ABDULKADİR TURAN / ANALİZ
Diyarbakır ile Medine arasında Kuzey Arabistan vardı. Yermük Savaşı, Kuzey Arabistan kapısını açtı. Kapı, Diyarbakır ve çevresine uzanacak yolun başında yer alıyordu.
Yermük, adeta Hz. Resulullah (S. A. V. ) sonrası Bedir’dir, ama Uhud ve Hendek Günü olmayan bir Bedir… Yermük’ten
sonra her adım zafere çıktı. Onların her biri açık bir zaferdi, birer feth-i mubindi. Dımeşk’in fethi, Kudüs’ün fethi, Urfa’nın fethi ve daha sonra Diyarbakır’ın fethi… Bu şehirlerin hepsi Bizans’ın elindeydi. Ancak halk, Bizans’ın seçkin kesimini oluşturan Rumlardan ibaret değildi.
Hz. İyaz (ra) ve onun komutası altındaki İslam ordusu Diyarbakır önlerine geldiğinde Bizans da halk da neyle karşılaşacağını biliyordu. Bizans, şehirlerin etrafını surlarla çevirmişti ama insanların kalplerinin etrafını çevirememişti.
İSLAM, HALKLARI İRADELERİ İLE BAŞ BAŞA BIRAKTI
Elmalılı Hamdi Yazır, Fetih Suresi’nin tefsirinde Kadı Beydavî’den naklen fethin dört hedefinden söz ediyor:
1- Şirkin defedilmesi
2- Dinin yüceltilmesi
3- Kişilerin olgunlaşarak karar verebilecek ve İslam’a girmek için kendi iradelerinin baskısını hissedecek düzeye ulaşmalarının sağlanması
4- Zavallı kişilerin zalimlerin elinden kurtarılması.
Şehir surlarının önüne gelen İslam ordularının hedefi, İslam’la halklar arasındaki surları aşmaktı; Bizans’ın zulmü etrafına çevirdiği duvarları yıkmaktı, İslam adaletiyle halklar arasındaki kara perdeyi yırtmaktı.
Bizans’ın surları kalın, muhafazası güçlüydü, halkların kalpleri ise İslam’a yatkındı. Bizans’ın surlarını aşmak zordu, savaş gerektiriyordu, halkın kalbini fethetmek kolaydı, özgürlük ve tebliğ gerektiriyordu. Bizans ordusu defedilir de onlar İslam davetini özgür bir şekilde değerlendirme imkânını bulsalardı, cihad ve onun neticesi olan fetih amacına ulaşmış olurdu.
Bizans, Rum Ortodoks’tu. Siyaset biliminde “Bizantinizm” de denen Rum Ortodoksluğunda din, devlet içindir; din, devletin çıkarlarını korumak için kullanılan bir araçtır.
Yörenin şehirlerinde halk, Ortodoksluğun yerel mezheplerine mensuptu. Ermenilerin ve Süryanilerin ayrı kiliseleri vardı. Süryaniler de kendi içlerinde meşreplere bölünmüşlerdi.
Bütün yerli Hıristiyan topluluklar Bizans’ın ağır baskısı altındaydı. Mecusi-Şemsi karışımı bir inanca sahip, çoğu dağlarda yaşayan ve yörenin yönetiminde neredeyse bin yıldır hiçbir paya sahip olmayan Kürtler ise daha da ağır bir baskı altındaydılar ve adeta tarihten silinmenin eşiğindeydiler. İslam, Bizans’ın zulüm duvarlarını yıkarak Ermeni ve Süryanilere inanç özgürlüğü getirdi; Bizans’tan tamamen farklı bir dünyaya sahip olan Kürtleri ise yok olmaktan kurtardı ve onları sonraki çağların talihli toplumları arasına yerleştirdi.
