Nur Kılıç / İnzar Dergisi
Zaman geçiyor… Günler, ayları ekliyor birbirine… Geçip giden zaman mı bizi bizden alan yoksa bizler miyiz inadına geçmişe hapsolan? Sorular… Ah cevapsız sorular… Neden incitirsiniz ki bu denli! Ne uğruna? Ah beynimde dibek döven sorular…
Yaşamın en güzel demlerini çalıp bir kuytuya saklayan zihniyet ey; söylesene kim verdi sana bu izni? Kimler koydu eline mazbatanı? Hangi akla hizmet seninkisi? Olur da bir gün elim uzanırsa gırtlağına; sıkıveririm var gücümle art niyetliğini… Ancak öğrendiğim o ki; sana o hakkı verene inat dimdik durup karşında, hesap sormak gerek. Senden… Seni devşirip gül niyetine yollarımıza ekenlerden… Hesap sormak ve haykırmak olabildiğince:
“Gül niyetine ektiğiniz fidanlarda kaktüsler bitmekte…”
Bu hakikatin farkında oluşumuz bendimizde esen soğuk rüzgârları dindirmeye yeter mi bilinmez ama görünen o ki; dillerin suskunluğu, en büyük zulüm bu noktada! Zulmün doruklarında bedenlerin; gaflet perdesiyle örtülmüş yüzlerine şamarlar indir(e)meyişimiz, kim bilir kaç yaraya daha neşter vuracak! Aslında; yakınlaştıkça uzaklaşmaktayız hakikat güneşinden lakin farkına varamıyoruz… Omuzlarımıza yüklediğimiz yük (maddiyat) öyle bükmekte ki belimizi, doğrulamıyoruz bir türlü! Karşımızda olanca heybetiyle ışıldayan güneşten nasiplenemiyoruz bile! Oysa hakikat güneşine duçar olabilseydik; kâinata meydan okurduk elbet…
İşte bir mevsim daha göz kırpıyor gönül dünyamıza! Tüm heybetiyle… Ölü toprağından sıyrılmakta yeryüzü, çiçekler kıyama durmakta. Güneş alacalığında. Zulmün kol gezdiği ülkemde dolaşmakta yine aç kurtlar! Kış bitti mevsim bahar; yine de kaybolmadılar…
Bir diriliş destanıdır bahar! Haşrin muştusu… Tohumun toprakla buluştuğu yerde filizlenen her fidan; umudun, hasretin ve vuslatın bir nişanesi aslında! Ve en bariz örneği; sabırlı bekleyişin selametle sonuçlandığının… Dem bu demdir dostlar! Dem diriliş demidir…
Bir Halık-ı Zülcelâl diriltmekte işte yine ve yeniden! Ölü toprağa bereket, ıssız çöle rahmet yağdırmakta… Sonsuz kerem ve sonsuz kudret sahibi ya; sonsuz varlıkta ve sonsuz yoklukta bu hep böyle oldu… Böyle de olacak; amenna!
Kâinat döngüsü içerisinde her zerre; kendisine ayrılan yerde görevini ifa etmekte… Karınca buğday tanesiyle hemhâl! İnek otun yemyeşiliyle… Gül mağrur! Kokuların en güzelini yaymakta… Ya aklı başında insan… Sen neresindesin kâinatın? Hangi karesinde… Diyeceksin ki; ‘merkezinde’… Evet, halife olman itibarıyla bulunman gereken yer orası! Ya gerçekten merkezinde misin? Yoksa öyle mi sanıyorsun?
Sen çaresizlik girdabında boğulmaktayken ve aklında hep dünyaya dair beklentiler uçuşuyorken vardığın yer; ‘hüsran ovası’ olmadı mı? Gördün bunu; yaşadığın olumsuzluklar defalarca haykırdı, yanlış yerde olduğunu! Neden hâlâ sürmektesin mecalsiz atını dörtnala? İnadına kulak tıkamaktasın hayata... Bilesin ki buradan öteye geçit yok. Etrafını olanca heybetiyle saran dağlar geçit vermeyeceği gibi kaybolursun da. Sesinin yankısı bile kalmaz seninle. Gel dön geriye! Yolların bir bir açıldığı, engellerin engel oluşturamadığı huzur iklimlerine sal düşüncelerini. Baharı yaşat gönlüne; ömrünün sonbaharı olabilecek bu demde!
Zaman geçiyor… Bize ait olan her şeyi yanına alarak! Kader alıp giderken bizim olduğuna inandığımız her bir şeyi; öylece bakakalıyoruz sadece. Yapabildiğimiz başkaca bir şey var mı sahi? Kaderin bize bırakacağı tek şey; ahiret yolculuğunda sırtlanacağımız heybemiz! Şu halde gelin onu tıka basa doldurmaya niyet edelim! Bu bahar yer gergefiyle birlikte yüreklerimizde de Nakkaş’ın izleri yer edinsin…
“Onlar yeryüzünde dolaşmadılar mı ki? Onlardan öncekilerin akıbetleri nasıl oldu baksınlar. Ve onların çoğu, kuvvet ve eserler bakımından yeryüzünde kendilerinden daha üstündüler. Fakat kazanmış oldukları şeyler, onlara fayda vermedi.” ( Mü’min / 82)
Evet, bahar en can alıcı haliyle girdi dünyamıza! Kışın ürperti veren soğuğundan sıyrıldı toprak. Toprağın bağrında yeşeren cazibeler yumağı. Hani her nefes alışında ve...
