ABDULKADİR TURAN / Doğruhaber / Analiz

Medine’den fetih için çıkan İslam ordularının hedefi, ova, dağ, şehir görmek değildi; insanlığa saadet yolunu göstermekti. Onlar, Allah Resulü’nün sadece askeri değildiler. Onun (S. A. V. ) aynı zamanda elçileri idiler. Hatta onların ilk vasfı asker olmak değildi; elçi olmaktı. Onlar, askerliği elçiliğe yol açmak, elçiliği iyi yapmak için yapıyorlardı.

Halife Hz. Ömer’di. Ona Emirülmü’minin denmişti. Bu unvanı ilk alan o idi. İslam ordularının genel komutanı kendisiydi. Onun emri altında Şam bölgesindeki en büyük komutan Ebu Ubeyde bin Cerrah’tı. O Şam, Bizans işgalindeki toprakları fetheden İslam ordularında emirü’l-ümera idi, komutanların komutanıydı. Rivayete göre Şam bölgesinde bu unvanı ilk alan o idi.
Kürdistan’ın önemli bir bölümü ve Diyarbakır’ın fatihi ise Hz. İyaz bin Ganm idi. O Ubeyde bin Cerrah’ın komutası altında bir komutandı. Hz. Ebu Ubeyde’ye en çok benzeyen komutan olarak kabul edilir. Bu yönüyle o adeta ikinci bir Ebu Ubeyde idi.

TEDRİCİ BİR KURUMLAŞMA

Miladi 7. Yüzyılda insanlık, Hz. Resulullah’ın (S. A. V.) sahabelerinin önderliğinde yeni bir medeniyetin inşasına tanıklık ediyordu.

Medeniyet, yazı ve kurumlar üzerine yükselir. Hz. Ömer (ra), güçlü bir divan sistemi kurdu; devletin geliri nedir, devletten kim ne alacak, hepsi kayıt altına alındı.

Hem merkez hem taşra inşa ediliyordu. Merkezin ve taşranın ihtiyaçları farklı idi. Bütünlük vardı. Ama tektipçilik yoktu. İslam; bütünlük ister, vahdet ister; büyük hedefe hizmet eden ahenk içindeki renklilik vahdete engel değildir, aksine vahdeti sağlar ve güçlendirir:

1. Fethedilen bölgeler, vilayetlere bölündü; her vilayet Halife tarafından tayin edilen valiler tarafından İslam bütünlüğü içinde ama kendi özel koşullarında, özerk bir yapı olarak idare ediliyordu. Böylece her bölge kendi valisi tarafından geliştirilme imkânı buluyordu. Başarının bir sırrı da buydu.

2. “Hz. Ömer, eski siyasi bölgeleri, para birimini, sivil idarenin araçlarını aynen bıraktı; İslam hukuku her yerde, ama sadece Müslümanlar için uygulanmaya başlandı. Gayrimüslimlere ise, topluluğun devlete ödeyeceği vergileri de toplayan kendi din adamları tarafından, kendi hukuki kuralları uygulanıyordu.”

Gayrimüslimler, kendilerini ilgilendiren hususlarda İslam hukukuna zorlanmadı. Böylece herkes, inandığı hukukla idare edildi. Bu da gayrimüslim toplulukların İslam devleti içinde yaşama talebini artırdı.

İbn-i Kesir, “Hz. Ömer halife olunca Halid’i görevden aldı. Yerine Ebu Ubeyde bin Cerrah’ı atadı ve ona Halid’e danışmasını emretti. Böylece Ebu Ubeyde’nin emanet ve güvenirliği ile Halid’in ceraset ve kahramanlığı, İslâm ümmeti yararına olarak bir araya gelmiş oldu” diyor. Başarının sırrını ortaya koyan değerli bir tespit…

Ama Müslümanlar, bundan fazlasını da yaptı. Dünya işlerinde, onlar için İslam devletinde mutlu olacakları bir yaşam alanı oluşturarak, gayrimüslimlerin de birikiminden, sanatından, zanaatından istifade etti.

