ABD, Mısır, Ortadoğu ve diğer bölgelerdeki politika belirleyiciler, akademik gözlemciler, uzmanlar ve sıradan vatandaşların aklını meşgul eden soru şu: Amerika Birleşik Devletleri`nin Mısır`a yaptığı yardım bir ikiyüzlülük örneği miydi? Sorunun yanıtına, Washington`ın karmaşık politika sürecinin yanı sıra 2014`te ABD ve Ortadoğu`ya hâkim olan siyasi iklimi inceleyerek ulaşmak mümkün.
Mısır`da Müslüman Kardeşler`in (İhvan) adayı Dr. Muhammed Mursi`nin liderliğinde, demokratik seçimle göreve gelen hükümetin, bundan tam bir yıl önce şiddet yoluyla devrilmesi hafızalardaki yerini korurken, eski Savunma Bakanı Mareşal Abdulfettah Sisi`nin başkanlık ettiği yeni rejim, ülke üzerindeki kontrolünü pekiştirdi. Bu noktada ulusal güvenlik adına Müslüman Kardeşler`in yasadışı ilan edilip siyaset alanının daraltılması, kalan siyasi grupların amansızca gözetim altında tutulması ve asker kökenli eski cumhurbaşkanları Muhammed Necib, Cemal Abdül Nasır, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek döneminde bile görülmemiş bir medya sansürü uygulanması özellikle dikkat çekiciydi.
Ancak en çarpıcı olanı, geçen yaz İhvan mensuplarını hedef alan ve çok sayıda kişinin ölümüyle sonuçlanan saldırılar ile Mart ayında 529, Nisan ayında ise 683 kişinin mahkemece idam cezasına çarptırıldığı göstermelik davalardı. Kamuoyunda geniş yankı uyandıran bir diğer mahkeme kararı da, yabancı ve Mısırlı gazetecilerin son derece mesnetsiz gerekçelerle ağır hapis cezalarına çarptırılmalarıydı ki, söz konusu karar, küresel medya ve destekçileri arasında geniş çaplı protestolara yol açtı.
Arka planda bunlar yaşanırken, ABD`li politika belirleyiciler, gelişmelere nasıl tepki gösterileceği ve özellikle de Kongre üyeleri ve kamuoyunun ciddi baskıları karşısında, eskiden kalma dış yardım ve askeri işbirliği anlaşmaları konusunda ne yapılacağı sorusu ile uğraşıyordu.
ABD`nin 1961 tarihli Dış Yardım Kanunu kapsamında yeniden düzenlediği dış yardım programı 16 farklı kategoriden oluşuyor. En geniş kategoriler, askeri yardım ve ekonomik destek. Her yıl olduğu gibi, dış yardım bütçesinin mali yılın başında Kongre`ye sunulup ilgili komiteler tarafından incelenmesi gerekiyor. Washington, 35 yıl boyunca İsrail`den sonra en büyük yardımı Mısır`a yaptı, ancak son on yıllık süreçte bu rakam (Afganistan ve Irak`ın ardından) dördüncü sıraya düştü.
Dış yardımlardan sorumlu alt komiteye başkanlık eden Vermont Senatörü Patrick Leahy, Mısır ordusuna yardım yapılmasına şiddetle karşı çıkarak, 650 milyon dolarlık yardım önerisine "onay vermeyeceğini" duyurdu. Leahy, Mısır`ı "insan haklarını ihlal etmek" ve "düzmece bir dava kapsamında" 683 kişiyi idama mahkûm etmekle suçladı. Senatörün bu sözlerine itiraz eden olmadı ama, bir kesim, "ABD`nin ulusal menfaatleri" ile ilgili tutumu konusunda kendisiyle aynı fikri paylaşmıyordu. İşte çelişki de tam burada yatıyor.
