DOĞRUHABER
Bir hareketin lideri, başında bulunduğu hareketin genel taktik ve stratejilerini belirlediği gibi takipçilerinin gündemini de tayin eder.
Lider ve kadrosunun yoğun olarak ilgilendikleri konular ile kullandıkları literatür doğal olarak tabiilerinin güncel hayatlarında kendisini gösterir.
Bu bağlamda PKK ve HDP ileri gelenlerinin söylemlerine bakıldığında birinci dereceden muhatapları olan Kürdistan halklarından ne kadar kopuk oldukları rahatlıkla görülebilir.
Elbette ki bu garabet sadece onlara has bir durum değildir. Genel yapıları, inanç sistemleri ile yaşam tarzları olarak birbirlerine yakın olan Ortadoğu halklarının genel kaderidir bu. İslam coğrafyasında ortaya çıkan sol tandanslı hareketler ve örgütlerin ortak karakterleri halktan kopuk, ütopik olmalarıdır.
Bunun en bariz örnekleri Filistin’in sol örgütlerinde görülür. Yaşadıkları coğrafyaya, tarihe ve insanların inancına yabancı davranıp, yeni bir ulusun inşası temelinde geliştirdikleri sivri söylemler dışında halka hiçbir şey sunamayan, El-Fetih ve FKHC gibi yapıların nihai olarak geldikleri nokta gözler önündedir.
PKK’nin ana silahlı birimlerinin yani bugünkü birçok komutanının El-Fetih militanları tarafından eğitildiği realitesini bir yere not ettikten sonra;
İsmi her ne kadar değişir ve çatallanırsa da çatı kurum olarak PKK’nin yön vericileri ve ideologları yaklaşık otuz yıldır dağlarda, kamplarda, mağaralarda vs. yaşamaktadırlar. Sahadaki yürütücüler sayılan parti teşkilatları ile yurt dışında faaliyet gösteren diasporanın yaşam tarzları dağ kadrosundan bir hayli farklıdır.
Başta Abdullah Öcalan olmak üzere (ki kendisi 79’dan 99’a kadar Şam ve Bekaa’daki kamplarda komünal bir yaşam sürmüştür) bu hareketin ideologları, doğal olarak düşünceleri ve inançları doğrultusunda komünal bir ortam içinde yaşamaktadırlar.
Burada bizi ilgilendiren, onların bu tercihleri veya yaşam pratikleri, tipleri, giyimleri vs. değildir. Hatta tüm bunları İslami bir değerlendirmeye tabi tutmak da bilgi sahibi insanların vicdanına havale edilerek konu dışında tutulacaktır.
Ancak Müslüman Kürt halkına sunulan komün yaşam reçetesinin içeriğini incelemek gerekmektedir. Normal bir insan yolda bulduğu bir ilacı kullanmaz. Hatta doktorun verdiği ilaç dahi prospektüsü okunduktan sonra kullanılırken, Öcalan ve PKK’nin politbüro yöneticilerinin eserlerinde ve demeçlerinde ısrarla vurguladıkları, “komünal hayat formu nedir?’’ diye bakılmalıdır.
Komün kelimesi, lügatte ‘ortak mülkiyet, ortak kullanım ve ortak harcamaya dayanan grup düzenlemesi’ olarak yer alır.
Fransızcadan gelen bu kelimenin Fransa tarihinde de kanla yazılmış bir geçmişi vardır. 1871 yılında Parisli işçilerin yönetime karşı başlattıkları 72 gün süren ünlü Paris Komünü, sol entelijansiyonun işleye geldiği platonik bir özlem olmuştur. Parisli işçilerin kolektif çabalarıyla halkın büyük bir kısmı ayaklanmaya katılır. Silahlanan işçiler ‘ulusal muhafızlar’ adıyla yerel milis gücünü oluşturup hızlı bir şekilde yeni bir yönetim modeli /sistemini pratize ederler. Uygulamada ise, polis gücü dağıtılarak yerine silahlı işçi milis güçleri yerleştirilir. Din ve devlet işlerinin ayrı olacağı vurgulanır. Eğitim zorunlu ve parasız olacak denilir. Ulusal muhafızlardan oluşan bir meclis kurulur. Devletten (ordu ve polis yerel yetkililerden) ele geçirilen her şey halka dağıtılır. Eşitlik ve özgürlük sloganları (yüzyıl önceki devrimde olduğu gibi) tekrar dalgalandırılır.
