Büyük şehre gelişinin üzerinden henüz kayda değer bir zaman geçmemişti. Yürürken bakışları daha gittiği yoldan çok, yolun sağında solunda teşhir edilen eşyalarda veya yüksek binalarda olan bir tip desem, ne demek istediğimi anlamayan kalmayacak.

Hastahaneden şehrin göbeğine, Dağkapı’ya giden caddeye çıkmış, öylece yürüyordu. Yol, sağlı sollu her türlü işportacıyla doluydu. Helalinden para kazanmaya çalışan bu emekçilerin arasına karışmış bir de üçkâğıtçılar vardır ki şeytanla karşılaşmayalar! Bu düzenbazların desiselerindeki gelişim ve değişim hızı, her türlü tedbiri dumura uğratacak cinstendir.

Yani bunları nasıl tarif edeyim ki, birçok tedbiri dahi hileye dönüştürüp tedbirliği, aldığı tedbirle vuracak kadar tedbirlerüstü hilekârlıklardan bahsediyorum, anlayacağınız. Uyanıklığa övünen nice uyanık bunların elinde maskara olmuştur. Yılbaşı, ayaküstü mektebinin bu pek idmanlı kurtlarını tanıyan aklı başındakiler, bunların arasına düşenleri asla kınamaz, sadece

“Allah kötü ile karşılaştırmasın.” derler.

İşte alın terlerinden beslenen emekçilerin arasında böyle bir grup, ağını almış, gelecek sazanlara yem oluyor ve bizim gariban da adım adım buraya yaklaşıyordu. Tezgâhın başındaki üçkâğıtçı, yaklaşan gencin tam benlik olduğunu görünce daha da bağırıyor:

• Haydi vatandaş! Bul karayı al parayı, bul karayı al parayı. Evet, maalesef dostum bu defa bulamadın. Şu paraları önüme çekeyim.

Aslında tezgâhın has adamları olup sureti müşteriden gözükenlerden biri:

• Abi, ellişer milyonuna oynayacağım, diyor. Bir başkası:

• Dolar ya da mark olur mu abi, dolar mark? Diyerek cüzdanını telaşlı karıştırıyordu. Daha başkaları da ‘Ben de ben de oynayacağım, diyerek ortamın heyecanını artırmaya çalışıyordu. Üçkâğıtçı:

• Para cinsinden her şey bizde geçer akçedir, saygı duyarız, başımız üstünde yeri var.

İşte argo jargonla “sazan” olarak adlandırdıkları türden birinin tezgâhlarına yaklaşıp onları seyretmesi, harekete getirmişti.

Kurulan düzen ve oynanan tiyatrodan habersiz genç, sıra dışı bulduğu bu sahneyi yakından izlemek için tezgâha biraz daha yaklaştı. Artık o da onların arasındaydı. Durumu uzaktan izleyen gayret sahibi bir başka genç tehlikeyi fark etti. Hızla bizimkinin yanına yaklaşıp onu dürttü, kaş göz hareketleri yaptı ama bizimki hiçbir şey anlamadı. Zaten genç de hızla uzaklaşmıştı.

Oyun tüm hareketliliğini kazanmış, oyuncular coştukça coşmuştu. Para trafiği artmış, paralar bir toplanıp bir dağlıyordu.

Oyunculardan biri oyunu üst üste kazanınca üçkâğıtçı:

• Sana artık kâğıt yok; sen oyunu fark ettin, dedi. Parayı habire kazanan:

• Ne olur tek bir oyun daha! Kendim için değil, şu gencin şansına oynayacağım, dedi.

Üçkâğıtçı, kerhen kabul etmiş gibi göründü. Güya genci sevmiş, onu kırmak istememişti. Genç ne kadar “Olmaz, kabul etmiyorum!” dese de oyunun seyrini değiştirememişti bu. Maksat gence havadan gidecek bu parayla onu oyunun içine çekip öylece onun cebini boşaltmak. Tahmin edileceği üzere gencin şansına oynayan, parayı alnından vuran karayı yine bulmuştu. Üçkâğıtçı para demetinin içinden bir an milyonluğu çıkarıp gence uzattı.

Gencin yolu; saflık tarlasından, kırdan çiçekten koyun sütünden, tandır ekmeğinden uzanmıştı oraya. Manzara, kurt sürüsünün içine düşmüş koyun fecaatinin tamı tamına aynısı. Koyunun postu kurtarması mı? Kaç tilkinin can verdiği bu meydanda koyun mu postu kurtaracak! Paranın uzatıldığı an dananın kuyruğunun kopacağı andı. Çünkü hakikatte bu, avının hayat damarını koparmak için kurdun onun üzerine uzattığı pençesinin ta kendisiydi. Ha, bir mucize gerçekleşir de devran bu genç için adetini değiştirecekse, o başka. Genç bu tuzaktan kurtulmak için hiçbir tedbir bilmiyordu ve hiçbir tedbir de düşünmedi. Dahası bir düzenin tam ortasında olduğunun da farkında değildi. El cömertçe uzatılmış, para havada bekliyordu…

• Hayır, bu parayı almam, bu para HARAM!