İslam’ın bütün dünya tarihçilerini şaşırtan başarısının bir sırrı da bu halklar için Bizans’a karşı kurtuluş umudu olması ve Bizans kendileri ile İslam arasından çıkınca bu halkların bu kurtuluş yolunun değerini anlamaları, ona kavuşmak için fiili veya zihni talepte bulunmalarıdır.
Allah Resulü, gazvelere gönderdiği ordulara, komutanlara “Allah’ın adıyla yola koyulun, Allah yolunda mücadele verin, savaştığınız insanlarla aranızda bir anlaşma var ise ona riayet edin, haddi aşmayın, müsle (ağız burun keserek, onuru rencide edecek şeyler) yapmayın; çocukları, kadınları, yaşlıları, ibadethanelerdeki insanları öldürmeyin” diyordu.
Hz. Ebubekir (ra) Peygamberinin (S. A. V.) yolunu sürdürdü. Hz. Usame’nin ordusuna “Kadın ve çocukları öldürmeyin, çaresiz kalanları öldürmeyin. Şam’da rahipler vardır ki uzletgâhlarda, zaviyelerde, tenha ibadethanelerde inzivaya çekilmişler, dünyadan el çekmişlerdir. Savaşmazlar, kimseyi incitmezler, siz de onları incitmeyin” demişti. Şam’a gönderdiği diğer birliklere de “Dikkat edin. Gayretli olun, haddi aşmayın. Çünkü mutedil olmak çok daha tesirlidir” diye emrediyordu.
Hz. Ömer (ra) de aynı yoldaydı. O Ebu Ubeyde bin Cerrah’ı komutanlıkla görevlendirdiğinde ona şu emirnameyi gönderdi:
“Sana, baki kalacak olan ve kendisinden başka her şeyin fani olacağı Allah’a karşı gelmekten sakınmanı tavsiye ediyorum. O Allah ki, sapıklıktan kurtarıp doğru yola iletmiş, karanlıklardan çıkarıp nura ulaştırmıştır. Ben, seni Halid b. Velid’in ordusunun başına komutan yaptım. Sana layık bir şekilde onların idaresini ve komutasını yürüt. Müslümanları ganimet umuduyla ölüme sürme. Orduyu bir yere konaklatacağın zaman önce oranın örtünmesini (gecenin gelmesini) sağla ve oraya hangi yollardan gelineceğini öğren. Sonra ordugâhını oraya kur. Bir seriyye göndereceğin zaman mutlaka meskûn mahallerin yanından gönder. Müslümanları tehlikeli durumlara düşürmekten sakın. Allah seni benimle, beni de seninle imtihan etmiştir. Gözünü dünyadan çevir. Kalbini dünyadan alıkoy. Senden öncekilerin helak oluşu gibi sen de helak olmaktan sakın. Sen onların nasıl düştüklerini gördün. Ordunun Şam’a hareket etmesini emret.”
İslam orduları, Dımeşk (Şam) önlerine geldiklerinde Kur’an’ın, Sünnetin ve ululemrden gelen bu emirlerin ışığı altında bir kuşatma planı yaptılar. Şehrin bir kısmı Hz. Halid bin Velid’in operasyonuyla ele geçirildi, bir kısmı ise Hz. Ebu Ubeyde’nin halkla yaptığı anlaşmayla fethedildi. Şam’ın fetih zamanı ve şekli konusunda rivayetler değişkendir. Ancak bütün rivayetlerde ittifak edilen bir husus vardır, kesin bir husus:
Hz. Ebu Ubeyde (ra), Şam’daki Yuhanna Kilisesi’nin doğu tarafını cami yaptı, batı tarafını ise kilise olarak yerli Hıristiyanlara bıraktı. Bu, İslam’a kadar hiç görülmemiş bir durumdu: Muzaffer bir din ve orduları yenilmiş bir din… İkisi için tek bir bina… Bir tarafı kilise, diğer tarafı cami… Herkes ibadetine özgürce gidiyordu. Sonradan Emevi Camisi adını alacak bu yapıdaki bu ikili vaziyet Muaviye dönemine kadar devam etti. Şam’a yerleşik sahabeler, çan sesleri arasında sabah namazına gidiyorlardı. Bu, muzaffer bir topluluğun fıkhıydı.
