığı, mevcut israil hükümetine yönelik bir tepkiye dönüştürülmek isteniyor. İsrail’deki gösteriler de düşünülürse yakın bir dönemde süreç ‘israil’in despotları görevden ayrıldı’ denerek öfke bir israil muhabbetine çevrilebilir. Daha doğrusu Müslüman halka “katlanılabilir bir israil” sunumu yapılabilir. Oysa israildeki hiçbir parti diğerinden daha az despot ve daha az katil değildir.
3.Türkiye’deki derin ve geniş israil lobisi, hükümeti frenleme yönünde kullanılabilir, hatta hükümette ağır bir değişimden bile söz ediliyor.
Bu lobinin ne kadar renkli olduğunu anlamak için bir sabah basın turu yapmak yeterlidir: israil’in gücünü hatırlatanlar, yarın ile hükümeti tehdit edenler, sözde israil gerçeğini hatırlatanlar... Lobinin her türü mevcut ve bir o kadar aktif.
İsrail lobisinin etkinliğini görmek içinse israil karşıtı etkinliklere imza atan kuruluşlara yaşatılanlara bakın...
Bugüne kadar israil karşıtı hiçbir ciddi etkinlik cezasız bırakılmadı, ya bağımsız olarak soruşturma konusu edildi ya da bir soruşturmanın kıyısına iliştirildi.
İsrail lobisi her dönem hükümetleri aşarak Türkiye kurumlarına sinmeyi ya da o kurumları etkilemeyi başardı. Bu etkinin unsurları israilin Türkiye’deki can damarlarıdır. O can damarları hükümetlerin eliyle kesilmedikçe hiç kimse gerçek bir israil karşıtlığından söz edemez.
-BİTTİ-