Onlarca yıl Ortadoğu`da "istikrarı" korumaya çalışan Amerikan hükümeti için, Mısır; Türkiye, (1970`lere kadar) Suudi Arabistan ve (1979`a kadar) İran ile birlikte jeostratejik açıdan bölgenin kilit ülkelerinden biri konumundaydı. Kongre gündeminin daha üst sıralarında yer alan, Beyaz Saray tarafından da kuvvetle desteklenen bir diğer ana menfaat konusu ise İsrail`in güvenliğinin "teminatı" idi. Kimi Kongre üyeleri, bölgede İsrail`in güvenliğini tehdit edebilecek her türlü gelişmeye karşı aşırı derecede hassas. Mısır`da Müslüman Kardeşler`in iktidara gelmesi de (adil ve açık bir seçimle ve ABD ile İsrail`in desteğiyle iş başına gelmiş oldukları halde) böyle bir gelişmeydi ve İhvan`ın Hamas`ı desteklemesinin yarattığı korku, bu üyelerin kafasında alarm zillerinin çalmasına yol açtı. Arap Körfezi monarşilerinin hükümet ve vatandaşlarının Kahire`deki İslamcı iktidara dair son derece karmaşık duygular içinde olması ve bu rejimler ile Washington`daki destekçileri arasında geçici bir çıkar ittifakı kurulması da bu duruma tuz biber ekmiş oldu.
Öte yandan, Amerikalı silah üreticileri ile imzalanmış sözleşmelerin rolünü de asla hafife almamak gerek, zira üretim hatlarının kapatılmasının Pentagon`a maliyeti 2 milyar doları bulur (Ayrıca çoğu Amerikan yardımının, kamyondan savaş uçağına kadar, askeri veya sivil nitelikli Amerikan ürünlerinin "satın alınmasından" ibaret olduğunu da unutmamak lazım).
Yürütme organı içinde ise ABD`nin Ortadoğu politikası konusunda uzun süredir birbirinden farklı görüşler mevcuttu. Dışişleri, Savunma, Ticaret ve Adalet Bakanlıklarında ve istihbarat toplulukları bünyesinde yukarıda bahsi geçen politikaları destekleyen de vardı, bunlara karşı çıkan da. Bu görüş çeşitliliği, Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC) ve Başkanın dış siyaset ekibinin yapısına da yansımış durumda. Şu anda NSC`nin kilit pozisyonlarında oturan dört isim (Obama, Biden, Kerry ve Hagel) ile Susan Rice ve Samantha Powers gibi "dışarıdan" atanmış üyeler arasında bir görüş ayrılığı seziliyor.
Geleneksel açıdan, Rice ve Powers`ın dahil olduğu taraf "insan hakları ve demokrasiyi destekleyen" aktivistleri; diğer taraf ise klasik "Gerçekçiler Ekolünü" temsil ediyor. Bu dış politika ekibine, emekliye ayrılsa da siyaseten hâlâ faal olan eski Senatör ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton`ı da ekleyecek olursak, bu durumun Kasım ayındaki Kongre seçimleri açısından doğuracağı sonuçların, Mısır ve/veya Ortadoğu ile ilgili her türlü politikayı ciddi şekilde etkileyeceğini de varsayabiliriz. Ayrıca Başkan Obama`nın Ortadoğu`ya (ve de iç meselelere) ilişkin gerçek önceliklerinin de ancak Kasım`dan sonra netleşeceğini düşünüyorum.
Washington`ın çok uzağında, Pakistan`dan Libya`ya uzanan coğrafyada ise son dönemde – hatalı bir terminoloji kullanılarak cihatçı olarak adlandırılan – "aşırılık yanlısı İslamcılar" ile ilgili gelişmeler yaşanıyor. Bu kesimin şiddet eylemlerine başvurma ve radikal çözümler öne sürme eğilimi, bazı akademik gözlemcileri ürkütmüyor olabilir, ama Washington`dan Moskova`ya, Ortadoğu`dan Güney Asya`ya pek çok lideri endişelendirdiği ortada.
Bunun neticesinde ittifaklarda yeniden yapılanmaya gidiliyor. Örneğin Putin-Obama, ABD-İran(?)/Suriye(?), Mısır-Suudi Arabistan/Körfez Emirlikleri statükoyu korumaya çalışırken, kamuoyunun pek çok kesiminde, Arap dünyasında 1919, belki de 1924 yılından bu yana başarısız olan bir rejimin artık sona ermesi gerektiği yönündeki his artıyor.
Peki Obama bunu anlıyor mu? Eğer anlıyorsa, Amerikan halkını ikna edebilir mi?
Peter Bechtold / Aljazeera