Yaşamın en güzel demlerini çalıp bir kuytuya saklayan zihniyet ey; söylesene kim verdi sana bu izni? Kimler koydu eline mazbatanı? Hangi akla hizmet seninkisi? Olur da bir gün elim uzanırsa gırtlağına; sıkıveririm var gücümle art niyetliğini… Ancak öğrendiğim o ki; sana o hakkı verene inat dimdik durup karşında, hesap sormak gerek. Senden… Seni devşirip gül niyetine yollarımıza ekenlerden… Hesap sormak ve haykırmak olabildiğince:
“Gül niyetine ektiğiniz fidanlarda kaktüsler bitmekte…”
Bu hakikatin farkında oluşumuz bendimizde esen soğuk rüzgârları dindirmeye yeter mi bilinmez ama görünen o ki; dillerin suskunluğu, en büyük zulüm bu noktada! Zulmün doruklarında bedenlerin; gaflet perdesiyle örtülmüş yüzlerine şamarlar indir(e)meyişimiz, kim bilir kaç yaraya daha neşter vuracak! Aslında; yakınlaştıkça uzaklaşmaktayız hakikat güneşinden lakin farkına varamıyoruz… Omuzlarımıza yüklediğimiz yük (maddiyat) öyle bükmekte ki belimizi, doğrulamıyoruz bir türlü! Karşımızda olanca heybetiyle ışıldayan güneşten nasiplenemiyoruz bile! Oysa hakikat güneşine duçar olabilseydik; kâinata meydan okurduk elbet…
İşte bir mevsim daha göz kırpıyor gönül dünyamıza! Tüm heybetiyle… Ölü toprağından sıyrılmakta yeryüzü, çiçekler kıyama durmakta. Güneş alacalığında. Zulmün kol gezdiği ülkemde dolaşmakta yine aç kurtlar! Kış bitti mevsim bahar; yine de kaybolmadılar…
Bir diriliş destanıdır bahar! Haşrin muştusu… Tohumun toprakla buluştuğu yerde filizlenen her fidan; umudun, hasretin ve vuslatın bir nişanesi aslında! Ve en bariz örneği; sabırlı bekleyişin selametle sonuçlandığının… Dem bu demdir dostlar! Dem diriliş demidir…
Bir Halık-ı Zülcelâl diriltmekte işte yine ve yeniden! Ölü toprağa bereket, ıssız çöle rahmet yağdırmakta… Sonsuz kerem ve sonsuz kudret sahibi ya; sonsuz varlıkta ve sonsuz yoklukta bu hep böyle oldu… Böyle de olacak; amenna!
Kâinat döngüsü içerisinde her zerre; kendisine ayrılan yerde görevini ifa etmekte… Karınca buğday tanesiyle hemhâl! İnek otun yemyeşiliyle… Gül mağrur! Kokuların en güzelini yaymakta… Ya aklı başında insan… Sen neresindesin kâinatın? Hangi karesinde… Diyeceksin ki; ‘merkezinde’… Evet, halife olman itibarıyla bulunman gereken yer orası! Ya gerçekten merkezinde misin? Yoksa öyle mi sanıyorsun?
Sen çaresizlik girdabında boğulmaktayken ve aklında hep dünyaya dair beklentiler uçuşuyorken vardığın yer; ‘hüsran ovası’ olmadı mı? Gördün bunu; yaşadığın olumsuzluklar defalarca haykırdı, yanlış yerde olduğunu! Neden hâlâ sürmektesin mecalsiz atını dörtnala? İnadına kulak tıkamaktasın hayata... Bilesin ki buradan öteye geçit yok. Etrafını olanca heybetiyle saran dağlar geçit vermeyeceği gibi kaybolursun da. Sesinin yankısı bile kalmaz seninle. Gel dön geriye! Yolların bir bir açıldığı, engellerin engel oluşturamadığı huzur iklimlerine sal düşüncelerini. Baharı yaşat gönlüne; ömrünün sonbaharı olabilecek bu demde!
Zaman geçiyor… Bize ait olan her şeyi yanına alarak! Kader alıp giderken bizim olduğuna inandığımız her bir şeyi; öylece bakakalıyoruz sadece. Yapabildiğimiz başkaca bir şey var mı sahi? Kaderin bize bırakacağı tek şey; ahiret yolculuğunda sırtlanacağımız heybemiz! Şu halde gelin onu tıka basa doldurmaya niyet edelim! Bu bahar yer gergefiyle birlikte yüreklerimizde de Nakkaş’ın izleri yer edinsin…
“Onlar yeryüzünde dolaşmadılar mı ki? Onlardan öncekilerin akıbetleri nasıl oldu baksınlar. Ve onların çoğu, kuvvet ve eserler bakımından yeryüzünde kendilerinden daha üstündüler. Fakat kazanmış oldukları şeyler, onlara fayda vermedi.” ( Mü’min / 82)
Evet, bahar en can alıcı haliyle girdi dünyamıza! Kışın ürperti veren soğuğundan sıyrıldı toprak. Toprağın bağrında yeşeren cazibeler yumağı. Hani her nefes alışında ve...