Toplam 72 gün süren bu komün denemesinde binlerce insan kurşuna dizilir. İlk haftada yaşanan başıbozukluklar ve talanlar denetim altına alınsa da ikinci aydan sonra barikatlara sıkışmış komünde erzak stokunun erimesiyle yeni asayiş vakaları baş göstermiş, işçilerin direnişine katılan halktan geri dönüşler başlamıştır.
20 Mayıs 1871 sabahı hükümet güçleri saldırı başlatıp ‘kanlı hafta’ denilen katliama imza attıktan sonra komünden 30 bin kişiyi kurşuna dizerek, 40 binini de sürgüne yollayarak bu oluşumu tümüyle ortadan kaldırmıştır.
Komünün 72 günlük hayat tecrübesi ‘İşçi Sınıfı Devrimi’ olarak telakki edilerek liberalizme alternatif bir sistem diye ileri sürülmüştür.
Taksim Gezi Parkı’nda kurulan çadırlar ve buradaki birkaç günlük pratik solcuların iştahını kabartmış ve ‘komün yaşam!’ üzerine yazılar yazılmış, demeçler vermişlerdi. Komünizmi sosyalizmin bir sonraki aşaması olarak gören solcular için komün hayat, nihai bir amaç ve deyim yerindeyse ‘vaadedilmiş bir cennet ya da bir adil düzen’ olarak tarif edilebilir.
Komünizmin bir sistem olarak geldiği nokta bellidir. Komünizmin son kaleleri sayılan Vietnam ile Küba liberal ekonomiye boyun eğerek kontrollü bir geçiş yaşamaya sekter bir diktatörlük altındaki Kuzey Kore’nin bu geçişi de bazı güçler tarafından yavaşlatılmaktadır. Bu sistemin iflası ortadayken Öcalan ve ideolog kadrosunun sürekli Neolitik Çağ öncesine atıfta bulunmaları ilginçtir.
Mezkûr şahıslar hemen hemen tüm değerlendirmelerinde, insanoğlunun sosyal-siyasal-ekonomik ve dinsel sorunlarının temelinde yatan ana unsur olarak Neolitik devrimi görmeleri ve öncesine özlemle yaklaşmaları, İslam hakkında ‘bir Ortaçağ dini, sistemi çöl Araplarının sistemi...’ şeklindeki alaycı söylemlerinden çok daha gerilere düştüklerini gösterir.
M.Ö 10000’li yıllarda başladığı varsayılan Neolitik Çağ, taş devrinin son kısmı olarak kabul edilir. Modern tarihe göre insanoğlu bu dönemde bir devrim gerçekleştirerek tarım ve hayvancılığa geçiş yapmıştır. İlk yerleşim alanları inşa edilmiş, toplumsal yaşam düzenine geçilmiştir. Buna göre ‘insanlar, avcı ve toplayıcı dönemde tam bir ortak(komün) yaşam kültürü ile yaşmaktaydılar ve bu dönem insanlar arası sorunların olmadığı dönemdi’ diye iddia edilir. Bu yorumların temelinde din olgusunu boşa çıkarmak ve komünal sisteminin üstünlüğünü vurgulamak yatmaktadır. Bir yanda ‘D. İslam Kongresi ve Nevruz meydanında sarıklı-cüppeli mollaları’ tıklım tıkış doldurup gözlere perde çekilirken bu tespit ve söylemlere ivme kazandırmak aslında İslam hakkında besledikleri duyguları ve gizli gündemlerini /ajandalarını açığa vurarak İslami bir motif olarak halka inmek için kullanırlar.