Kürdistan’ın önemli bir bölümü ve Diyarbakır’ın fatihi, büyük komutan İyaz bin Ganm’ın da görev aldığı bu fetih, İslam ordusunu farklı rivayetlere göre üç ay ile altı ay arasında uğraştırdı. Ama onca süre meşgul edilen, evinden barkından bir yana, yolundan alıkonan o ordu şehre girdiğinde katliamı değil, mutedil olmayı seçti. Bunu ancak İslam sağlayabilirdi.
Bunu insanlığa ancak İslam kaynaklı bir Allah korkusu bağışlayabilirdi.
İslam’ın zaferindeki sırlardan bir sır da işte bu hâldi. İslam orduları, “Bana ancak tebliğ etmek düşer” ilahî ferman gereği, sadece hakkın kapılarını açıyorlar, hakkın yolunu gösteriyorlar; onun ötesinde fert ve halkları kendi iradeleri ile baş başa bırakıyorlardı.
Kudüs fethi de bu çizgi üzerine gerçekleşti. İslam orduları Hz. Ebu Ubeyde’nin komutasında şehir surlarını zorladığında şehir teslim olmaya razı oldu. Ancak patrik, anahtarları İslam halifesi Hz. Ömer (ra) tarafından genelkurmay başkanı olarak atanan Ebu Ubeyde’ye değil, halifenin kendisine vermek istiyordu. Ebu Ubeyde, dileseydi kendisini uğraştıran bu şehri katliam yaparak ele geçirebilirdi ama onun gayesi insanları öldürmek değil, ihya etmekti; o ölmüş, kokuşmuş olan insanlığı ihya etmek üzere görevlendirilen Hz. Muhammed Mustafa’nın (S. A. V.) ordusuna komuta ediyordu. Onun yolundaydı. İnsanlığı ihya için sabretti. Ta Medine’ye haber gönderdi. Hz. Ömer (ra), yolun uzaklığına aldırış etmeden başkentte kendi yerine Hz. Ali (ra)’yi bıraktı ve Kudüs’e doğru yola çıktı. Kudüs önlerine gelip şehrin anahtarını bir emanname ile teslim aldı.
Hz. Ömer, Hıristiyanların ileri gelenleri ile kilisede görüşürken namaz vakti geldi, patrik ona dilerse kilisede namaz kılabileceğini söyledi. Hz. Ömer (ra), ben böyle yaparsam benden sonra burası camiye dönüştürülür dedi, dışarı çıktı, abasını yere serdi ve o aba üzerinde namaz kıldı, bugün Kudüs’teki parlak kubbeli ve çoğu zaman Mescid-i Aksa ile karıştırılan cami onun namaz kıldığı yerde inşa edilen Hz. Ömer Camisi’dir.
Hz. Ömer (ra), Hıristiyanlara özgürlük vermekle yetinmedi. Yahudiler, Bizanslar tarafından Kudüs’ten çıkarılmışlar, kutsal mekânları çöplüğe dönüştürülmüştü. Hz. Ömer (ra) öz elleriyle o çöpleri atmaya başladı, bunu gören halk da ona yardım etti. Çöpler temizlendi, Yahudiler şehre kabul edildi, hatta Hayber’deki Yahudilerin bile buraya yerleşmelerine izin verildi. Artık onlar da kendi dinlerini hür bir şekilde yaşayabiliyorlardı. Dinleri elbette batıldı. Ama bu onların tercihiydi. Onlar, kendi imtihanları ile baş başa idiler. Cehennem tercihi Müslümanlara zarar vermemek şartıyla kendi tercihleri idi. İslam, sadece ortamı hazırlar, hür iradenin ortaya çıkacağı koşulları oluşturur, gerisini iradenin sahibine bırakırdı. Hür iradesiyle cehennemi tercih eden, kötü bir tercih yapmıştır. Onun azabını elbette çekecektir. İslam, bunu hatırlatır ama o iradeye el koymaz.
