Nisan ayının râhmet yağmurları ve peygamberimizin kutlu doğumu münasebetiyle, rahmet ve bereket ayı olan bir Nisan ayını geride bıraktık. Öncelikle Diyarbakır mukaddes viladeti gelenekselleştirdiği için Amed’in geleceğine umutla bakıyoruz. Amed’den tüm doğuya ve ardından bu coşku Anadolu’nun her sathına yayıldı. Önceki yıllarda kuzey sahil şeridinde bu etkinlikler yapılmazken bu yıl oralara da ulaştı. Akdeniz, Marmara, Ege bölgelerinden sonra Orta Anadolu ve Karadeniz Bölgelerine de yayılarak ülkenin her tarafında halk bu sevdaya kucak açtı. Her sene bir öncekine fark atarak çoğalıyor ve yayılıyor. Artık bu sevda bölgesel olmaktan çıktı, ulusal ve hatta uluslararası bir mahiyet kazandı. Bu insanlar hâkikaten peygambere sevdalıdırlar. Yıllarca yaşanan eziyetler, sindirmeler, ahlâki açıdan yıpratma çabaları halkı büyük oranda bilinç olarak İslam’dan uzaklaştırmıştı. Müslümanım diyen, insanların yaşamları, amelleri her ne kadar geleneksel ve kısmen cahili adetlerle beslense de, hakikat bu halkın müslüman olduğu, kalbinin özünde küllenmiş bir muhammedi sevdanın bulunduğu ve aşkla gayretle küllendikçe o iman közünün tutuştuğuydu. Bu halkın fıtratını iyi bilen muhammedî yolun yolcuları, bu halka Kur’ani bir hayat ve sünnetullaha uygun bir yaşam tarzını yeniden benimsetmek için yola koyuldular. Bunlar en zor anlarında bile dilinden ‘’Allah’u Ekber!’’ ‘’Allah daha iyi bilir!’’ Her halukârda ‘’Muhammedi yol, yolumuzdur!’’ diyerek tevekkülü ve bağlılığını her fırsatta ispatladılar. Her işlerinde manevi mükâfat peşindeydiler. İşte bu sevdadır onları hareketlendirip, davayı bereketlendiren. Birleştiren ve tek ümmet olma bilincine kavuşturan.
Toplum ciddi anlamda dini değerlerinden dolayı horlanmış, zulme uğramış, kültürel erezyona tabi tutulmuş, bilinçli ve sistemli bir şekilde dindarlığından uzaklaştırılmış, batılı değerler ve çıplaklık algısı zihinlere periyodik enjekte edilmiş bir haldedir. Muhammedi sevdayı bayrak yapanlar, bu halka Muhammedi şefkatle gittiler. Evlere kadar el emin güvencesiyle girdiler. Bugün bu meşaleyi tutuşturanların aşkı, şevki, gayreti ve enerjisi bu gayeye matuftu.
Yolundan gittikleri peygamber de öyle değil miydi? Gece gündüz, dur durak demeden, Mekke’nin evlerine, hacıların çadırlarına, çöl ve badiye halkına, Taif civarına gitmedi mi? Kimi yerde hakarete uğradı, kimi yerde alay edildi... Kimi yerde deli, mecnun, sihirbaz denildi... Kimi yerde de ayak takımı ve çocukların eline tutuşturulan taşlarla kovalandı...
Belki bir çok insan nefsini yerecek en ufak bir söze dahi katlanamayıp, taşlanınca taşlayanı katletmek için elinden geleni ardına koymayacaktı. Fakat onlar her işlerinde olduğu gibi, hakarete uğradıklarında da peygamberlerini örnek aldılar. Sakındılar, kendilerini taşlayanlara bir taş dahi atmadılar. Onlar çok iyi bildiler ki, taşlayanlar bilselerdi yapmazlardı! Onlara öyle kıvamında öyle ölçülü davrandılarki, kendi aralarında; ‘’bir gün onlar İslam’a gelecekler. Düşmanlığımız bile kıvamında olsun ki, o gün onların yüzüne bakabileceğiniz yüzümüz olsun!’’ dediler. Gerçekte de öyle oldu. O’nun sevdalılarını taşlayanlar O’nun kutlu doğumunu kutlar oldu. Onun yüce ahlâkından uzak olanlar, onun ahlâkını gündem yaptılar, umut ediyoruz ki çok yakında örnek de alacaklar. Bizler kendi halkımıza düşman olmadığımız gibi, onlar için endişeleniyor, üzülüyor, onlarında İslam şemsiyesi altına girmeleri için dua ediyoruz. Hani o çaresizce ellerini açıp; ‘’Allah’ım! Kuvvetimin tükendiğini sana arzediyorum. Gücümün azaldığını, insanların gözünde küçük düştüğümü sana şikayet ediyorum. Sensin ezilmişlerin Rabbi! Sensin benim Rabbim! Beni kimlerin eline bıraktın? Bana gaddarlık yapan yabancıların eline mi? Yoksa, davamı ipotek edecek bir düşmana mı?’’ demişti. O yüce Nebi çektiklerine isyan etme korkusuyla, bütün eziyetlere rağmen, geçici mağlubiyetine rağmen; ‘’Eğer sen bana gücenmediysen,kesinlikle bunlara aldırmıyorum. Lakin iyiliğin beni rahatlatacaktır. Senin nuruna sığınırım; karanlıkları aydınlatan nuruna. Gelecek gazabın, bana ulaşacak öfkenden kaçıp kurtulacak bir sığınak arıyorum. Sana sığındım, yeter ki razı ol.’’ demişti.
