Ahmet Yılmaz / Analiz / doğruhaber

1-Gelişmelere bakılırsa Türkiye, israil’in en büyük düşmanı...
2-Amerika, israil’in, en büyük dostu...
3-Türkiye, Amerika’nın en gözde müttefiklerinden biri...
Ortada bir çelişki (Paradoks) var. israil, Kudüs’ü ziyaret eden turistleri rahatsız edecek kadar Türkiye’yi düşman ilan ediyor. Neredeyse, Türkiye’yi kendi güvenliği için bir tehdit olarak görüyor.
Amerikan Başkanı Obama daha birkaç hafta önce, “israil’in güvenliği bizim güvenliğimizdir” diyor.
Bayan Clinton, Ankara’da neredeyse ev tutacak. Türkiye Ahmet Davudoğlu’nun “İslam dünyasında NATO ile işbirliği yapmamalıyız” tezine rağmen NATO’nun hava savunmasını kendi topraklarında kurulmasına izin veriyor. Bu tavizi koparan Amerika, Türkiye’ye toz kondurmuyor...
Süreç olabildiğine kafa karıştırıcı görünüyor: Acaba Amerika, israil’i gözden mi çıkardı? Türkiye – israil gerginliği göstermelik midir? Amerika, Türkiye’ye süreç içinde mecbur kaldı da onun israil düşmanlığını “önemsiz bir tehdit olarak” sineye mi çekiyor?
Bu karmaşık durumun üzerine fener tutarak bu soruların cevaplanmasında size yardımcı olmak için bu hafta Türkiye-israil ilişkilerinin arka planını sizlere anlatacağız. Önemli bir kısmını bildiğiniz bu gerçekleri bir arada görünce şaşıracağınızdan kuşku yok...


ENDÜLÜS’TEN GELDİLER
Osmanlı’nın bir dünya gücüne dönüştüğü 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı coğrafyasında refah içinde yaşayan bir Yahudi azınlığı vardı. Bu azınlığın güçlenmesi Endülüs’ün kaybıyla başladı.
Endülüs (İspanya)’te Hıristiyanlardan kaçan Yahudiler; Osmanlı’ya sığındı. Osmanlı, onları Selanik, İstanbul, İzmir gibi ticari açıdan önemli şehirlere yerleştirdi; onlara dinlerinde ve ticaretlerinde kolaylık sağladı.
Kısa bir sürede sarayla ilişkiye geçen Yahudiler, günden güne güçlendi. Ancak önlerinde Rum ve Ermeni duvarı vardı. Sarayın “sadık millet” olarak gördüğü her iki Hıristiyan teba da hem klasik Yahudi düşmanı Hıristiyan alışkanlığı hem de “saraydaki yerini kaptırma” endişesiyle Yahudilere karşı durdu, onları “sarayın gözdesi” olmaktan uzak tuttu.
Önce Rumlar sonra Ermeniler düştü,Yahudiler saraya yerleşti.
18.yüzyılın sonlarında Avrupalılar, Yunanlıların aklına girdi, Yahudilerin katkısı var mıydı bilinmiyor, ama Yunanlılar isyana sürüklendi.
Yunan isyanı güçlendikçe Rumların İstanbul’daki tahtı sarsıldı. Rum papazlar isyanla ilgili oldukları gerekçesiyle cezalandırıldı, Hariciye ve hazine işlerinde çalıştırılan Rumlar yerini Yahudilere kaptırmaya başladı.
Rumların ardından Ermenilerin de Osmanlıyla arası bozuldu. 19. yüzyılın sonunda Ermeniler, Osmanlı için baş belası oldu, saraydan uzaklaştırıldılar.
Aynı süreç içinde Yahudiler, hem bizzat kendileri olarak hem Masonlar üzerinden güçlendi.
Yahudi lobisi Osmanlıya borç para verdi. Avrupa bankalarından kredi sağladı, dıştan bir bakışla Osmanlı’yı yaşatmaya çalışıyorlardı. Öte yandan Masonların eliyle ittihatçılar yetiştirerek Osmanlı’nın temeline dinamit koyuyorlardı.