3. İslam fetihlerinin kronolojisini tutan bir Batılı araştırmacının da ifadesiyle, devletin değişik vilayetlerinde idari dil olarak kullanılmakta olan Rumca, Kıptice, Farsça ve kısmen de Arapça-Süryanice değiştirilmedi. O yörelerin kıyafeti de sadece İslam’a uygun hale getirildi. Her halk kendi örfü içinde ama İslamî ölçülere uyarak kendi kıyafeti içinde kaldı. Ulus devlet çağındaki Batı taklitçiliğinin aksine, Kürdistan dağlarındaki bir Müslümanın kıyafetiyle Medine’deki bir Müslümanın kıyafeti bir birinden farklıydı. Medine’deki Arap Müslüman erkek entari giyerken Kürdistan dağlarındaki Müslüman erkek kendi yöresine özgü bir şalvar ve gömlek (şal u şepık) giyerdi ve ikisinin de kıyafeti İslamî idi.

4. İslam, eski şehirleri yeniden inşa için yıkmak yerine onların yanı başına örnek İslam şehirleri kurdu. Bunu da peyderpey gerçekleştirdi. Şehirleri fetheden İslam orduları, Hz. Ömer (ra)’in emri ile o şehirlere yerleşmek yerine onların yanı başına karargâh kurdu; orada yeni bir hayat inşa etti.

Böylece, hem Müslümanlar, şehirlerin kirinden korunmuş oldu. Hem bir çatışma alanı oluşturulmadan yeni medeniyetin beşikleri olan şehirler oluşmaya başladı. Başarının bir sırrı da şehirlerle ilgili bu hikmetli tutumdur: Şehir, insanı kendisine uydurur, onun şerrinden korunmak kolay değildir. Hz. Ömer, İslam ordularının eski şehirlere yerleşmesini engelleyerek bunun önüne geçti. Onlar, sahabedir, onlar değişmez, demedi, tedbir aldı. Eski şehirlerden ise zanaat konusunda ihtiyaç kadar gayrimüslim yeni şehre kabul edildi. Şehre dışarıdan gelen bu insanlar İslam şehirlerinin düzenini gördükçe İslam oldu. Bu kontrollü hareket sayesinde gayrimüslimlerin nitelikli kesimleri İslam’a kazandırıldı; onların halkın diğer kesimlerinin de Müslümanlaşmasında etkili olmuş olması muhtemeldir.

ÜMMETİN EMİNİ: EBU UBEYDE BİN CERRAH

Önceki yıllarda Diyarbakır’ın fethi vesilesiyle bu sayfada yer verilen yazılarda, fetih döneminin halifesi Hz. Ömer (ra) detaylıca anlatıldı. (Bu yazı dizisinin Mayıs 2011’de “Hz. Ömer (ra) ve Diyarbakır`ın Fethi” yazı dizisiyle birlikte okunmasında fayda vardır.)

Hz. Ebu Ubeyde bin Cerrah (ra) da anlatılsa İslam fetihlerinin karakteri ve İslam fetihlerindeki başarının sırrı daha iyi anlaşılır.

Her sahabe, Hz. Resulullah’ın (S. A. V.) bir aynasıdır. Hz. Resulullah’a (S. A. V.), Muhammedulemin deniyordu. Ebu Ubeyde de “ümmetin emini” idi. Ona bu unvanı veren bizzat Resulullah (S. A. V.) idi.

O iki defa hicret edenlerdendi. Resulullah’la beraber bütün cephelerde bulundu ve o cephelerden izler taşıyordu. Önden iki dişi kırıktı.

Uhud Savaşı idi Allah’ın Elçisi’nin (S. A. V.) yanaklarına iki demir halka batmıştı. Ebu Ubeyde, o halkaları dişiyle çıkarırken iki dişini kaybetti. Ama Allah’ın Elçisi’ne hizmet etmenin bir işaretini kazandı; vefat edinceye kadar o işaretle yaşadı.
Medine’ye, Necrân’dan bir Hıristiyan heyeti geldi. Uzun konuşmalardan sonra, İslam’ı kabul ettiler ve “Yâ Resûlallah! Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle beraber gönder, zekâtlarımızı, vergilerimizi ona verelim!” dediler.