İTAATİN BÖYLESİ
Hz. Ömer (ra) Kudüs’e doğru giderken Cabiye denen yerde karşılaştığı bir topluluğa şöyle hitap ediyordu: “Ey insanlar! Kim cennet yolunu istiyorsa cemaate sarılsın. Çünkü şeytan tek kişiyle beraberdir. İki kişiden çok uzaktadır.”
Vahasında aile bağı dışında hiçbir bağ tanımayan, aile büyüğünden başka kimseye itaat etmeyen Arap, bunu kavramış ve bu kavrayış doğrultusunda yaşamaya başlamıştı. Onun kabilesi hala vardı ama artık o bir cemaat içindeydi. Onun gereğini yerine getiriyordu.
İbn-i Kesir’in aktardığına göre Ebu Ubeyde, Halid’in yerine geçtiğinde Hz. Ömer (ra)’in emri üzerine Halid’in mallarının yarısına el koydu. “Ebu Ubeyde, Halid’in mallarını ikiye ayırdı. Bir bölümünü aldı. Bir bölümünü de ona bıraktı. Öyle ki ayakkabılarından birini alıyor, diğerini de Halid’e bırakıyordu. Halid de: ‘Emirü’l-mü’minin emrini dinledim ve itaat ettim’ diyordu.”
O günlerde genelkurmay başkanlığı yoksa da genelkurmay başkanlığı konumunda olan bir komutan… Girdiği her savaşı kazanan bir komutan… Yermük’te kaçan bir orduyu toparlayıp onunla tarihin en büyük zaferlerini kazanan bir komutan… Emir geliyor ve ona diyorlar ki artık sen sadece bir ersin, terfisiz bir er ol… Bu da yetmez, kazandığın malların yarısını da teslim et… Ve genelkurmay başkanlığından mallarından yarısına el konularak erliğe geçen er, “Emirü’l-mü’minin emrini dinledim ve itaat ettim” diyor.
Zaferin bir sırrı da bu itaat idi. Hz. Halid (ra), Kürdistan ve Diyarbakır’ın fethine de merkezi hükümet açısından bir er olarak katıldı. O, orada komutan değil, bir erdi. Ancak Ebu Ubeyde ve İyaz’ın inisiyatifiyle bir tür özel hareket birlikleri amiri konumundaydı. Hepsi o kadar…
Hz. Halid, daha önce Yermük’te kısa bir süreliğine de olsa Hz. Ebu Ubeyde’nin komutanıydı. Şimdi o, Hz. Ebu Ubeyde’nin komutası altındaki Hz. İyaz bin Ganm’ın komutası altında bir görevliydi. Nereden nereye… Ama onun gayesi ilahi rızaydı. O İslam’a bir general olarak değil, bir “abdullah”, Allah’ın sade bir kulu, bir eri olarak dahil olmuştu, şimdi yine sadece bir erdi ve o bu erlik hali için “Emirü’l-mü’mininin emrini dinledim ve itaat ettim” diyordu. Allah (cc) ondan ve bütün sahabelerden razı olsun…
DEVAM EDECEK…
Not: Bu yazı dizisindeki tarihi bilgiler Taberi tarihi ile İbn-i Kesir’in El Bidaye ve Nihaye adlı İslam tarihinden alınmıştır.
Bununla birlikte Belazuri gibi İslam tarihçilerinin yanı sıra David Nicolle’nin “Yermuk AD 636: The Muslim Conquest of Syria (Müslümanların Suriye’yi Fethi)” adlı eseri gibi Batılılara ait eserler de gözden geçirildi.