Öyle ki, acılı yüreğiyle yapmıştı bu münaacatı, dağlar meleği Cibril-i Emin Taif\`te mübarek yüzüne taşlar fırlatan nasibsizler için yeryüzüne inerek; ‘’Emret ya Rasulullah! Bu iki dağı bu şehrin üstüne geçireyim’’ demişti. Nebi’ler Nebisi şu cevabı vermişti; "Hayır! Onlar bilmiyorlar, bilselerdi yapmazlardı." Bizler de böyle bir peygamberin ümmetiyiz! Cehaletin ortasında 40 yıl yaşayan bir peygamber, cahili ahlâkı kendi ahlâkına dönüştürmüştü. Onu yurdundan kovanlar, veda Hacc’ında kalplerini, yüreklerini, gönüllerini, sevgilerini, ‘’Lebbeyk ya Resulullah!’’ nidalarıyla Ona sunuyorlardı. İşte onun ümmeti olan kişi, kendi halkına kendi ahlâkının rengini verendir. Toplumu Kur’an ve sünnet rengiyle boyayandır.Sadece İlahi razılığı ve insanların kurtuluşunu isteme güzelliğidir O’nun ümmeti olmak. Hani Taif’te taşlanan Nebi zişan’ı kısa bir süre başka bir halk/Yesrip halkı Hz. Muhammed (Sav)’i ve arkadaşlarını bir Ensar olarak bağrına basmıştı. Ye’se düşmeden, Peygamberi bir sabır ve kararlılıkla yola devam etmek ve Taif’te taşlandıktan sonra, Yesrib’i hayal etmek.
Newroz alanını hikmet nazarıyla müşahede ettim. Halkın gözleri parlıyor, sevinç gözyaşları dökülüyordu. Kalpler yumuşuyor, gönüller mest oluyordu. Konuşan dil değil, yüreğin ta kendisi. Minik çocukların alınlarında kelime-i tevhid ve Muhammed (SAV) yazan bandajları. Ellerinde tevhid bayrakları, dillerinde Allah ve Muhammed (SAV).
Newroz alanı onun aşkıyla şevk edip dönmekteydi sanki. Aşıkları cemaline hayran niyaz etmekteydiler... Duygular sağanak halinde, hep bir ağızdan, sevdanın adı olmuştu. Nebiye olan sevdalarını ispatlamak için, akın akın koşuyorlardı meydana... Gördüm dizi dizi sıraya girmiş yiğitleri... “Yürüyen Kur’an Hazreti Muhammed” parolasıyla meydana yürüyenleri... Yeşil kuşun kursağında bekleyenleri... Siyahlar içinde incileri... Siyah zambak misali bacıları... Ve gördüm mazlumları, bir zamanlar yalın ayaklı mustaz’af’ları... Çaresiz garipleri... Aşk yağmurunda ıslananları... Gökyüzüne bakıp, rahmet damlalarıyla gözyaşı akıtanları ve bu aşkla, gözyaşlarıyla, rahmet yağmuruyla amed toprağını sulayanları... Aşk yağmurunda sırılsıklam olanları... Gördüm gece yarısından yola çıkarak uykuyu terk etmişleri, vücudunun azaları aşkı uğruna yollara düşerken, her bir parçanın, otantik bir destansı name olup meydandan sevgiliye seslenişini... İnanıyorum ki bu nağmeler, nesilden nesile, kulaktan kulağa tarihin karartısına ışık tutacak. Onun yolunda atılan her adım onlar için sonsuzluğa giden kapının anahtarıydı. Vuslata özlem, sevgiliye kavuşma anı, bayramdı, seyrandı, düğündü... Onlar sevginin beyaz güvercinleri, toprağın bereketli tohumlarıydı... Onlar sevgilerinde, sevgileri de onlarda tümlendi...
Duygulandım...
O’nu görmedikleri halde O’nun sevdasına koşan aşıklar duygulandırdı beni. Umutlandırdı... Ümmet olma şuurunu ve ruhunu şahlandırdılar... Ümmetinin savrulmuş kalabalık yığınlar değil de, “bünyan-ı mersus” hakikatini kuşanmış şuurlu bireyler olduğunu gösterdiler. Ayın kandili, güneşin nuru, Nevruz’un sevinciydi onlar. Kimileri dünyaya sarkan bir kandile aşıktı, onlar ise, dünyayı ısıtan güneşe aşıktılar. Kimileri parmak kestiren yari görünce tahtından oluyordu, onlar ise onu görmeden canından oluyordu...
Ve diyorum ki, daha çok çalışmamız lazım ki bütün bu güzellikleri bizler yaşarken yaşamayanlara ulaştırmış olalım. Çünkü bu halk, Muhammedi sevdayı kalbine bayrak yapmışların özlemini çekiyordu. Vallahi bu halk, iman davasına gönül verenlerin Ensar’ıdır. Ve inanıyoruz ki yarın onlar bu bayrağı taşıyacak, hatta hiç bir güç bu bayrağı onlardan almaya güç getiremeyecek...
Ey Allah’ım! Sen nelere kadirsin! Dilediğine lutfeder, dildiğini aziz edersin. Bütün Sabote girişimlerine rağmen, bütün plan ve desiseleri bir kez daha akamete uğratarak, gerçek peygamber âşıklarını dinlemek suretiyle O’nun aşkıyla ram olmaya koşanlar senin lutfun ve peygamberi sevdanın bereketidir.
Fi emanillah...
Şehide KOCA/doğruhaber