Hz. Peygamber, “Gâyet emîn bir kimseyi sizinle göndereceğim” buyurdu. Sahabe, kimin gönderileceğini merak ediyordu. Allah’ın Elçisi (S.A. V.) “ Kalk ya Eba Ubeyde! Ümmetimin emîni işte budur!” diye bildirdi.

Hazret-i Ebû Ubeyde bu müjdeye kavuşunca, sevincinden ağladı. Görevine gitti ve işini en iyi şekilde yapıp Medine’ye döndü. Sahabe ve Allah’ın Elçisi (S. A. V.), onu karşılıyorlardı. Resulullah (S. A. V.) orada sahabeye seslenerek geleceğe ışık tutan bir haber verdi: “Sevininiz ve sizi sevindirecek ni’metleri bundan böyle her zaman umunuz! Vallahi bundan sonra, sizin fakir olacağınızdan korkmam. Fakat sizin için korktuğum bir şey varsa, o da, sizden önce gelip geçen ümmetlerin önüne dünya ni’metlerinin yayıldığı gibi, sizin önünüze de yayılarak, onların birbirlerine haset ettikleri ve nefsaniyet güttükleri gibi, sizin de bir birlerinize düşmeniz ve onların helâk oldukları gibi sizin de mahvolup gitmenizdir.”

Resulullah’ın endişe duyduğu, istenmeyen bir değişimdi. Her zaman insanın önünde duran bir menfi değişim… Özün menfi değişmesi…

Hz. Ebu Ubeyde Suriye’nin Humus şehrini fethetmiş; gayrimüslimlerden kendilerini koruma karşılığında cizye almıştı. Ama Bizans toparlanmış ve İslam orduları için tehdit oluşturmaya başlamıştı. Ebu Ubeyde şehri bırakıp Bizans hükümdarı Herakliyüs’ün ordusunun üzerine varmak zorundaydı. Artık Humus halkını Bizans zulmünden koruyamazdı. Şehir halkına gelin, cizyelerinizi geri alın dedi, onlardan aldıklarının hepsini iade etti.

Bu, olacak şey değildi, Hıristiyanlar da başkaları da daha önce böyle bir şey görmemişlerdi. Savaşa çıkan bir ordu nasıl oluyor da halktan topladıklarını kendisinden kaynaklanmayan bir sebeple şehirden ayrılacağı için halka iade ederdi?
Ama karşılarındaki kişi herhangi bir fatih değildi. Resulullah’ın davasının elçisiydi ve o hiçbir olumsuz değişime uğramamıştı. Vazifesi değişmiş, mekânı değişmiş, kullandığı araçlar değişmiş ama kişilik ve ameli Resulullah’tan (S. A. V.) öğrendiği, Onda gördüğü gibiydi. Resulullah (S. A. V.) orada olsaydı nasıl davranacaksa Ebu Ubeyde öyle davrandı.
Rivayete göre Hz. Ömer (ra), ona büyük bir miktar para gönderdi ve ardından memurunu yolladı. “Onu gözetle, bakalım bu parayı ne yapacak?” dedi. Ebu Ubeyde, parayı aldı ve hemen askerleri arasında taksim etti. Haber Hz. Ömer (ra)’e geldiğinde Hz. Ömer, böyle bir komutana sahip olduğu için “Elhamdülillah” dedi, Allah’a şükretti.

Ebu Ubeyde, Şam civarındaydı. Müslümanlar, Bizans’ın hazinelerini ellerine geçirmişlerdi. Bizans köşkleri de paraları da onları bekliyordu. Hz. Ömer (ra), orduyu denetlemeye gelmişti. Ebu Ubeyde onu mekânına götürdü. Hazret-i Ömer, onun kaldığı yeri görünce, “Nerede senin eşyan? Burada bir keçe, bir kırba gibi şeylerden başka bir şey yok. Sen komutansın, senin burada yiyecek bir şeyin yok mu?” diye sordu.