Haram kelimesi yakın dağlarda, derin vadilerde yaptığı yankı gibi “Haram! Haram! Haram!” şeklindeki bir müddet haramzadelerin zihinde yankılanıp durdu. Bu süre zarfınca afalladılar ve gözlerindeki cinlik parıltısı ahmaklık matına dönüştü. Uzun süre bön bön baktılar, bakıştılar. Sinek, sivrisinek ve böceğiyle birçok haşerenin yapıştığı ballarına baktılar sonra gence. Sonra tekrar ikisine; bir ellerindekine, bir karşılarındaki gence… Büyük bir kaleye toslamışlardı, sersemleşmişlerdi. Tam yumuşak lokmayı güvenle öğütürken dişlerinin arasında gelen “kırç” sesiyle bir anda durmuşlardı. Dişlerime inşallah bir şey olmamıştır, endişesindeki kişinin korkusu vardı yüzlerinde. Hani taş da görülecek gibi değildi ki bunu üçkâğıtçılarımızın hanesine kırık not olarak yazalım. Zırh, sahibinin de farkında olmadan tehlike anında kendi kendine devreye giriyordu. Nitekim gencimiz de yıllar sonra üçkâğıtçılarla ilgili hikâyelerin atlatıldığı meclislerin birinde o gün olanları tekrar hatırlayacak ve tuzağı daha yeni görecekti. Tabi, otomatik savunma sistemi varlığını da fark ederek, “Helal dairesi, o benim evim!” diyecekti.

Yıkıldıkları kalenin dibinde ilk önce kendine gelen tezgâhı işleten baş üçkâğıtçı oldu.

Feleğin çemberinden geçmiş yılların kurtları için, kabul edilecek bir durum değildi bu. Tek çare; kendilerine ‘şah mat’ çekene, hile yaptın diyerek gururlarını kurtarmak olacaktı. O da onu yaptı:

• Biliyor musun, açlıktan nefesin kokuyor.

• Doğru, ama senin parandan daha güzel kokuyor, desem sen de anlar mısın?

Durum çok nazikti. İki taraf için de kavga zarardı. Genç için durum zaten ortada; karşıda kendisinin haberi olmadığı bir sürü bıçakçı, jiletçiden müteşekkil bir çete! Her melanetin sahibi çete de, bir tatsızlık ile oraya gelecek bildik dişini gösterirdi, şimdi bunu yapmazdı. Onun için;

• Hadi yoluna, hadi yoluna da fazla sabrımızı taşırma!

Bizimki şaştı. Çünkü bunu söyleyen güya onun şansına oynayıp ona para kazandıran şahıstı. Bizimkinin biraz kafası karıştı, ama bir şeyler de çalar gibi oldu. Daha başka gözlerin de çakmak baktığını, hiç olmadık kişilerin dişlerini sıktığını görünce, selamet yolunun denildiği gibi gerçekten “Hadi yoluna!” da olduğunu kabul edip biraz geri geri çekildikten sonra yoluna dönüp devam etti.

Değerli okuyucu! Ben sana bir hikâye anlatmadım, bir roman kahramanı da oluşturmaya çalışmadım. Yazıda geçen genç bizzat benim. Yer; Diyarbakır, Dağkapı. Sene 91-92. Ben o gün helale vefa gösterdim, o da bana vefa gösterdi. Daha ne yapsın mübarek! Malımı korudu, canımı korudu, haysiyetimi korudu. Sonra hayatımdan bir kesiti yüz akı bir anı şeklindeki nisyan(unutma) vadilerinden koruyarak bana teslim etti. İbretlik bir vakıa yaptı. Çocuklar ve torunlar için de güzel bir baba, dede yadigârı olarak kalacak. Amma da büyüttün, demeyin, helal bu… Ne yaparsan, mübarek biraz bereketli oluyor. Hatta daha fazlasını söyleyeyim: Mal ve çocukların fayda vermediği o zor günde de ondan bir şeyler bekliyorum. Eh, ne yaparsın helal bu! Biraz bereketli oluyor mübarek!

Helal konusunda dualaşalım. Helalde kalasınız. Allah’a emanet olunuz.

SAİT BURAK
KANDIRA CEZAEVİ