KUDÜS’Ü ALAMADILAR TAVİZ KOPARDILAR
Miladi takvim 20. yüzyılı gösterirken siyonist cephe de güçleniyordu. Bunun üç nedeni vardı:
1-Dünyada güçlenen Yahudilerin bir bölümü Arz-ı Mevud’a kavuşmanın zamanının geldiğini düşünüyordu.
2-Avrupa, tarihi Hıristiyan refleksiyle Yahudi güçlenmesini kendisi için tehdit görüyor; kendi içinde gerginliğe yol açan Yahudi yükünden kurtulmanın yolunu arıyordu.
3-İslam dünyasının Kudüs’ü savunamayacak kadar zayıf olması Kudüs’te gözü olanların iştahını kabartıyordu.
Bu üç neden ortaya bir “hayal” çıkardı: Avrupa, bağrındaki Yahudi hançerini Kudüs’e atacak, İslam dünyasının bağrına saplayacak. Avrupa, hançerin sancısından kurtulacak, siyonist yahudiler Avrupa’dan aldıkları bu ödülle avunacak; tarihi Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı son bulacak; Müslümanların Avrupa’ya yönelik bütün öfkesi siyonist devlette barajlanacak.
Etkenler; siyonistleri o kadar umutlandırdı ve umut, onları öylesine şımarttı ki ele başları Dr. Herzl’i II. Abdulhamid’in yanına gönderip ondan Kudüs’ü istediler.
Bir padişahtan toprağının bir bölümünü istemek ha... Bu, tam bir küstahlıktı. 16. yüzyıl olsa, Herzl saraya çıkmadan bulunur ve tereddütsüz boynu vurulurdu.
Lâkin Osmanlı ağır hasta ve ittihatçıların fesadından yaralıydı. Paraya ve Batı’nın merhametine (!) ihtiyaç vardı.
II. Abdulhamid, bu alçaklığı reddetti; Herzl’i boş çevirdi. Ancak Yahudiler Osmanlı bürokrasisinden “göç” için tavizler kopardı.
Yahudiler, Kudüs’ü alamamış ama Kudüs’e giden yolu bulmuşlardı. Filistin’e hakim olmak için nüfusa ihtiyaçları vardı; bu ihtiyaçları karşılanmış; siyonizmin kalbine giden atardamar açılmıştı:
1-Selanik civarındaki Yahudiler göz göre göre Filistin’e göç etti. Toplumsal ve ekonomik dengeleri her zaman ciddiye alan Osmanlı geleneğinde bu tür toplu iç göçler yasaktı. Ama Yahudilerin arkasında Avrupa vardı ve Osmanlı, Avrupa’ya karşı koyamayacak kadar hem hasta hem bir iç hançer darbesiyle yaralıydı.
2-Yahudilerin çoğu, Doğu Avrupa’da yaşıyordu; onların Filistin’e “güvenli” geçişi Osmanlı üzerinden mümkündü. Hain bürokrasi yolu açtı. Doğu Avrupa’dan gelen Yahudiler Kadıköy’de konaklandı, oradan “güvenle” Filistin’e geçti.
Kadıköy’e o kadar çok Yahudi yığılmıştı ki Yahudi varlığından hep rahatsız olan Rumlar, onlara saldırdı; bunun üzerine Osmanlı, Yahudilerin etrafında bir güvenlik çemberi oluşturdu, onları saldırılardan emin kıldı.
Çünkü Yahudiler saldırıya uğrasa Avrupa kızacak; Avrupa kızsa Osmanlı zarar görecek... Avrupa, resmen Osmanlı’yı elleriyle yıkıyor, onu intihar ettiriyordu.