PKK yönetimi bu fikirlerini güçlü olduğu Rojava’da kantonlar yönetimiyle adım adım uygulamaya geçirip daha işin başındayken mutlak bir başarı kazanmışçasına bu sistemi övüp dururken, Türkiye Kürdistanı’nda da elindeki belediyeleri aracılığıyla ‘yeni bir ekonomik model’ diye ilan ettiği ‘Köy komünleri ve kooperatifçiliği’ hayata geçirmeye çalışmaktadır.
Müslüman ve mazlum Kürt halkı TC’nin kuruluşunda yaşadığı transfer siyasal sistem ve tepeden inme ekonomik hukuki dayatmaların şokunu bir daha yaşamak üzeredir. PKK’nin gelecekle ilgili yazdığı senaryoya bakıldığında, İslam ile yeşermiş bu mümbit toprağın karşı karşıya olduğu asit yağmuru gibi söylemlerle karşılaşılır.
“Kooperatifçilik özgür yaşamın ilk adımıdır!’’, ‘’Devrimin başarıya ulaşması için kendi ekonomik modelimizi uygulamaya geçirmeliyiz... Bu konuda Bask modeli kooperatifçilik, Meksika’nın Zapatistalarının hakim oldukları bölgelerde uyguladıkları tarım ve toprak politikaları, Venezuella komünleri, Kolombiya’da FARC’nin başta yerli halk ile ilgili uygulamaları, Sovyetler Birliği döneminde hayata geçirilen Kolhozlar... Emiliano Zapata’nın ‘ itaat ederek yönetme’ felsefesiyle köy komünleri ve kooperatifçiliğinin hayata geçirilmesi elzemdir... Anti oryantalist olmak anti modernist olmakla mümkündür. Siyasal radikal İslamcılığı oryantalizmin bağlamında ve modernizmin oryantal biçimi olarak değerlendirmek mümkündür. Kesinlikle alternatif oluşturma değerleri yoktur. Laik milliyetçiliğe tepki olarak dinci milliyetçilik argümanını kullanmaktan öteye gitmezler...’ (A. Öcalan’ın Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Dem. Uygarlık Çözümü kitabında).
Hülasa A. Öcalan ve sair ideologlar sistem olarak İslam karşıtı fikirlerini her platformda hiç gizlemeden anlatmalarına rağmen, gelecek adına inşa etmeyi planladıkları, iflas etmiş ve herkesin terk ettiği (batık gemiyi) komünal sistemi süsleyip sunmalarına rağmen, Müslüman Kürt halkıyla bunca kan uyuşmazlığına rağmen hala yüzde 50 dolaylarında bu zihniyete oy verilmesinin nedenleri de sosyolojik, psikolojik, travmatik, mecburiyetler ve dinsel yönlerde akademik olarak analize edilmelidir.
Kürt halkının ana dokusunu yansıtan İslami renklerin hiç biri bu projelerde görülmemektedir. Simon Bolivar’ın diyarı Latin Amerikan’ın FARC’ı, Sandinistaları, Zapataları, Chavezi, Alendesi, Che ve Fidel Castrosu... Bu zihniyette yer bulup övgü görmekte ancak Allah ve Resülü ile Ashab-ı Güzinden hiçbir alıntı, hiçbir vaatsel teori çıkarılarak halka sunulmamaktadır. Yezidi ve Süryaniler, Ateist ve LGBTİ’ciler sonuna kadar desteklenip yardım edilmekte, kiliseler onarılmakta yolları özenle yapılmakta ancak İslami değerlerle sadece alay ve hakaret edilmektedir.
Cinsiyet özgürlükçe(!) ekolojik ve komünal bir ekonomi esaslı bir paradigma dayatmaktadırlar.
Bu noktada Müslüman davetçi bu çarpık anlayışı delilleriyle halka anlatmalı, İslam dininin bir hayat nizamı olduğunu yine bilinçli bir anlatımla sunmalıdır.
Fi emanillah...
Faruk Kuzu
2 Nolu F Tipi Cezaevi Kandıra