Ebu Ubeyde, ona bir sepet getirdi, içinden birkaç lokma çıkardı. “Sen bizlere, “Kuşluk vakti dinlenmemize yetecek kadar yiyecek bize yeter” demiştin. Bu kadarı da bizim için kuşluk dinlenmesine yetiyor” dedi.

Hz. Ömer (ra), Ebu Ubeyde’nin bu halini görünce ağlamaya başladı ve “Ey kardeşim Ebu Ubeyde, dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi” diye buyurdu.

O değişmemişti, daha ilk günkü gibi Müslümandı ve öyle davranıyordu. Medine’de ne kadar emin ise, Necran Hıristiyanlarına karşı ne kadar emin ise Humus halkına öyle emindi. Onun komutanı Hz. İyaz bin Ganm da onun gibiydi; onun yolu üzerine idi. Onların başarılarının sırrı da buydu.

Humus’taki Bizans ordusu onun bu halini nereden bilebilirdi ki? Hz. Ebu Ubeyde, Humus önlerine geldiğinde mevsim kıştı, dondurucu bir soğuk vardı. Ya katliam yapacak, şehre girecekti. Ya orayı terk edip gidecekti. Bizans ordusu onun katliam yapmayacağını biliyordu. “Ordusu üşüyünce çekilip gider dediler.” Halbuki karşılarında zoru görmüş bir insan vardı.

Hz. Ebu Ubeyde (ra), Resulullah (S. A. V.) zamanında sahil taraflarında bir seriyeye komutanlık etmişti. Ordusunun yiyeceği tükenmişti. Ama o ve arkadaşları, erzaksız kalmışlardı, bir deniz hayvanına denk gelinceye kadar çevreye saldırmamış, talan etmemiş ama kararlılıklarından da vazgeçmemişler, her gün çok az hurmayla yetinmişlerdi.

Şehirdeki köşklerde yakıtsız kalan Bizans ordusu soğuktan pes etti. Ama Hz. Ebu Ubeyde ve arkadaşları pes etmedi.

Nihayet Bizans ordusu şehri teslim etti. Ebu Ubeyde’yi muzaffer komutan yapan, ona başarıyı hediye eden sırlardan biri de işte bu sabırdı, bu düşmanı bıktıran denge ve kararlılıktı. Hiçbir zorluk onun sinirlerini bozmuyor, onu yolundan döndürmüyor, onu haddi aşmaya da götürmüyordu.

Diyarbakır’ın fethinden üç yıl sonra, Hicri 20’de gerçekleşen vefatından hemen önce arkadaşlarına şöyle vasiyet ettiği rivayet edilir:

“Namazınızı kılınız! Orucunuzu tutunuz! Sadakanızı veriniz! Haccınızı yapınız! Birbirinize iyilikte bulununuz! Âlimlere ve büyüklerinize itaat ediniz! Dünyaya aldanmayınız!

İnsanların en akıllısı Allahu Teâlâ’nın emirlerini yerine getirenlerdir. Hepinize Allahu Teâlâ’nın selâm ve rahmetini, lütuf ve bereketini niyaz ederim. Haydi ya Mu’âz, cemaate namazı kıldır! “

İşte bu vasiyette geçen Muaz, Hz. Muaz bin Cebel’dir. Diyarbakır’ın fethinde Dağkapı’yı tutmakla görevlendirilmiş Ensar gençlerindendir.

Bizim fatihlerimiz işte böyle bir akla sahiptiler. Onların başında böyle bir akla sahip bir insan vardı. Hz. İyaz, Hz. Halid ve diğerleri sadece Allah’ın emirlerini yerine getirmek için Medine’den kalkıp gelmişlerdi. Onların tek bir hedefi vardı. Bizans’ı bizimle İslam arasında engel olmaktan çıkarmaktı; gayeleri bizi Allah’ın dini ile buluşturmaktı, bizi maruz kaldığımız o sürekli zulümden kurtarmaktı. Allah, onlardan ve bütün sahabeden razı olsun…

Devam edecek…