YAHUDİLER İKTİDAR OLDULAR
II. Abdulhamid’i sınırsız istekleri için tehdit gören Yahudiler, kartlarını masonların eliyle yetiştirdikleri ittihatçılardan yana kullandılar, ittihatçıların iktidar olmasında etkili oldular.
Öyle ki 1908’de Abdulhamid Han’ı devirmek üzere yola çıkan harekat ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket Paşa bir masondu ve inanılması akla zarar ama ordusunun en az yüzde altmışı Yahudiydi. Yahudi Kuruluşlarının da doğruladığı bu oran, Yahudilerin II. Abdulhamid’in devrilmesine ve ittihatçıların başa getirilmesine verdiği önemi gösteriyordu. Çünkü Osmanlı tarihinde ilk kez Yahudiler, savaşçı bir güç olarak öne çıkıyordu. (Bu savaşçı güç sonradan Filistin’e göç edecek ve siyonizm için ordu olacaktı.)
İttihatçıların iktidarı, pek çok alim bunu başta fark etmese de Yahudilerin Osmanlı’da iktidar olması anlamına geliyordu. Denebilir ki Osmanlı, Yahudilerin eliyle tasfiye edildi.
Cumhuriyet Döneminde hazinelerini doldurdular, Yahudilerin Türkiye’de ümmet karşıtı ulusçu anlayışın gelişmesinde önemli yeri vardı.
Yahudiler, Lozan’da Türkiye’yi temsil eden ulusçu cepheyle Avrupalılar arasında ara bulucu rol üstlendiler.
Yahudi başhahamı, görüşmelerin tıkandığı bir noktada Lozan’da bizzat araya girdi; İsmet İnönü’yle Batılılar arasında uzlaşma yapılmasını sağladı.
Lozan, Türkiye’nin kurucu anlaşmasıydı; bir dönüm noktasıydı, orada iş gören Yahudiler bunun karşılığını fazlasıyla beklediler ve Cumhuriyetin ilk yıllarında bunu aldılar:
1-Selanik’teki önemli Yahudi aileler İstanbul’a getirildi. Onlara, Türk medya sektörünü denetlemeleri için imkân verildi. (*)
2-Başta şapka ihalesi olmak üzere devletin büyük ihaleleri Vitali Hakko gibi Yahudilere verildi. Yahudiler, başta İtalya olmak üzere Avrupa’dan getirdikleri gemiler dolusu şapkayla devletten daha zengin oldular. Zavallı Anadolu köylüsünün başına geçirilen her şapka Yahudinin cebine kuruş olarak giriyor; Kudüs’ün işgali için mermiye dönüşüyordu.
3-Almanya’daki nazi yönetiminden kaçan Yahudi Profesör, Mimar ve doktorlara Türkiye’de görev verildi. Öyle ki üniversitelerde neredeyse bütün bilim kürsüleri onlara emanet edildi.
Medya onlara emanet, ekonomi onlara, üniversite onlara... Açıkcası bu toplumun beyni ve cebi onlara bırakıldı.

VARLIK VERGİSİ OYUNU
Bu imtiyazlar karşısında Türkiye, adeta bir Yahudi cennetine dönmüştü, siyonistler, Yahudileri Müslüman Araplar karşısında nüfus çoğunluğunu elde etmek için Filistin’e göç ettirmek istiyorlardı. Ancak rahatına düşkün Yahudi, o savaş alanına gitmek istemiyordu.
1930’lu yıllarda Arap dünyasındaki yerini sağlamlaştırmak isteyen İngiltere kimi zaman siyonistleri frenliyor, siyonist örgütler yer yer İngiliz güçleriyle çatışmak zorunda kalıyordu.
Almanya’da naziler iş başındaydı. Filistin’de halk direnişi başlamıştı ve dünyada Arap müslümanların kendilerini Almanya’ya yakın gördükleri söyleniyordu.
Böyle bir dünyada hangi Yahudi Flistin’e göç eder ki?
İşte o sırada siyonistlerin yardımına Varlık Vergisi kavuştu.
Zavallı halk, İsmet İnönü’nün devleti Yahudilerden para alarak zenginleştireceğini sanıyordu. Oysa amaç cimri Yahudileri “Suriye’de II. sınıf vatandaşsınız; mal varlığınız güvende değil” psikolojisine sokmaktı.
Yahudiler, fazlasıyla bu psikolojiye girdiler ve neredeyse topluca Filistin’e göçtüler. siyonistlerin nüfus çoğunluğu için araç; gelecekteki savaşları için asker oldular.
Üstelik bu göç, Türkiye tarafından engellenmediğinden gittikçe yürümüş; “Dünyadan adam topluyorlar” haberlerinden nefret eden siyonistleri ayrıca rahatlatmıştı.

TÜRKİYE, İSRAİL’İ HEMEN TANIDI
Dünya Savaşı’nın hemen ardından israil devleti kurulunca Türkiye, israil’i tanıyan ilk dünya devletleri arasında yer aldı. Halkı Müslüman bir ülke sıfatıyla da israil’i tanıyan ilk tek ülke oldu.
O süreçte ve devamında Tunus, Cezayir gibi ülkelerin kurulmasına olumsuz yaklaşan Türkiye’nin bu israil’i tanıma aceleciliğinin tek bir anlamı vardı:
“Türkiye, Batı’nın yanında; Batı’nın karşısında yer alanların karşısındadır.”
Türkiye, bu kararından dolayı İslam dünyasının tepkisini çekti ama bu tepkiyi hiç umursamadı. İslam dünyasına bir açıklama yapma ihtiyacı bile hissetmedi. Kendi bölgesinde yalnızlaştı. Bunu yeni nesillere “Herkes, bize düşman!” tezi için kullandı.
Süreç içinde Adnan Menderes iktidara geldi ama israil politikasında hiçbir değişiklik olmadı. Aksine israil’le çok sıkı işbirliği anlaşmaları yapıldı.

Menderes’in yaptığı tek şey, Türkiye’de kalan Yahudilerin rahat etmesi için İstanbul’daki başhahamlığı yeniden açmak oldu. Yahudi göçüne karşı duran bu tutum, artık bir değer taşımıyordu. Yahudilerin Türkiye’deki nüfusu iyice azalmıştı ki bugün sadece 20 bin civarında Yahudi Türkiye’de yaşamaktadır.
Menderes, aynı zamanda Arap-İslam dünyasıyla ilişkileri geliştirmek istiyordu. Bunun için, israillilerle şahsi olarak yan yana durmak istemiyordu.
Bu soruna bulunan çare, akıllara durgunluk vericidir. Ve Türkiye-israil ilişkileri açısından çok önemlidir.
Bir israil uçağı, Türkiye semalarından geçerken “Arıza var!” bahanesiyle Ankara Etimesgut Havaalanı’na zorunlu iniş yapar, içinden israil başbakanı çıkar. Menderes de gizlice Başbakanlıktan ayrılır, o sırada Etimesgut Havaalanı’na gider. israil başbakanıyla uzun bir görüşme yapar, pekçok antlaşmayı karara bağlar.
Ertesi gün gazetelere bu haber, sadece “Bir israil uçağı Etimesgut Havaalanı’na zorunlu iniş yaptı” şeklinde yansır.
Oysa görüşme, Türkiye halkının ve Arap dünyasının tepkisinden endişelenen hükümetin israil’le birlikte vardığı resmi bir karardır. Karardan israil’i himaye eden Batı ülkelerinin de haberi vardır.
Menderes, koşulları neden bu kadar zorlayarak israil’le ilişkileri önemsiyordu. Çünkü, israil-Türkiye ilişkisi bir devlet kararı olmaktan öte bir uluslararası istek kararıydı ve Türkiye, kendisini ayakta tutmak için uluslar arası sistemle birlikte hareket etmeyi zorunlu görüyordu.
Bu kadar, enteresan ve güncel bir konuyu bölmek istemezdik. Ancak yerimiz bu kadar...
Haftaya yakın dönem tarihi sürecini ve bugünkü politikanın dayanaklarını anlatacağız.

(*) DİPNOT: 1-Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul ÖZKÖK, geçen yıl bu Yahudi ailelerinden birinin Türkiye’deki son temsilcisinin ölümü üzerine bir yazı yazdı. Ölen babasının Mustafa Kemal’in Selanik’teki komşusu olduğunu ve Türkiye’ye getirilerek kendisine çok önemli ihalelerin verildiğini yazdıktan sonra tarihi bir sırrı açıklıyordu: Pek çok karar o kadının evinde alınmış... Yazıya bakılırsa bu kararlar medyayla ilgiliydi. Yazı, Yahudilerin medya üzerindeki etkisiyle ilgili bir itiraf gibiydi.